2. BAKARA SÛRESİ

 Sure Medine döneminde indirilmiştir. İniş sırasına göre de 87. suredir. Adını, 67-73’üncü ayetlerde anlatılan sığırın “bakara” kurban ediliş sürecini anlatan kıssadan almıştır. Sure 286 ayettir.

 

Râhmânir-Râhîm (Merhamet eden Merhametli) Allah’ın Adıyla

1. Elif, Lam Mim.1

1 ‘Elif, Lam, Mim’ Başlangıç harfleri ile başlayan 6 surede (2:1, 3:1, 29:1, 30:1, 31:1, 32:1) toplam; 8944 tane ‘Elif’, 6494 tane ‘Lam’, 4436 tane de ‘Mim’ harfi vardır. Hepsinin de toplamı 19874’tür. Bu da 19’un 1046 katıdır.

Neslimiz, Kur’an’daki iki büyük mucizeye tanıklık etme ayrıcalığına sahiptir: olağanüstü bir matematiksel kod ve eşsiz bir edebi mucize. İnsanlar, matematiksel bir düzenlemeye sahip bir metin yazmaya çalıştığında, bu genellikle metnin edebi kalitesini olumsuz etkiler. Ancak Kur’an, bu matematiksel kodun yanı sıra, edebi mükemmeliyet açısından da eşsiz bir standart sunmaktadır.

2. İşte bu (Kur’an), içinde kuşku1 bulunmayan bir Kitap’tır. Muttakiler2 için hidayettir3 (kılavuzdur, rehberdir).4

            1 “Reyb kelimesi Arapça’da her türlü belirsizlik, kararsızlık, korku ve şüphenin genel ismidir. Bu sözcük, Kur’an’da 18 yerde geçer: 2:2, 23; 3:9, 25; 4:87; 6:12; 9:45; 10:37; 17:99; 18;21; 22:5, 7; 32:2; 40:59; 42:7; 45:26, 32; 52:30. Kur’an’da “reyb” sözcüğü genellikle, kendisinde kuşku olmayan Kur’an ve Kıyamet için kullanılmaktadır.

2 “وَقَى” (vekâ) sözcüğü, “korumak”, “muhafaza etmek” anlamına gelen bir fiil köküdür. Bu kökten türeyen birçok kelime, korunma ve sakınma anlamlarıyla ilişkilidir. “تقوى” (takvâ) kelimesi de aynı kökten gelir ve “Allah'a karşı gelmekten sakınmak”, “kendini koruma altına almak” anlamında kullanılır.

Muttakilerin (Allah’a karşı sakınanların) özellikleri Kur’an’da şöyle anlatılır:

1- Kur’an, takva sahipleri için  hidayet (kılavuz) olan bir kitaptır. (2:2) Kur’an, onlar için apaçık ayetler, öncekilerden misaller içeren bir zikirdir. (24:34; 3:138) O, takvanın kaynağıdır ve bağışlanma kaynağıdır. (74:56)

2- Kur’an’a sıdk (doğruluk, gerçek) ile gelir ve onu tasdik ederler (doğrular, ona sadakat gösterirler) (39:33)

3- Allah ve ahir (son, ahiret) gün ve melekler ve Kitap ve nebiler ile iman eder (inanır ve güvenirler). (2:177)

4- Kur’an’a ve Kur’an’dan önce indirilen (Tevrat ve İncil’e) ile iman ederler (inanır ve güvenirler). (2:4)

Ayrıca: Takva sahiplerinin özellikleri ile ilgili şu ayetler incelenmelidir: 2:3, 4, 44, 63, 92, 131, 177, 180, 183, 187, 190, 194, 196, 197, 203, 224, 237, 241, 278, 279, 282, 283; 3:113, 114, 134, 135; 4:1, 9, 41; 5:2, 8, 35, 88; 6:153; 7:26, 35, 63, 169, 171, 201; 8:25, 56; 9:4, 7, 36, 44, 109, 119; 12:109; 13:20-22; 16:28; 18:107; 28:83; 30:31; 31:32, 33, 33:1, 2, 70; 35:32; 36:45; 49:3, 10-12; 51:16-19; 58:9; 59:7, 18; 64:5, 16;

Takva sahiplerinin mükafatı ile ilgili de şu ayetler incelenmelidir: 2:5; 3:136; 5:65; 7:156; 8:29, 34; 9:115; 11:49, 90; 13:19-24, 35; 15:45-48; 16:30-32; 19:61-63, 85; 22:32; 38:49-52; 39:20, 34, 61, 73, 74; 44:51-57; 45:19; 49:13; 54:54, 55; 57:28; 68:34.

3 Hidayet: Kılavuz etmek, rehber demektir. Bu sözcük, türevleri ile birlikte Kur’an’da 316 kez geçer.

4 Farklı dönemlerde insan topluluklarına nebiler (peygamberler) aracılığıyla gönderilen ilahi metinler (semavi kitaplar), dilsel çeşitlilik arz etse de temel bir ortak paydaya sahiptir: tek bir İlaha (Yüce Olana) ibadet (kulluk, hizmetkarlık) etmeye davet. Bu varlık, Tevrat'ta "Yahve" (Ben, Ben Olan’ım) olarak, Kur'an'da ise "Allah" (el-ilah, yani Yüce olan Yüce) olarak tanımlanmaktadır.

Bu ifadeler, Tanrı'nın kendiliğinden varoluşunu, değişmezliğini ve mutlak bağımsızlığını vurgular. Başka bir varlığa bağlı olmaksızın var olan, başkasına ihtiyacı olmayan, başlangıcı ve sonu olmayan, her şeyi kapsayan bir varoluşu ifade eder.

Bu ilahi metinlerin dilleri farklı olsa da, kaynakları birdir. Kur'an'a göre bu kitapların ana kaynağı, 43:4 ayetinde "Ümmü'l-Kitab" (Kitapların Anası); 56:78 ayetinde "Kitab-ı Meknûn" (Saklı ve Korunmuş Kitap); 85:22 ayetinde ise "Levh-i Mahfuz" (Korunmuş Levha) olarak ifade edilen, tüm değişikliklerden arındırılmış ve ebediyen saklı tutulan bir kaynaktır.

Bu ayette yer alan "el-Kitab" ifadesi ise; genel olarak Tevrat, İncil ve Kur'an'ı kapsayan ilahi vahyin bütününü ifade etmekle birlikte, bazı bağlamlarda özellikle Kur'an'ın kendisi için de kullanılmaktadır.

3. Onlar, gayb1 ile2 iman ederler,3 salatı4 (Allah’a yöneliş duasını; elçiye ve müminlere yardımı, onlara destek olmayı) da doğru ve istikrarlı olarak yerine getirirler5. Kendilerine verdiğimiz rızıktan6 da infak7 ederler.8

1 “Gayb” sözcüğü, “görülmeyen, algılanamayan, bilinmeyen” anlamlarına gelir. İnsanların duyularıyla algılayamadığı, akıl yoluyla da tam olarak bilinemeyen, görünmeyen gerçeklikler bununla ifade edilmektedir. Bu kavram, genellikle Allah’ın bilgisi dışında kalan ve insanlara kapalı olan olaylar ve durumları tanımlar.

2 Kur’an, hem İslam inancı hem de insanlık tarihi açısından temel bir metin olarak, kendine özgü gramer ve semantik özelliklere sahip bir Arapça formunda indirilmiştir. İlahî bir vahiy olması sebebiyle, Kur’an’ın anlamı ve mesajı, tarih boyunca pek çok dilbilimsel ve teolojik incelemeye tabi tutulmuştur. Ancak, Kur’an’ın indirilişinden sonraki dönemlerde din bilginleri, kendi yorumlarına dayalı farklı yaklaşımlar geliştirmiş ve bu yorumlar doğrultusunda Arapça dilbilgisi kuralları oluşturulmuştur.

Oluşturulan bu kuralların bazı durumlarda Kur’an’ın özgün dil yapısını ve bağlamını tam olarak yansıtmadığı, ayrıca Kur’an’daki kelime ve edatların bağlamına uygun şekilde yorumlanmadığı gözlemlenmiştir. Bu durum, Kur’an’ın içerdiği mesajların eksik ya da yanlış anlaşılmasına yol açabilmektedir.

Bu duruma verilebilecek örneklerden biri de “بِ” (bi) edatıdır.  Çünkü “bi” edatının doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması, ayetlerin anlam zenginliğini korumak ve bağlama uygun şekilde yorumlanmasını sağlamak açısından büyük önem taşır.

Kur’an’da genellikle “ile” veya “aracılığıyla” anlamında kullanılan “بِ” (bi) edatı, birçok ayette önemli bir dilbilgisi kuralı ve semantik rol oynamaktadır. Ancak bu edat, bazı çevirilerde Türkçedeki “-a”, “-e”, “-da”, “-de” gibi eklerle karşılanmış ya da bağlama uygun olmayan şekillerde çevrilmiştir. Bu konu ile ilgili ayrıntılı açıklama 2:39 ayeti dipnotunda yer almaktadır.

3 “ايمان” (îmân), inanmak ve güvenmek anlamına gelir. 

İnanmak, bir şeyi kalben doğru kabul etmek, yani onu tasdik etmek demektir. Güvenmek ise, ise inanılan şeye güven duyup bağlanmak, yani ona itimat etmektir.

Bununla birlikte, İslam terminolojisinde iman, sadece kalben inanmayı değil, aynı zamanda bu inancın gereği olan davranışları yerine getirmeyi de kapsar. Bu durum, Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir:

“Kim Allah ve ahir (son, ahiret) gün ile iman ederse (inanıp güvenirse) ve salih ameller (doğru, yapıcı, erdemli fiiller) işlerse; işte onların ecirleri (yaptıklarının karşılığı) Rablerinin katındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2:62; Mâide, 5:69)

 Bu iki ayet, imanın yalnızca zihinsel bir tasdik olmadığını, aynı zamanda salih amellerle desteklenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu nedenle, “iman etmek” hem inanıp güvenmek hem de bu inanca uygun bir yaşam sürmek anlamına gelir.

4 Kur’an’da geçen "salât" (الصلاة) kavramı, bulunduğu bağlama (siyak-sibak) göre farklı anlam katmanları taşımaktadır. Bu çok anlamlılık, hem kelimenin kök anlamından hem de Kur’an’daki kullanım çeşitliliğinden kaynaklanmaktadır. Kavram, sadece ritüel ibadetle sınırlı kalmayıp daha geniş bir anlam evrenine yayılmaktadır.

Allah’ın Rahmeti ve Desteği Anlamında "Salât"

Bazı ayetlerde salât, Allah’ın müminlere ve elçiye yönelik rahmetini, yardımını ve manevi desteğini ifade eder: 2:157, 33:43, 56.

Allah’a Dua ve Kulluk Etmek Anlamında "Salât"

Birçok ayette salât, Allah’a yönelerek dua etmek, ibadet etmek veya kullukta bulunmak anlamında kullanılmıştır. Bu bağlamda salât, bireyin doğrudan Allah ile kurduğu iletişimi temsil eder: 2:43, 83, 110, 238, 239; 4:101, 162; 5:12, 58; 7:205; 8:35; 11:114, 87; 17:78; 20:14; 24:58; 107:4.

Allah’ın Elçi ve Müminlere Yardımı ve Dua Etmesi

Bazı ayetlerde salât, Allah’ın elçiye ve müminlere yardım etmesi, destek vermesi ve onlar için rahmet dilemesi anlamında kullanılır:

2:157, 33:43, 56.

Elçinin Müminlere Desteği ve Onlara Dua Etmesi

Elçinin, müminlerle dayanışma içinde olması, onları desteklemesi ve onlara dua etmesi anlamındaki kullanımlar da mevcuttur: 9:103, 33:43.

Müminlerin elçiye Destek Olması

Bazı ayetlerde müminlerin elçiye olan destekleri ve onunla olan manevi dayanışmaları "salât" kavramıyla ifade edilmiştir: 9:99, 33:56.

Müminlerin Birbirlerine Destek Olması ve Dua Etmeleri

"Salât" bazı bağlamlarda müminlerin birbirlerine, özellikle yaşayanlara ve vefat edenlere yönelik destekleri ve duaları şeklinde anlaşılır: 75:31-32, 5:58, 106, 9:84, 107:4.

Tüm Varlıkların Allah’a Salât Etmesi

Kur’an’da göklerdeki (7 evrendeki) ve yerdeki tüm varlıkların Allah’a salât ettiği bildirilmektedir. Bu bağlamda salât, onların Allah’a yönelik dua, tesbih ve kulluk davranışlarını ifade eder: 24:41.

Sonuç:            Kur’an’da "salât", yalnızca Allah’a yöneliş duası değil; aynı zamanda dua, rahmet, manevi destek, yöneliş, kulluk, toplumsal dayanışma ve bağlılık gibi çok yönlü ve bağlama bağlı anlamlara da sahiptir. Bu yönüyle salât, hem bireysel ibadeti, hem de toplumsal sorumluluğu ve manevi bağı kapsayan kapsamlı bir kavramdır.

* Müslimlerde "Salât" ve Vakitleri

Kur’an’da "salât" kelimesi, birçok ayette “ekîmü’s-salât” (salâtı doğru ve düzenli şekilde yerine getirin) ve “mukîmîn es-salât” (salâtı düzenli olarak yerine getiren kimseler) şeklinde geçmektedir. Bu bağlamda, ilgili kullanımların ritüel bir ibadet olarak salatı, özellikle de beş vakit salatı işaret ettiği anlaşılmaktadır.

"Salât" ve "ikâme" kavramları birlikte yaklaşık 45 ayette yer almakta ve düzenli, bilinçli bir ibadet pratiğine işaret etmektedir.

Şu ayet, beş vakit salatın zamanlarına dair önemli bir delil sunmaktadır: “Zevalden (güneşin batıya yönelmesinden) ğasaka (gecenin kararmasına) kadar salatı doğru ve istikrarlı biçimde yap. Fecrin kur’anını (fecrin çağrısını, bildirisini) da (ikame et). Çünkü fecrin kur’anı tanık olandır/tanıklık edilendir.” (17:78)

Bu ayette: "Zevalden ğasaka kadar" ifadesi; öğle, ikindi, akşam ve yatsı salatlarına işaret eder. "Fecrin Kur’an’ı" ifadesi ise sabah salatına (fecr vaktindeki salâta) dikkat çeker.

Salât vakitlerine işaret eden ayetlerden bazıları şunlardır: 2:238, 11:114, 17:78, 20:130, 24:58, 30:17-18, 50:39.

* Sayısal Deliller

Beş vakit salâtın rekat sayısı yan yana yazıldığında 24434 sayısı oluşur. Bu sayı, 19’un 1286 katıdır.

Beş vakit salâtın rekatlarının toplamı ile cuma salâtının rekât sayısı birlikte hesaplandığında da yine 19 sayısına ulaşılır. (2+4+4+3+4+2=19)

Bu matematiksel düzen, Kur’an’da yer alan 19 sayısına dayalı sistemle bağlantılı olarak yorumlanmaktadır. (Kur’an-Son Ahit, Ek-1, s 343 ve Ek-15, s.398)

Yahudi ve Hristiyanlarda da Salat Vardır:

* Yahudilerde Günlük Dualar

Yahudilerde, gün içerisinde üç vakit dua (İbranice: תְפַּלֵּ֣ל / tefilah) uygulaması vardır:

Şahrit (שחרית) – Sabah duası

Minha (מנחה) – Öğle duası

Maariv (מעריב) – Akşam duası

Bu dualar, Tevrat’a dayalı ibadet geleneğinin bir parçasıdır ve tarihsel olarak tapınak uygulamalarıyla bağlantılıdır.

* Hristiyanlarda Günlük Dua Pratikleri

Katolik ve Ortodoks mezheplerinde, geleneksel olarak günde yedi vakit dua uygulaması mevcuttur. Bu dualar, ibadet ritmini düzenleyen belirli zamanlara yayılmıştır ve kilise takvimine göre düzenli olarak uygulanır:

Matins – Gece yarısı ya da sabah erken saatlerde

Lauds – Sabah şükran duası

Terce – Üçüncü saat duası (yaklaşık 09:00)

Sext – Altıncı saat duası (yaklaşık 12:00)

None – Dokuzuncu saat duası (yaklaşık 15:00)

Vespers – Akşam duası

Compline – Gece duası

Bu dualar genellikle kilisede cemaatle birlikte icra edilse de, bireysel olarak da okunabilir.

Protestanlar da ise, özellikle Lutherci ve Anglikan geleneklerde, bu yedi dualı sistemi büyük ölçüde sadeleştirmişlerdir. Genellikle sadece sabah ve akşam duaları uygulanır; diğer saatlere özgü dualar ise ya tamamen terk edilmiş ya da bireysel tercihe bırakılmıştır.

* Fiziksel İbadet Biçimleri

Katolik ve Ortodoks Hristiyanlıkta dua sırasında çeşitli bedensel duruş ve hareketler uygulanır. Bunlar arasında:

Diz çökme (özellikle pişmanlık ve teslimiyet ifadesi olarak),

Ayakta durma (saygı ve tanıklık hali),

Ellerin yukarı kaldırılması veya göğüs üzerinde çapraz biçimde birleştirilmesi gibi jestler yer alır.

Özellikle Ortodoks Kilisesi’nde, bazı ayin ve büyük dini günlerde secdeye benzeyen eğilme ve yüzüstü kapanma hareketleri (prostration) yapılır. Bu, tevazu, tövbe ve Tanrı’ya mutlak teslimiyetin sembolik bir ifadesidir.

5 Bu kelime “sağlamlık, doğruluk, istikrar ve dik duruş” gibi anlamlara gelen 'ق و م' (k-v-m) kökünden türemiştir. “أَقِيمُو” (âkîmû) fiili de 'düzgün şekilde yerine getirin', ‘doğru ve istikrarlı bir şekilde yapın’, 'istikamet üzere uygulayın' gibi anlamlara gelir.

            6 Rızık, Allah’ın, canlılara verdiği her şeyi kapsar. İnsanın nasibi olan; yiyecek, güzellik, sağlık, huzur, mal, mülk, ilim, çoluk-çocuk, salih-saliha eş, kısaca mutlu bir hayata dahil olan her şey bir nimettir, bir rızıktır.

7 İnfak, Allah’ın rızasını kazanmak için mal veya para ile muhtaçlara yardım etmektir.

8 Yüce Allah, “Kendilerine verdiğimiz…” ifadesiyle, yetkilendirmiş olduğu melekleri ve iş yaptırdığı diğer varlıkları da kastetmektedir. Bunun en güzel örneğini Tevrat’ta görmekteyiz:

“1:1- Başlangıçta elohim (yüce melekler) gökleri (evrenleri) ve arḍı yarattı. 2- Ve dünya biçimsiz ve boştu; denizlerin yüzünde karanlık vardı. Yüce meleklerin Ruhu da suların yüzü üzerinde geziniyordu. 3- Ve yüce melekler, “Işık olsun!” dediler ve ışık var oldu. 4- Ve yüce melekler, ışığın hayırlı1 olduğunu görünce, yüce melekler, ışığı karanlıktan ayırdı. 5- Ve yüce melekler ışığa ‘gün(düz)’ diye seslendi. Karanlığı da ‘gece’ diye seslendi. Ve akşam oldu ve sabah oldu; ehad (birinci/ilk) gün. 6- Ve yüce melekler, “Suların ortasında bir kubbe (gök, atmosfer) olsun ve suları sulardan ayırsın.”  dedi. 7- Böylece yüce melekler kubbeyi (göğü) yarattı ve kubbenin altındaki suları, kubbedeki sulardan ayırdı. Ve öyle oldu. 8- Ve yüce melekler, kubbeye (göğe, atmosfere, uzay boşluğuna) ‘sema’ diye seslendi.  Ve akşam oldu ve sabah oldu; ikinci bir gün (oluştu). 9- Ve yüce melekler, “Semanın altındaki sular bir yere toplansın ve kuru toprak görünsün.” dedi ve öyle oldu. 10- Ve yüce melekler, kuru toprağa “ard” (yer/kara) diye seslendi. Suların birikintisine de “denizler” diye seslendi. Yüce melekler bunun da hayırlı olduğunu gördü. 11- Ve yüce melekler, “Yeryüzü otlar (çimen), tohum veren otlar (tahıl) ve türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve veren olan ağaçlar (sebzeler, meyveler) yeryüzünde yetişsin.” dedi. Ve öyle oldu. 12- Ve yeryüzü otlar, türüne göre tohum veren bitkiler ve türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve veren ağaçlar çıkardı. Ve yüce melekler, bunun da hayırlı olduğunu gördü. 13- Ve akşam oldu ve sabah oldu; üçüncü bir gün (oluştu).  14- Ve yüce melekler dedi ki: “Gündüzü geceden ayırmak için gök kubbede ışıklar olsun. Bunlar da alâmetler ve vakitler ve günler ve seneler için olsunlar. 15- Ve onlar yeryüzüne ışık vermek için gök kubbedeki ışıklar olacaklar.” Ve öyle oldu. 16- Ve yüce melekler, büyüğü gündüze, küçüğü de geceye egemen olacak iki büyük ışığı (güneş ve ay) ve yıldızları yarattı. 17- Ve yüce melekler, yeryüzüne ışık vermeleri için onları göklerin kubbesine yerleştirdi. 18- Ve Böylece Yüce iki büyük ışık; büyüğü gündüze hükmedecek, küçüğü de geceye hükmedecek. (Yüce melekler) Yıldızları da yarattı. Ve yüce melekler, bunun da hayırlı olduğunu gördü. 19- Akşam oldu ve sabah oldu; dördüncü bir gün (oluştu). 20- Ve yüce melekler, “Sularda hareket eden canlılar (deniz canlıları) sürülerle dolup taşsın ve yeryüzünde debelenen (hareket eden) ve gökyüzünde uçan kuşlar…” dedi. 21- Ve yüce melekler, büyük deniz canavarlarını ve türlerine göre sularda kaynaşan her canlıyı ve türüne göre her kanatlı kuşu var etti. Ve yüce melekler, bunun da hayırlı olduğunu gördü. 22- Ve yüce melekler, onları bereketli kıldı ve “Verimli olun ve çoğalın ve denizleri doldurun. Yeryüzünde uçan (kuşlar) da çoğalsın.” dedi. 23- Ve akşam oldu ve sabah oldu; beşinci bir gün (oluştu). 24- Ve yüce melekler, “Yeryüzü, türlerine göre her canlıyı, sığırları, sürüngenleri ve türlerine göre debelenen canlılar (dabbeler) çıkarsın (türetsin).”  dedi. Ve öyle oldu. 25- Böylece yüce melekler, yerdeki hayvanları türlerine göre, sığırları türlerine göre ve yeryüzünde debelenen (hareket eden) her şeyi türlerine göre yarattı. Yüce melekler, bunun da hayırlı olduğunu gördü. 26- Ve yüce melekler “Adamı (insanı) kendi suretimizde ve kendimize benzer yapalım ve denizdeki balıklara ve gökteki kuşlara ve canlılara ve debelenenlere (dabbelere) ve yeryüzünün tümüne egemen olsun.” dedi. 27- Böylece yüce melekler, adamı kendi suretinde yarattı. Yüce meleklere benzer yarattı. O ikisini de erkek ve dişi olarak yarattı. 28- Ve yüce melekler onları bereketli kıldı ve onlara “Verimli olun ve çoğalın ve yeryüzünü doldurun ve onu denetiminize alın. Ve denizin balıklarına da göklerin kuşlarına da debelenenlere de egemen olun.” dedi. 29- Ve yüce melekler dedi ki: “İşte, bütün yeryüzünde tohum veren her otu ve içinde tohum veren meyvesi bulunan her meyve ağacını size veriyoruz; bunlar size yiyecek olacak. 30- Yerdeki hayvanlara da gökteki kuşlara da kendisinde hayat ruhu bulunan ve yeryüzünde debelenen (hareket eden) her varlığa da yiyecek olarak yeşil otları verdik.” 31- Ve yüce melekler, yaptıkları her şeyi gördü. Ve işte, her şey hayırlı idi. Ve Akşam oldu ve sabah oldu; altıncı gün.

2:1- Sonra da gökler ve yeryüzü ve onların tüm orduları (tüm öğeleri) tamamlandı. 2- Ve yüce melekler, yapmakta oldukları tüm işi yedinci günde tamamladı ve yedinci günde yapmış oldukları tüm işleri bıraktı.  3- Ve yüce melekler, yedinci günü (cumartesi gününü) mübarek kıldı ve onu kutsadı (takdis etti). O gün yüce melekler, yapmak üzere oldukları tüm yaratma işlerini bıraktı. 4- İşte bunlar, göklerin ve yerin yaratılış sürecidir; Yücelerin Yahve’sinin, gökleri ve yeri yarattığı günün. 5- Yeryüzünde henüz ağaçlar yoktu, kırdaki bitkiler de henüz bitmemişti. Çünkü Yücelerin Yahve’si henüz yeryüzüne yağmur yağdırmamıştı ve toprağı işleyecek adam (insan) da yoktu. 6- Sonra yerden bir sis (buhar) yükseldi ve tüm yeryüzünü suladı. 7- Ve Yücelerin Yahve’si, adamı yerdeki topraktan yarattı ve onun burnuna yaşam nefesini (ruhunu) üfledi ve adam yaşayan bir can (nefes) oldu.” (Başlangıç, 1:1-31, 2:1-7)

4. Onlar, sana indirilen (Kur’an) ile de senden önce indirilen (Tevrat, Zebur ve İncil) ile de iman ederler (inanıp güvenirler).1 Onlar, Ahiret ile de kesin olarak2 iman ederler.

1 Kur’an, hem İslam inancı hem de insanlık tarihi açısından temel bir metin olarak, kendine özgü gramer ve semantik özelliklere sahip bir Arapça formunda indirilmiştir. İlahî bir vahiy olması sebebiyle, Kur’an’ın anlamı ve mesajı, tarih boyunca pek çok dilbilimsel ve teolojik incelemeye tabi tutulmuştur. Ancak, Kur’an’ın indirilişinden sonraki dönemlerde din bilginleri, kendi yorumlarına dayalı farklı yaklaşımlar geliştirmiş ve bu yorumlar doğrultusunda Arapça dilbilgisi kuralları oluşturulmuştur.

Oluşturulan bu kuralların bazı durumlarda Kur’an’ın özgün dil yapısını ve bağlamını tam olarak yansıtmadığı, ayrıca Kur’an’daki kelime ve edatların bağlamına uygun şekilde yorumlanmadığı gözlemlenmiştir. Bu durum, Kur’an’ın içerdiği mesajların eksik ya da yanlış anlaşılmasına yol açabilmektedir.

Bu duruma verilebilecek örneklerden biri de “بِ” (bi) edatıdır.  Çünkü “bi” edatının doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması, ayetlerin anlam zenginliğini korumak ve bağlama uygun şekilde yorumlanmasını sağlamak açısından büyük önem taşır.

Kur’an’da genellikle “ile” veya “aracılığıyla” anlamında kullanılan “بِ” (bi) edatı, birçok ayette önemli bir dilbilgisi kuralı ve semantik rol oynamaktadır. Ancak bu edat, bazı çevirilerde Türkçedeki “-a”, “-e”, “-da”, “-de” gibi eklerle karşılanmış ya da bağlama uygun olmayan şekillerde çevrilmiştir.

Bunu “وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ” (bimâ unzile ileyke vemâ unzile min kablike …) ifadesiyle örneklendirebiliriz:

Kur’an’da geçen bu ve benzeri ayetler “sana indirilen (Kur’an) ile de senden önce indirilen (Tevrat, Zebur ve İncil) ile de iman ederler” şeklinde çevirmek yerine, birçok çeviride “Sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler.” şeklinde çevrilmektedir. 

Söz konusu ayetler doğru çevrildiğinde; Allah’ın indirmiş olduğu kitaplar ile yani onlarda anlatılanlar ile iman edilmesi gerekirken, başkaları tarafından uydurulmuş olan tefsir, hadis  ve fıkıh  kitaplarında anlatılanlar doğrultusunda iman edilmektedir. Bunun sonucunda da vahiy kitaplarına iman etmek yerine, başkaları tarafından uydurulmuş açıklamalar doğrultusunda Allah’ın göndermiş olduğu vahiy kitaplarına inanılmaktadır. Bununla da yetinilmez, başkaları tarafından uydurulmuş olan bu kitaplar doğrultusunda, Allah’ın göndermiş bazı vahiy kitaplarının da gerçek olmadığına inanılmaktadır. Örneğin Yahudiler, İncil’e; Hristiyanlar, Kur’an’a; Gelenekçi Müslümanlar da Tevrat ve İncil’e inanıp güvenmemektedir.

2 “Kesin gerçek” anlamına gelen “yakîn” kavramı Kur’an’da 28 defa (2:4 118; 4:157; 5:50; 6:75; 13:2; 15:99; 26:24; 27:3, 14, 22, 82; 30:60; 31:4; 32:12, 14; 44:7; 45:4, 20, 32; 51:20; 52:36; 56:95; 69:51; 74:31, 47; 102:5, 7) geçmektedir. Ayrıca bu kavram Kur’an’da “ilm’el-yakîn” (102:5), “ayn’el-yakîn” (102:7) ve “hakk’el-yakîn” (56:95, 69:51) şeklinde de geçmektedir. “İlm’el-yakîn” tabiri; bir otoriteye, bir araştırmaya ve duyu güçlerine dayanarak bilmek anlamına gelir. “ayn’el-yakîn” tabiri; bizzat görülerek elde edilen bilgidir, ve  ilm’el-yakine nisbeten daha kesindir. “hakk’el-yakîn” tabiri ise; bilgiyi birebir kendisinin yaşamasıdır.  Örneğin ölmekte olan veya ölmüş birini görmek “ayn’el-yakîn” iken; insanın kendisi ölürken, ölüm hakkındaki bilgisi “hakk’el-yakîn”dir.

5. Rablerinden gelen bir hidayet (rehberlik) üzere olanlar işte onlardır. Felaha1 (kurtuluşa, saadete) erenler de işte onlardır.2

            1 Felah, ebedi kurtuluş ve saadete ermek demektir. Felah sözcüğü Kur’an’da 40 kez geçer: 2:5, 189; 3:104, 130, 200; 5:35, 90, 100; 6:21, 135; 7:8, 69, 157; 8:45; 9:88; 10:17, 69, 77; 12:23; 16:116; 18:20; 20:64, 69; 22:77; 23:1, 102, 117; 24:31, 51; 28:67, 82; 30:38; 31:5; 58:22; 59:9; 62:10; 64:16; 87:14; 91:9.

2 Bu ayet, 31:5 ayetinde de tekrarlanmaktadır. Benzer mesajlar: 8:2-4; 27:1-3; 31:1-5.

6. Küfreden1 kimseleri uyarsan da uyarmasan da şüphesiz ki onlar için aynıdır. İman etmezler.2

1 “ٱلْكُفْرِ” (el-küfr) Arapça'da, temelde “örtmek”, “gizlemek” ve “inkâr etmek” gibi anlamlara gelir. Bu anlamlar, bir şeyin hakikatini gizleyip örten veya reddeden bir tutumu tanımlar. Bu tutumu benimseyen kişi ise “kâfir” olarak adlandırılır, yani bir şeyi örtüp gizleyen veya inkâr eden kişi.

Benzer şekilde, “כפירה” (kefirah) kelimesi İbranice'de, kullanıldığı bağlama göre “inkâr etme”, “yalanlama”, “gizleme” ve “örtme” anlamlarına gelir. Kelimenin kökünde yer alan כ-פ-ר (k-f-r) harfleri, temelde “örtmek”, “gizlemek”, “bağışlamak” ve “keffaret etmek” gibi anlamlarla ilişkilidir. Bu kök, her iki dilde de örtme, gizleme ve reddetme gibi benzer anlamlar taşıyan kavramların ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır.

Dolayısıyla Allah’ın kitaplarından gerçek manada haberdar olmayan ümmilere veya yanlış kaynaklardan araştırdığı için onların hak (doğru, gerçek) olduğunu fark edemediği için iman etmeyen veya onlara karşı olan kişilere kafir demenin, onları kafir statüsünde değerlendirmenin doğru olmadığı kanaati oluşmaktadır.

2 Bu ayette ayırım gözetmeksizin herkesin uyarılması gerektiği, ancak yine de kafirlerin uyarılardan etkilenmeyecekleri dile getirilir. Herkesi uyarmanın gerekliliği, amacı ve uyarıdan kimlerin yararlanacağı ile ilgili bazı ayetler: 5:63, 79; 6:69; 7:164; 11:116; 36:6,10; 51:55; 52:29; 77:5-6; 87:9; 88:21.

7. Allah, onların kalplerinin1 ve duyularının (algılarının)2 üzerini hatem3 etti (mühürledi); basiretlerinin4 üzerine de bir perde!5  Ve onlar için azîm6 (muazzam) bir azap vardır.

1 Biyolojik hayatın merkezi olan kalp, kişinin zihinsel ve duygusal hayatıyla ilişkilendirilir. Kalp, bilgi ve düşüncenin kaynağı ve aracı, anlama ve idrak etmenin merkezi kabul edilir.

            2 Duyu: İnsanların dış dünyanın uyaranlarını görme, koklama, işitme, tat alma ve dokunma işlevlerini yerine getiren göz, burun, kulak, dil ve deri aracılığıyla algılama yeteneğidir. Duyum ise; uyarıcıların, duyu organları aracılığıyla elektrik akımına dönüştürülüp beyne ulaştırılmasıdır.

3 “خَتَم” (khatem) sözcüğü Tevrat’ta da “חֹתָֽמְ” (khotâm) şeklinde geçmektedir ve “mühür, imza, işaretleme” anlamlarına gelir. “Hatem” sözcüğü Kur’an’da 8 kez geçer. (2:7; 6:46; 33:40; 36:65; 42:24; 45:23; 83:25, 26)

Kalplerin ve duyu organlarının mühürlenmesi/işaretlenmesi, Kafirlerin inkârlarında ısrarcı olmalarındandır. Benzer mesajlar: 2:88; 4:155; 7:100, 101; 9:87, 93; 10:74; 16:108; 30:59; 40735; 45723; 47716; 6373.

3 Ebsar: “Görme, kavrama, idrak etme, bir şeyin iç yüzüne vâkıf olma, sezgi” gibi anlamlara gelen basiret kelimesinin çoğuludur. Bu kelimenin “gözler” şeklinde çevrilmesi doğru değildir. Çünkü göz kelimesi Ali İmran, 3:13 ayetinde görüldüğün gibi “عين” (ayn) şeklinde yazılır.

5 “غشي” (ğâşî) kökü, bağlama göre “görmeyi, algılamayı engelleyen örtü/perde” “bir şeyin üstünü tamamen saran, kuşatan örtü/perde” gibi anlamlar taşır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 29 kez geçer: 2:7; 3:154; 7:41, 54, 189; 8:11; 10:27; 11:5; 12:107; 13:3; 14:50; 20:78 (2 kez); 24:40; 29:55; 31:32; 33:19; 36:9; 44:11; 45:23; 47:20; 53:16 (2 kez), 54 (2 kez); 71:7; 88:1; 91:4; 92:1.

            6 “عَظ۪يمٍ” (‘Azîm) kelimesi “büyük, muazzam, kudretli, değerli, muhteşem” gibi anlamlara gelir ve genellikle bir şeyin büyüklüğünü, kudretini veya önemini vurgulamak için kullanılır. Bu nedenle bağlamına göre farklı şekillerde çevrilebilir. Örneğin, Allah için kullanıldığında “Yüce”, “Büyük” veya “Azamet sahibi”; insan için kullanıldığında “değerli”, “saygın” veya “kıymetli”; bir olay için kullanıldığında “muazzam”, “muhteşem” veya “önemli”; cehennem veya azap için kullanıldığında ise “dehşet verici” “korkunç” veya “şiddetli” şeklinde çevrilmesi uygun olabilir.

8. İnsanlardan öylesi de vardır ki “Allah ve ahiret günü ile iman ettik (inanıyoruz ve güveniyoruz).” derler. Oysa onlar mümin1 değildirler.

1 İman etmiş (inanıp güvenmiş) kişiye Arapça’da “مُؤْمِن” (mü’min) denir ve bu kelime hamze ile yazılır. Ancak Türkçede, genellikle hamze kullanılmadan “mümin” şeklinde yazılmaktadır.

9. (Onlar,) Allah’ı ve iman eden kimseleri aldatmaya1 çalışırlar. Nefislerinden (kendilerinden olanlardan) başkasını aldatacak da değildirler. Şuurunda2 da değildirler.

            1 “خدع” (ḫâdaʿa), “aldatmak” demektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 5 kez geçer: 2:9 (2 kez), 4:142 (2 kez), 8:62.

            2 “شعر” (şu’ur), “hissetmek, farkına varmak, bilincinde olmaz, bilmek, sezmek” gibi anlamlara gelmektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 27 kez geçer: 2:9, 12, 154; 3:69; 6:26, 109, 123; 7:95; 12:15, 107; 16:21, 26, 45; 18:19; 23:56; 26:113, 202; 27:18, 50, 65; 28:9, 11; 29:53; 39:25, 55; 43:66; 49:2.

10. Kalplerinde bir hastalık vardır.1 Allah da onların hastalığını arttırdı. Yalan söylediklerinden dolayı da onlar için elim bir azap vardır.

            1 “مرض” (maraz), hastalık demektir. Bu sözcük Kur’an’da 24 kez geçer: 2:10 (2 kez), 184, 185, 196; 4:43, 102; 5:6, 52; 8:49; 9:91, 125; 22:53; 24:50, 61; 26:80; 33:12, 32, 60; 47:20; 29; 48:17; 73:20; 74:31.

Nifak, ikircikli (münafık) davranmak, inanmadığı hâlde çıkarı için veya çeşitli nedenlerle inanıyor gibi görünmek; Müslimlere olan düşmanlığını gizlemek demektir. Kertenkele ve yaban faresinin yer altında birçok yuvası olduğu ve bu yuvalardan hangisine gittiği bilinmediği için bunların yuvalarına da “nufeka” ve “nafika” denmektedir.

11. Onlara “Arḍda1 (yeryüzünde, egemen olduğunuz topraklarda) fesat2 (bozgunculuk) çıkarmayın.” denildiğinde de “Şüphesiz ki bizler ıslah edicileriz.” dediler.

            1 “ارض” (arḍ); Yer, toprak, yeryüzü, zemin anlamlarına gelir. Ancak Kur’an’da bir toplumun yaşadığı topraklar, yaşanılan yer, egemenlik alanı, Allah’ın evrenlerin dışındaki diğer egemenlik alanları gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.

            2 "فَسَدَ" (fesede), bozgunculuk çıkarmak, işe yaramaz hâle getirmek demektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 50 kez geçer: 2:11, 12, 27, 30, 60, 205 (2 kez), 220, 251; 3:63; 5:32, 33, 64 (2 kez); 7:56, 74, 85, 86, 103; 127, 142; 8:73; 10:40, 81, 91; 11:85, 116; 12:73; 13:25; 16:88; 17:4; 18:94; 21:22; 23:71; 26:152, 183; 27:14, 34, 48; 28:4, 77 (2 kez); 28:83; 29:30, 36; 30:41; 38:28; 40:26; 47:22; 89:12.

12. Dikkat edin!  Fesatçılar şüphesiz ki onlardır, ancak o şuurda (bilinçte) değildirler.

13. Onlara, “İnsanların iman ettiği gibi iman edin.” denildiğinde de “Sefih1 (aklı kıt) olanların iman ettiği gibi iman eder miyiz!” dediler. Dikkat edin! Sefih olanlar şüphesiz ki onlardır, fakat bilmezler.

            1 Sefih ile ilgili açıklama 4:5 ayetinde yer alır.

14. Mümin kimselerle karşılaştıklarında ise “iman ettik!” dediler. Şeytanlarıyla1 (kendilerini aldatanlarla, onları saptıranlarla) yalnız kaldıklarında2 ise “Şüphesiz ki biz sizinleyiz! Elbette ki biz (onlarla) alay edenleriz3!” derler.

1 Şeytan, “aldatan, saptıran” demektir. Kur’an’a göre şeytan; haktan uzak olan, gerçekliğe aykırı hareket eden her türlü güç, kurum ve kişinin ortak karakteristik adıdır. (6:112) "Şeytan" kelimesi Kur'an'da 88 kez geçer. İlk şeytan (aldatan, saptıran) İblis’in adı ise Kur’an’da 11 kez geçer.

2 “خَلَوْ” (khalav) fiili “boş kalmak, yapayalnız olmak” anlamına gelmektedir. Ama bu boşluk, bazen fiziksel yalnızlık, bazen de yerin/çağın boş kalması, yani "önce birileri vardı, şimdi yoklar" anlamında vefat veya geçip gitme anlamı taşır. Kur’an’da aynı kökten türemiş 28 kelime geçer: 2:14, 76, 134, 141, 214; 3:119, 137, 144; 5:75; 7:38; 9:5; 10:102; 12:9; 13:6, 30; 15:13; 24:34; 33:38, 62; 35:24; 40:85; 41:25; 46:17, 18, 21; 48:23; 69:24; 84:4.

3 “هزا” (hâzea), küçümsemek, alay etmek anlamına gelir. Asıl anlamı küçümseyerek alay etmektir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 34 kez geçer: 2:14, 15, 67, 231; 4:140; 5:57, 58; 6:5, 10 (2 kez); 9:64, 65; 11:8; 13:32; 15:11, 95; 16:34; 18:56, 106; 21:36, 41 (2 kez); 25:41; 26:6; 30:10; 31:6; 36:30; 39:48; 40:83; 43:7; 45:9, 33, 35; 46:26.

15. Allah, onlarla alay eder! Ve onları tuğyanları1 (azgınlıkları) içinde kör bir hâlde bırakır2!3

1 Sözlükte “haddi aşmak, zulmetmek, azmak, taşkınlık çıkarmak, isyan etmek” anlamlarına gelen “طغى” (tağâ) kökünden türeyen “tuğyan” kelimesi Kur’an’da, türevleri ile birlikte 39 kez geçer: 2:15, 256, 257; 4:51, 60, 76; 5:60, 64, 68; 6:110; 7:186; 10:11; 11:112; 16:36; 17:60; 18:80; 20:24, 43, 45, 81; 23:75; 37:30; 38:55; 39:17; 50:27; 51:53; 52:32; 53:17, 52; 55:8; 62:31; 69:5, 11; 78:22; 79:17, 37; 89:11; 91:11; 96:6.

Aynı sözcükten türeyen “tağut” kelimesi ise; sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi Allah’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve onları kendi kulu olmaya zorlayan kişi ve kurumlar (önder, sapkın, zorba, şeytan, put, kahin) için kullanır. Tağut sözcüğü Kur’an’da, 7 defa (2:256, 257; 4:51, 60, 76; 5:60; 39:17) geçmektedir.

2 “uzatmak, desteklemek, yardım etmek” gibi anlamlara gelen “أَمَدَّ” (amadda) fiilinden türemiş olan “يَمُدُّ” (yumeddu) fiili de “arttırır, genişletir, uzatır, devam ettirir” veya “onlara bir şeyin içindeki durumlarını artırmak” anlamlarına gelir.

3 Bu tür ayetlerde geçen fiiller insanlar için kullanıldığında olumsuz bir anlama gelirken, Allah için kullanıldığında kastedilen mesaj Allah’ın o fiilin cezasını vereceğini bildirmesidir. Benzer kullanımlar: 3:54; 4:142; 8:30; 9:67,79.

16. Hidayet (kılavuzluk, vahiy olan kitap) ile dalaleti satın alanlar işte onlardır! Onların bu ticaretleri kârlı olmadı, hidayet (kılavuzluk) edilenler de olmadılar.

                Hidayet; doğru yola girme, rehberlik etme ve o yola kabul etme anlamlarına gelir. Dalalet ise; kasıtlı veya kasıtsız yoldan çıkma, hedeften sapma, sapkınlık, kaybolma, bir şeyi kaybetme vs. anlamlarına gelir.

17. Onların durumu karanlıkta ateş yakanların durumu gibidir: Ateş, etrafını aydınlatınca Allah, onların nurunu (ışığını) aldı ve onları karanlıklar içinde bıraktı. Görmezler2!3

1  “nūr” (نُور) kelimesi, Arapça’da ışık, parıltı, aydınlık, parlaklık, aydınlatma gibi anlamlara gelir. “Nâr” (ateş) ile kökteş kabul edilir. Yani ateşin yaydığı ışığın nur olduğu belirtilir.

İbranice’de de “or, ner, nur” (יהּ נור, אוֹר) “ışık, aydınlık” gibi anlamlara gelir ve Tevrat’ın ilk ayetlerinde geçer: “Yehi or” (יְהִי אוֹר) = “Nur/Işık olsun!” (Yaratılış 1:3)

Süryanice/Aramice’de de “nūhrā” (ܢܘܗܪܐ) kelimesi ışık, parıltı, nur anlamına gelir.

Kur’an’da “nur” kavramına bu temel anlamların yanı sıra daha derin ve çok boyutlu anlamlar yüklenmiştir:

Bir ayette, Allah’ın zatı için semaların (göklerin, 7 evrenin) ve arḍın (egemenlik alanının / yeryüzünün) nuru denilmektedir: 24:35.

* Bir ayette, Arḍın (egemenlik alanının / yeryüzünün) Allah’ın nuru ile aydınlandığı belirtilmektedir: 39:69.

* Bazı ayetlerde, Tevrat ve İncil’de hidayet (kılavuz) ve nur bulunduğu belirtilmektedir: 5:44, 46; 6:91.  

* Bazı ayetlerde, Yüce Allah’ın hidayet (kılavuzluk) ettiği kimselere nur verildiği belirtilir: 24:40; 33:43; 39:22; 57:28.

* Bazı ayetlerde, Cennetle müjdelenen müminlerle hareket eden ve onlara fayda veren nurlarının olduğu belirtir: 2:17, 257; 5:16; 57:12, 13, 19; 66:8.

* Bir ayette, Kur’an’ın, hidayete erdiren bir nur yapıldığı belirtilir: 42:52.

* İki ayette ise Kur’an için nur denildiği görülür: 9:32; 61:8.

Yukarıdaki ayetlerden, Kur'an'daki "nur" kelimesine, müminler için ilahi bir kanıt, bir mucize ve yol gösterici olan ışık anlamı verildiği görülmektedir. Ayrıca Kur'an'ın da bir nur olduğu, her bir ayetinin de bu nurun bir parçasıdır ve insanı küfrün karanlıklarından imanın aydınlığına çıkardığı belirtilmektedir.

Şu ayetlerde ise; kâfirler hoşlanmasa da Allah’ın, nurunu (Kur’an’ı / yol gösterici olan ışığı) tamamlayıcı olduğu belirtilmektedir:

“(Ehli Kitap olan Müşrikler), Allah’ın nurunu ağızlarıyla (söylemleriyle) söndürmek istiyorlar. Allah ise nurunu tamamlamaktan başkasını istemez; kâfirler hoşlanmasa da! (9:32)

Allah’ın nurunu, ağızlarıyla söndürmek için istiyorlar. Allah ise kâfirler hoşlanmasa da nurunu tamamlayıcıdır!” (61:8)

2 “ب-ص-ر” (b-s-r) kelimesi, görme, yani o anda fark etme / idrak etme anlamı taşır. Bu görme durumunda fiziksel değil, manevi (kalbi) bir görme söz konusudur.

3 Ayette münafıkların durumunu bir benzetmeyle anlatır. Bir kişi, aydınlanmak için ateş yakar. Etrafı aydınlanınca, Allah o ateşi söndürür. Böylece, o kişi karanlıkta kalır ve artık hiçbir şey göremez. Başta tek bir kişi anlatılıyor gibi görünse de, sonra gelen kelimelerden, burada birçok kişiden bahsedildiği anlaşılır. Yani bu durum, aynı şekilde davranan herkes için geçerlidir.

18. Sağırdırlar,1 dilsizdirler,2 kördürler.3 Bundan dolayı (hakikate) geri dönmezler.

1 “صُمٌّۢ” (summun) sağırdırlar demektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:18, 171; 5:71 (2 kez); 6:39; 8:22; 10:42; 11:24; 17:97; 21:45; 25:73; 27:80; 30:52; 43:40; 47:23.

2 “بُكْمٌ” (bukmun) dilsizdirler demektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 6 kez geçer: 2:18, 171; 6:39; 8:22; 16:76; 17:97.

3 “عُمْىٌۭ” (umyun) kördürler demektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 32 kez geçer: 2:18, 171; 5:71 (2 kez); 6:50, 104; 7:64; 10:43; 11:24, 28; 13:16, 19; 17:72, 97 (2 kez); 20:124, 125; 22:46 (2 kez); 24:61; 25:73; 27:66, 81; 38:66; 30:53; 35:19; 40:58; 41:17; 43:40; 47:23; 48:17; 80:2.

Münafık, başlangıçta İslam üzere yaşamak ister. Ancak dünyayı ikinci sıraya atamayınca da kendine engel gördüğü ayetlere karşı kör, sağır ve dilsiz kesilir.     

19. Ya da  gökten inen sağanağa1 benzer. Onda karanlık, gök gürültüsü2 ve şimşek3 vardır.  Yıldırımlardan dolayı da ölüm korkusuyla4 parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Ve Allah, (münafıkları) kafirlerle kuşatmıştır5.

1 “صَيِّبٌ” (sâyyib), “akıp gelen, şiddetli yağan, sağanak” demektir. Bu kelime Kur’an’da sadece bu ayette geçer.

2 “رَعْدٌ” (ra’d), gökyüzünde meydana gelen güçlü sarsıntıyı, yani gök gürültüsünü ifade eder. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:19; 13:13.

3 “ب-ر-ق” (berekê), “parlamak”, “kamaşmak”, “şimşek çakmak” anlamlarını taşır. “بَرْقَ” (bârk) kelimesi de kelimesi bu kökten türetilmiştir ve şimşek anlamını taşır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 7 kez geçer: 2:19, 20; 13:12; 24:43; 30:24; 75:7.

4 “مَحْذُورٌ” (mahzûr) sözcüğü, “Sakınılan, tehlikeli görülen, korkulan şey” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 21 kez geçer: 2:19, 235, 243; 3:28, 30; 4:71, 102 (2 kez); 5:41, 49, 92; 9:64 (2 kez), 122; 15:57; 24:63; 26:56; 28:6; 39:9; 63:4; 64:14.

5 “يُحِيطُ” (yuhit) sözcüğü, “kuşatmak, çevrelemek, sarıp sarmalamak, bilgisine tamamen sahip olmak” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:19, 81, 255; 3:120; 4:108, 126; 8:47; 9:49; 10:22, 39; 11:84, 92; 12:66; 17:60; 18:29, 42, 68, 91; 20:110; 27:22 (2 defa), 84; 29:54; 41:54; 48:21; 65:12; 72:28; 85:20.

20. Şimşek, neredeyse onların basiretini1 (görüşlerini, duyularını) alıp götürecek. Ne zaman onların yolunu bir şimşek aydınlatsa, onda (ışıkta) yürürler. Üzerlerine karanlık çöktüğü zaman da oldukları yerde kalıverirler. Allah isteseydi, işitme ve görme yetilerini1 giderirdi. Şüphesiz ki Allah her şeye Kadir’dir.2

1 “ب-ص-ر” (b-s-r) kelimesi, görme, yani o anda fark etme / idrak etme anlamı taşır. Bu görme durumunda fiziksel değil, manevi (kalbi) bir görme söz konusudur.

2 Kadir: Kudretli, her şeye güç yetiren, her şeyi ölçü ve plan dahilinde dilediği gibi takdir edendir. Değişik formlarıyla birlikte Kur’an’da toplam 132 kez geçer. Bunların 103 tanesi Allah’a isnat edilmektedir.

21. Ey insanlar! Rabbinize kulluk (hizmet) edin! Sizi O yarattı; sizden önceki kimseleri de (O yarattı). Belki muttaki (Allah'a karşı sakınan) olursunuz!

Tevrat ve İncil de yalnızca Allah’a mutlak kulluğu savunmaktadır: Dinle ey İsrail, ilahınız (En Yüceniz olan) Yahve tek Yahve’dir. İlahınız Yahve’yi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün gücünle seveceksin.” (Yasa’nın Tekrarı 6:4,5).

“… ‘Dinle ey İsrail, İlahınız (En yüceniz olan) Yahve tek Yahve’dir. İlahın Yahve’yi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün zihninle ve bütün kuvvetinle seveceksin.” (Markos 12:29,30)

22. O, sizin için arḍı1 yaşanılabilir bir yer2, göğü de bir bina3 yaptı. Gökten su indirir, onunla da size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarır.4 Öyleyse bile bile Allah’a denkler (eşdeğerler, ortaklar) koşmayın!

1 “ارض” (arḍ); Yer, toprak, yeryüzü, zemin anlamlarına gelir. Ancak Kur’an’da bir toplumun yaşadığı topraklar, yaşanılan yer, egemenlik alanı, Allah’ın evrenlerin dışındaki diğer egemenlik alanları gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.

2 Ayette geçen “firaşen” sözcüğü; döşemek, sermek, yaymak, çarşaf gibi anlamlara gelir.

            3 Bu sözcük, Arapça’da “ب ن ي” (b-n-y) kökünden türetilmiş bir fiildir. Bu kök genellikle “kurmak”, “yapı”, “bina”, “inşa etmek”, “bina yapmak”, “düzenlemek” anlamlarını taşır. Kur’an’da, bu kökten türemiş 13 sözcük geçer: 2:22; 9:110 (2 kez); 16:26; 18:21 (2 kez); 37:97; 38:37; 40:64; 50:6; 51:47; 61:4; 78:12.

            4 “خرج” (kharac), çıkarmak, dışarı çıkarmak, tahliye etmek, sürmek, kovmak” gibi anlamlara gelir.

23. Kulumuza (hizmetkarımıza) indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, haydi onun benzeri bir sure1 getirin!2 Eğer sadık (doğru, dürüst) iseniz, Allah’ın dışındaki3 tanıklarınızı4 da çağırın.

1 Sevr (sevre) kökünden türeyen sûre kelimesi (çoğulu süver) “yüksek ve güzel bina, evin bir bölümü veya katı, yüce mertebe, şan ve şeref, alâmet ve nişan” manalarına gelir. Kur’an’ın belli bölümlerine sûre denilmesi, birbiriyle ahenkli parçalardan meydana gelmesi yahut onların her birinin Kur’an binasının bir katını veya bir parçasını teşkil etmesi sebebiyle olabilir. Sûre kelimesi Kur’an’da 9 yerde tekil [2:23; 9:64, 86, 124, 127; 10:38; 24:1; 47:20 (2 kez)], bir yerde (11:13) de çoğul olarak geçmektedir.

 2 Kur’an’da meydan okuma (tahaddi) içeren ayetler, indiriliş sırasına göre kademeli bir şekilde yer alır:

            İlk olarak, tüm Kur’an’ın benzerini getirmeye yönelik meydan okuma yaklaşık 60–70 surelik bir birikimden sonra gelir. Bu ifade 17:88 ayeti ile 52:34 ayetinde yer alır.

Ardından gelen meydan okuma, on surelik benzer bir metin getirme şeklindedir ve 11:13 ayetinde geçer.

            Son olarak ise, tek bir sure kadar benzerini getirme çağrısı yapılır. Bu, 10:38 ayeti ile 2:23 ve 24 ayetlerinde ifade edilir.

Kur’an’ın edebi yönden taklit edilemez oluşunu ileri sürmek, kanıtlanması olanaksız bir savdır. Zira edebi yönden iki metinden hangisinin üstün olduğunu kanıtlayabilecek objektif ve evrensel bir kriter yoktur.  Kur’an’ın Allah kelamı oluşunun delili, Arapça bilenlerin edebi zevkine göre değişen subjektif bir değerlendirmeye bağlanamaz. Bu nedenle bu meydan okuma ayetleri ile Kur’an’ın matematiksel mucizesine işaret edilmektedir. Yüce Allah’ın, kod görevi gören Huruf-u Mukattâ denilen harflerle; surelerin, surelerin ayetlerinin, hatta kodlanan harflerin sayılarının dahi Allah tarafından korunduğunun bir göstergesidir. Konu ile ilgili olarak 2:1 ayetindeki açıklamaya bakınız.

3 “مِنْ دُونِ” (min duni) ifadesi, bir şeyi dışlamak, istisna etmek, yokluğunu vurgulamak veya onun yerine başka bir şeyi koymak anlamlarında kullanılan bir Arapça edat grubudur ve  "dışında/haricinde, -den başka/yerine, olmadan/-sız-siz " anlamlarına gelir.

4 İbranice’deki הָֽעֵדֻת֙ (ha’edut) ve Arapça’daki شهد (şehadet) kelimeleri birbirlerine benziyorlar. Her iki kelime de “tanıklık” veya “kanıt” anlamına gelir ve kökenleri aynı Sami dil ailesine dayanır. “Şehit” ifadesi de tanık demektir.

24. O hâlde bilin ki (bunu) yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız. O zaman kafirler (hakkı örtenler) için hazırlanan1 ve yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten sakının!

1 “أَعَدَّ” (a‘aḍḍa), bir şeyi “hazırlamak”, “düzenlemek”, “sıralamak” anlamına gelir.

25. İman eden ve salih ameller1 (doğru, yapıcı, erdemli fiiller) işleyen kimseleri de müjdele.  Altından nehirler akan cennetler onlar içindir. Oradaki ürünlerden rızıklandıklarında, “Bu daha önce rızıklandığımız bir şeydir!” derler. Ve onlara benzer olarak verilir.2 Orada onlar için mutahhar (tertemiz, iyi, faydalı) eşler3 de vardır. Ve onlar orada (ebedi) kalıcıdırlar.4

                1 Salih; iyi, doğru, yararlı ve uygun olmak demektir. Salihât ise; iyi, doğru, yararlı, yapıcı tüm fiilleri kapsar. Ancak Kur’an’a uygun olarak yapılmayan hiçbir iş salihâttan (doğru, yapıcı, erdemli fiillerden) sayılmaz. Ameller (fiiller, işler), Allah’ın Kur’an’da bildirdiklerine uygun işlense de iman etmedikçe de salih amel sayılmaz. Onun için Kur’an’da nerede salih amelden söz edilmişse öncesinde imandan söz edilmiştir.

2 Cennet ve cehennem tasvirleri birer kinaye ve mecazdır (bkz: 13:35; 17:60; 47:15; 76:16). Çöl ortamında yaşamış insanlara cennet, altlarından nehirler akan ve çeşitli meyveler olan bahçelere benzetilmektedir.

3 “zevc” kelimesi “eş”, “eşleşmiş şeyler”, “çiftin bir parçası”, “karı-koca” ve “erkek ya da dişi birey” gibi anlamlara gelir. Cennete girenler için “mutahhar” yani her türlü eksiklerden arındırılmış eşleri olacaktır.

4 Cennetin ebedî oluşuyla ilgili olarak bkz: 2:82; 3:15, 107, 136, 198; 4:13, 57, 122; 5:85, 119; 7:42; 9:22, 72, 89, 100; 10:26; 11:23, 108; 13:35; 14:23; 18:108; 20:76; 21:102; 23:11; 25:15, 16, 76; 29:58; 31:9; 39:73; 43:71; 46:14; 48:5; 50:34; 57:12; 58:22; 64:9; 65:11; 98:8.

26. Şüphesiz ki Allah, bir sivrisineği1, hatta onun üstünde olanı (kanadını vb) örnek vermekten çekinmez2. İman eden kimseler, bunun Rablerinden gelen bir hak (gerçek, hakikat) olduğunu böylece bilirler. Küfreden (hakkı örten) kimseler ise, “Allah, acaba bu örnekle ne demek istedi?” derler.3 (Allah) onunla bir çoğunu saptırır, bir çoğunu da onunla hidayet (kılavuzluk) eder; onunla fasıklardan başkasını saptırmaz.4

                1 “بعض” (ba’ḍa) küçük parçalara ayırmak, bölmek anlamına gelen bir fiildir. Bu kökten türeyen “بَعُوضَة” kelimesi ise küçük ve rahatsız edici böcek, yani dişi sivrisinek anlamındadır. Dişi sivrisinek, kan emen, yani insanlara zarar veren ve dolayısıyla ayette örnek verilmesinde anlamlı olan türdür. Erkek sivrisinek kan emmez, polen ve bitki özüyle beslenir. “بَعُوضَة” kelimesi Kur’an’da sadece bu ayette geçer.

2 “ح-ي-ي” (hâ-yâ-yâ) kelime kökü “haya” yani “utanma”, “çekinme” anlamına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 4 kez geçer: 2:26; 28:25; 33:53 (2 kez).

3 Bu ayette ve başka ayetlerde sinek, örümcek, karınca, arı gibi ‘değersiz’ şeylerden söz edilerek, hayatımızdaki bu kadar basit ayrıntılarla acaba neyi anlatmak istenilmektedir? şeklinde düşünülebilir. Hem burada hem de “Ey insanlar, (size) bir örnek veriliyor, onu dinleyin: Allah’ın dışında dua ettikleriniz bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek, onlardan bir şey kapacak olsa, onu da ondan geri alamazlar! (Onlardan yardım) isteyen de âciz, istenen de!” şeklindeki 22:73 ayetiyle verilmek istenen mesaj, insanların ve putlarının ne kadar güçsüz ve aciz olduklarını müşriklere kavratmaktır.

Sıradan, yararsız bir böcek olarak bilinen sivrisinek, duyu alma organı, pompa düzeni, ayakları, kanatları ve iç organlarıyla eksiksiz yaratılmış bir varlıktır. Sivrisineklerin, yalnızca dişileri kan emerler ve kendi ağırlıklarından daha çok kan emmelerine karşın, derileri esnek olduğu için çatlamazlar. Erkek sivrisinekler ise yalnızca çiçek özleriyle beslenirler ve dişilerin aşılanması görevini yerine getirdikten sonra ölürler.

4 “فسق” (fısk), aslında bir şeyin dışına çıkmak demektir. Dini terminolojide ise, Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyip günaha düşmek, yani açıkça itaatsizlik etmek anlamına gelir. Fısk sözcüğü türevleri ile birlikte Kur’an’da 54 kez geçer: 2:26, 59, 99, 197; 282; 3:82, 110; 5:3, 25, 26, 47, 49, 59, 81, 108; 6:49, 121, 145; 7:102, 145, 163, 165; 9:8, 24, 53, 67, 80, 84, 96; 10:33; 17:16; 18:50; 21:74; 24:4, 55; 27:12; 28:32; 29:34; 32:18, 20; 43:54; 46:20, 35; 49:6, 7, 11; 51:46; 57:16, 26, 27; 59:5, 19; 61:5; 63:6.

27. Onlar, Allah’a verdikleri ahdi (sözü) misaklarından (kendileriyle yapılan antlaşmadan) sonra bozarlar. Allah’ın birleştirilmesini (gözetilmesini) emrettiği şeyleri de koparırlar. Arḍda (yeryüzünde, egemenlikleri altındaki topraklarında) da fesat (bozgunculuk) çıkarırlar.1 Hüsrana uğrayanlar işte onlardır.2

1 Bu cümle 13:25 ayetinde de tekrarlanmaktadır. Bu ifadenin zıddı ise 13:21 ayetinde yer alır.

2 Bu kısa ayet anlam bakımından öylesine geniştir ki, iki insanın arasındaki ilişkiden, uluslararası ilişkilere kadar tüm ahlâkî durumları ihtiva eder. Bu ayete göre Allah’ın insanlara korunmasını emrettiği ilişkileri kesmek, kaos ve düzensizliğe neden olur. Çünkü sadece bu ilişkiler, insanları Allah’a ve birbirlerine bağlayabilir.

“İlişkileri kesmek” aynı zamanda “onları kötüye kullanmak” anlamına da gelir. Çünkü bu bağlar doğru bir şekilde gözetilmediği sürece aynı sonuçlar ortaya çıkar. Bu nedenle Kur’an sadece bu bağların koparılmasını değil, dünyada karışıklık, kaos ve düzensizliğe neden olduğu için suistimal edilmesini de yasaklar.

28. Allah ile nasıl küfredersiniz (hakkı örtersiniz)? Sizler, ölüler idiniz ve O sizi diriltti. Ardından sizi öldürecek. Ardından sizi diriltecek. Ardından O’na döndürüleceksiniz!1

1 Ayette insanlar için söz konusu olan beş aşama dile getirilmektedir. İnsan bedeninin canlanmadan ve ruh sahibi kılınmadan önceki hali onun ölüm yani cansız halidir. Bu ilk aşamadır. İkinci aşamada Yüce Allah insanlar ölüyken onları hayata getirdiğini ifade ederek cansız veya doğadaki hâlden kendilerini canlı ve hayat sahibi bir dönüşüme tabi kıldığını belirtmektedir. Üçüncü aşamada bu hayata geldikten sonra zamanı geldiğinde insanları vefat ettireceğini, dördüncü aşamada onları yeniden dirilteceğini, beşinci aşamada ise hesap vermek üzere huzuruna döndürüleceklerini ifade etmektedir.

Sadıklar (doğru, güvenilir olanlar) ise gerçekte ölmezler. Onlar, bu dünyadaki geçici süreleri sona erdiğinde, ölüm melekleri onları doğrudan Cennete davet ederler (2:154, 3:169, 8:24, 22:58, 16:32, 36:20-27, 44:56, 89:27-30). Böylelikle, muttakiler sadece ilk günahımızdan sonraki ilk ölümü tecrübe ederlerken, kafirler iki ölümden geçerler (40:11). Ölüm anında, inkârcılar sefil akıbetlerini bilirler (8:50, 47:27), sonra onlar Cehennem yaratılana dek sürekli bir kâbusa maruz kalırlar (40:46, 89:23, Ek 17).

29. O, arḍdakilerin1 tümünü sizin için yaratandır. Ardından semaya (göğe) istiva2 etti. Böylece onları yedi gök (7 evren) olarak düzenledi.3 O, her şeyi Bilen’dir.

1 “ارض” (arḍ); Yer, toprak, yeryüzü, zemin anlamlarına gelir. Ancak Kur’an’da bir toplumun yaşadığı topraklar, yaşanılan yer, egemenlik alanı, Allah’ın evrenlerin dışındaki diğer egemenlik alanları gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.

2  İstiva ile ilgili açıklama ise 7:54 ayetinde yer alır.

3 Evrenimiz, milyarlarca ışık yılı uzaklığındaki milyarlarca galaksisi ile 7 evrenin en küçüğüdür (Kur’an-Son Ahit, Ek-6, s.387).

30. Ve Rabbin meleklere1 demişti ki: “Şüphesiz ki Ben, yeryüzünde bir halife2 (sorumluluk sahibi, vekil) yapıyorum (tayin ediyorum).” Dediler ki: “İçinde fesat (bozgunculuk) yapanı ve kan dökeni mi tayin edeceksin? Oysa biz, Senin hamdin ile (bize öğrettiğin duayla/öğretilerin ile) Seni tesbih ediyoruz3 (yüceltiyoruz) ve seni takdis ediyoruz4 (kutsuyoruz).” Dedi ki: “Şüphesiz ki Ben, bilmediğiniz şeyleri bilirim.”

            1 Melek” kelimesi; Arapça (مَلَك, melek), İbranice (מַלְאָךְ, mal'akh) ve Süryanice (ܡܲܠܲܐܟܵܐ, mal'akhā) gibi Sâmî dillerde ortak bir kökene dayanır. Genellikle “elçi” veya “haberci” anlamında kullanılır. Aynı zamanda “kral”, “hükmeden” ve “tasarruf sahibi” gibi anlamlarla da ilişkilendirilmiştir. Bu bağlamda melekler, hem ilahi mesajları ileten elçiler hem de Allah’ın emriyle evrende çeşitli görevleri yerine getiren güçlü varlıklar olarak tanımlanmıştır.

2 Halife, temsilci demektir. Halifenin görevi, temsil ettiği otoritenin isteklerini yerine getirmektir. Verilen bu yetkileri kendi arzularına göre kullanırsa bu bir isyan ve ihanet olur. 

Yüce Allah’ın yüksek rütbeli yaratıklarından biri olan İblisin (şeytanın), bir egemenlik alanını, Yüce Allah’ın yanında bağımsız bir ilah olarak yönetebileceği konusunda kibirli bir fikir geliştirmesiyle başladı. Yüce Allah’ın mutlak otoritesine olan bu meydan okuma sadece bir inkar değildi, aynı zamanda hatalıydı da. Şeytan, yalnızca Yüce Allah’ın bir ve tek ilah olma kabiliyetine sahip olduğu ve yüce (ilah) olmanın  onun idrakinden çok daha fazlası olduğu gerçeği konusunda cahildi. Şeytanı, bir egemenlik alanının sorumluluğunu bir yüce olarak üstlenebileceğine ve onu hastalık, sefalet, savaş, kazalar ve kaos olmadan yönetebileceğine inandıran şey bencilliği ve kibriydi. Yüce Allah’ın yaratıklarının ezici çoğunluğu Şeytan’la aynı fikirde değildi. Yine de çeşitli derecelerde onunla aynı fikirdeki sayıca çok az olan bencil azınlık, milyarlarca sayıda idi.

Böylece, Göksel Topluluk içinde büyük çekişme patlak verdi: “(De ki) Onlar tartışırlarken mele-i ala (yüce melekler, yüce topluluk) hakkında bir bilgim yoktu.” (Sad, 38:69)

Şeytan ve yandaşlarının, Yüce Allah’ın mutlak otoritesine karşı olan haksız meydan okuması en etkin şekilde karşılanıp çözüldü ve onlara suçlarını kınamaları ve Allah’a teslim olmaları için yeterince şans verildikten sonra, Yüce Allah en inatçı isyancıları Dünya adında bir uzay gemisine sürgün etmeye ve kendilerini günahtan kurtarmaları için onlara bir şans daha vermeye karar verdi.

  Bir uçağı uçurabileceğinizi iddia ediyorsanız, iddianızı test etmenin en iyi yolu size bir uçak vermek ve onu uçurmanızı istemektir. Yüce Olan Allah’ın, Şeytanı bir yüce olabileceği iddiasına yanıt olarak yapmaya karar verdiği şey de tam da buydu. Böylece, Yüce Olan Allah, Şeytanı minik zerre olan Dünya’da halife (temsilci, geçici bir yüce) olarak atadı:

Rabbin meleklere demişti ki: “Şüphesiz ki Ben, yeryüzünde bir halife yapıyorum.” Dediler ki: “İçinde fesat yapanı ve kan dökeni mi tayin edeceksin? Oysa biz, Senin hamdin ile (bize öğrettiğin duayla) Seni tesbih ediyoruz ve seni kutsuyoruz.” Dedi ki: “Şüphesiz ki Ben, bilmediğiniz şeyleri bilirim.” (Bakara, 2:30)

Melekler, İblisin bozgunculuk yapan, yalancı ve katil biri olduğunu biliyorlardı: (İsa onlara şöyle dedi): “Sizler, babanız İblistensiniz ve babanızın arzularını yerine getirmek istiyorsunuz. O, kendi yolunda yürümeye başladığında katil oldu; hakikat yolunda kalmadı. Çünkü içinde hakikat yoktur. Yalan söylediği zaman, karakterine uygun davranır. Çünkü hem yalancıdır (Tevrat, Başlangıç, 3:4,5) hem de yalanın babasıdır.” (İncil, Yuhanna 8:44)

Bu nedenle de melekler, isyancıların da liderlerinin de Allah’ın hükümranlığından sürgün edilip cezalandırılmaları gerektiği kanaatindeydiler. Fakat Merhamet Edenlerin En Merhametlisi Olan Yüce Allah, isyancılara suçlarını kınamaları, tövbe etmeleri ve Kendisinin mutlak otoritesine teslim olmaları için bir şans vermeyi irade etti.

Böylece şeytan ile aynı fikirde olanlara egolarını öldürmeleri ve Yüce Allah’ın mutlak otoritesine teslim olmaları için bir şans verildi. Bu suçlu yaratıkların ezici çoğunluğu bu fırsattan yararlanırken, yaklaşık 150 milyar yaratıktan oluşan küçük bir azınlık bu tekliften yararlanmakta başarısız oldu:

“Şüphesiz ki Biz, emaneti (sorumluluğu) göklere (7 evrene) ve yere ve dağlara teklif ettik. Bunun üzerine onu yüklenmek istemediler ve ondan endişelenip korktular. Ve onu insan yüklendi. Şüphesiz ki o, zalimdir, cahildir. (Ahzab, 33:72).


Göksel topluluktaki bu çekişme, yaratılanların farklı kategorilerde sınıflandırılmasına yol açmıştır: 

I. Melekler: Allah’ın mutlak otoritesini asla sorgulamayan yaratıklar olarak sınıflandırıldı. Yalnızca Allah’ın, ilah (Yüce Olan) olduğunu biliyorlardı. Yaratıkların ezici çoğunluğu bu kategoridedir. Allah’a kulluk (hizmetkârlık) etmekte olan bu sınıftakilerin miktarını kendileri bile bilmezler. Onların sayısını ancak Allah bilir:

“… Rabbinin ordularını O’ndan başkası bilmez. Bu, beşer için zikirden (hatırlatmadan) başka bir şey değildir.” (Müddessir, 74:31)          

II. Hayvanlar ve Diğer Varlıklar: Asilerin büyük çoğunluğu da Yüce Allah’ın krallığına yeniden katılma yönündeki lütufkâr tekliften faydalanmak için egolarını öldürdüler ve küfürlerinin bir kefareti olarak teslimiyeti seçtiler ve kendilerine verilen her türlü rolü kabul ettiler. Bu itaatlerine karşılık olarak da günahlarından kurtarılarak Yüce Allah’ın sonsuz krallığına tekrar geri alınırlar:

“Yeryüzünde hareket eden hiçbir dabbe (hareket eden varlık) ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler (toplumlar) olmasın. Biz, Kitap’ta (Tevrat, İncil ve Kur’an’da) hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar, Rablerinin huzurunda toplanacaklar.” (Enam, 6:38)

At, köpek, ağaç, Güneş, Ay, yıldızlar, aynı zamanda deforme olmuş ve retarde çocuklar, suçlarını kınayan ve tövbe eden ve kendilerine verilen role sadık kalan bu yaratıklar arasındadır.

Atın egosu yoktur. Atın sahibi zengin veya fakir, uzun veya kısa, şişman veya zayıf, genç veya yaşlı olabilir ve at hepsine hizmet edecektir. Köpeğin egosu yoktur; sahibi ne kadar zengin ya da fakir olursa olsun kuyruğunu sahibine sallayacaktır. Güneş her gün tam olarak Yüce Allah’ın tayin ettiği zamanlarda doğar ve batar. Ay, Dünya etrafındaki senkronize yörüngesini en ufak bir sapma olmadan takip eder. İnsan vücudu -geçici bir elbise- yeryüzüne aittir; bu bakımdan, o da bir teslim olandır. Kalp, akciğerler, böbrekler ve diğer organlar kontrolümüz dışında fonksiyonlarını yerine getirirler:

Göklerde (7 evrenin) ve yerde bulunanların; Güneş’in, Ay’ın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların ve insanlardan birçoğunun Allah’a secde ettiğini görmüyor musun? Birçoğu da azabı hak etmiştir. Allah, kimi aşağılarsa, artık onu değerli kılacak (onurlandıracak) yoktur. Allah istediğini yapar. (Hac, 22:18)

III. Cinler: Suçlu yaratıkların bir bölümü ise tekrar tevbe ettiklerini unutup İblis bakış açısıyla bencillik etmeye devam etti ve cinler olarak sınıflandırıldı.

Dünya üzerindeki cennete yerleştirilmek üzere insanlardan önce cinler yaratılmıştı.  

Kendisine verilen halifeliğin kalıcı olacağını sanan İblis, insanın yaratılış sürecindeki sınavında tekrar başarısız olur:

“İnsanı, hamein mesnun olan salsaldan (belirli bir ölçü ve bileşene göre şekil verilmiş, ses çıkaracak kadar kupkuru bir balçıktan) yarattık. Cinleri ise, önceden Semum (maddenin özüne işleme özelliğine sahip zehirli) bir ateşten yarattık. Rabbin, meleklere demişti ki: “Ben hamein mesnun olan salsaldan bir beşer (canlı, insan) yaratıyorum.  Tesviye ettiğimde (bir düzene soktuğumda) ve ruhumdan ona (can) üflediğimde, ona secde edin!” Bunun üzerine bütün melekler hep birlikte secde ettiler. Ancak İblis, secde edenlerle birlikte olmak istemedi. “Ey İblis! Seni, secde edenlerle olmaktan alıkoyan nedir?” dedi. Dedi ki: “Çamurdan, yıllanmış balçıktan yarattığın bir beşere secde etmem!” Dedi ki: “Öyleyse çık oradan! Sen recmedildin (taşlandın, dışlandın)! Din Gününe (hesap gününe) kadar da lanet senin üzerinedir. (İblis) deki ki: “Rabbim! O hâlde (insanların) yeniden döndürülecekleri güne (diriltilecekleri hesap gününe) kadar bana mühlet ver.” (Allah) dedi ki: “Sen, mühlet (süre) verilenlerdensin. Bilinen vaktin (yargı) gününe kadar.” (İblis deki ki:) Rabbim! Sapıtmama neden olduğundan dolayı ben de yeryüzündeki her şeyi onlara cazip göstereceğim, hepsini de sapıtacağım. Onlardan, muhlis (samimi, içten) olan kulların hariç.”  (Allah) dedi ki: “Bu, Bana varan sırat-ı müstakimdir (dosdoğru yol budur)! Kullarım üzerinde senin sultanın (yetkin, otoriten) yoktur; sapıtıp sana uyanlar hariç. Onların hepsinin varacağı yer de cehennemdir.” (Hicr, 15:26-43)

“…Cehennemi senden (cinlerden) ve onlardan (insanlardan) sana uyanlarla dolduracağım.” (Sad, 38: 85)

Böylece İblis, kendisine verilmiş olan bu yetkiyi de insanlara kaptırır:

“Sizi de yeryüzünün halifeleri (sorumluları, temsilcileri) yapan verdiği şeylerle (nimetlerle) sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle yükselten O’dur. Rabbin, cezası (karşılığı) hızlı olandır. Şüphesiz ki O, Gafur’dur, Rahimdir.” (Enam, 6:165).

IV. İnsanlar: Bunlar, İblisin iddiasıyla ilgili şüphe duydukları hâlde, Yüce Allah’ın mutlak otoritesi konusunda sağlam bir duruş sergileyemeyenlerdir. Egoları da kendilerine Yüce Allah’ın krallığına yeniden katılma yönündeki lütufkâr tekliften faydalanmalarını engelledi:

Şüphesiz ki Biz, emaneti (sorumluluğu) göklere (7 evrene) ve yere ve dağlara teklif ettik. Bunun üzerine onu yüklenmek istemediler ve ondan endişelenip korktular. Ve onu insan yüklendi. Şüphesiz ki o, zalimdir, cahildir. (Ahzab, 33:72).

 Hevasını (istek ve arzularını) ilah edineni (egosunu yüce olarak göreni) gördün mü? ona vekil mi olacaksın?”  (Furkan, 25:43).

Tevrat’ta, Başlangıç, 2:8-25; 3:1-22 ayetlerinde de ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi yeryüzündeki cennete (bahçeye) yerleştirilen insan, şeytanın aldatması sonucu Allah’ın ilk emrini çiğner:

“Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin ve dilediğiniz yerde, ondan (nimetlerinden) bolca yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz!” dedik. Fakat şeytan onları oradan (kandırarak) kaydırdı ve içinde bulundukları yerden çıkardı. Biz de dedik ki: “Birbirinize düşman olarak inin. Belirli bir süreye kadar, yeryüzü size barınak ve geçinme yeri olacak.” (Bakara, 2:35, 36)

“Böylece, onları yalanlarla aldattı. Ağacı tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennetin yapraklarıyla üstlerini örtmeye başladılar. Rableri de onlara seslendi: “Sizi o ağaçtan menetmedim mi, şeytan da sizin apaçık düşmanınızdır demedim mi?” “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz.” dediler. Dedi ki: “Birbirinize düşman olarak inin. Belirli bir süreye kadar, yeryüzü size barınak ve geçinme yeri olacak.” Dedi ki: “Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan (hesap vermek üzere) çıkarılacaksınız.” (Araf, 7:22-25)

Doğumdan ölüme kadar her insana bir cin atamak Yüce Allah’ın planıydı. Cin, yoldaşı olduğu şeytanı temsil eder; onun bakış açısını destekler ve eşlik ettiği insanı saptırmak ister: Yoldaşı, “İşte yanımdaki hazır” der.” Atın cehenneme, her inatçı kâfiri; Hayra engel olanı, azgını, şüpheciyi. O, Allah’ın dışında başka ilah edindi. Onu şiddetli azaba atın!” Yoldaşı, “Rabbimiz, onu ben azdırmadım. Zaten kendisi derin bir sapkınlık içindeydi.” dedi. Dedi ki: “Huzurumda çekişmeyin! Sizi daha önce yeterince uyardım. Katımda söz değiştirilmez, kullara zulmeden de değilim!” (Kaf 50:23-29)

Böylece cinlere de insanlara da kendilerini yeniden ıslah edip egolarını kınamaları ve kendilerini günahlarından kurtararak yeniden Yüce Allah’ın mutlak otoritesine teslim olmaları için bu dünyada son bir şans verilmiştir. Ne zaman bir insan doğsa, bir cin de doğup bu yeni insana atanır:

“Ey Ademoğulları! Şeytan, ana babanızın mahrem yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın! O ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları iman etmeyenlere evliya kıldık.” (Araf 7:27)

“Ey Ademoğulları! Ben, size ‘Sizin için apaçık düşmanınız olan şeytana kulluk (hizmet) etmeyin.’ diye sizinle ahdetmedim mi?” (Yasin 36:60)

“… Benim yerime onu (İblisi) ve onun soyunu mu evliya ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değişimdir!” (Kehf 18:50).

Halifelik yetkisi artık insanlardadır (6:165). Ancak bu yetki, İblis gibi sınavı kaybeden insanlardan alınır ve Allah’a kulluk (hizmetkarlık) eden kişilere veya topluluklara devredilir. Bu nedenle de ilk önce Nuh ve onunla gemide olanlar (10:73), ardından Semud kavmi (7:73), ardından İsrailoğulları (7:129), ardından da Muhammed ve onunla iman edenler (35:39) halife kılınır.

Son olarak da yeryüzünün halifeliği başkalarına vadedilir: “Allah, aranızdan iman eden ve salih ameller (doğru, yapıcı, erdemli fiiller) işleyenlere; kendilerinden öncekileri halife (sorumlu, egemen) kıldığı gibi onları da yeryüzünde halife kılacağını, onlar için uygun gördüğü ve razı olduğu dini, kendileri için sağlamlaştıracağını ve ardından korkularını emniyete dönüştüreceğini vadetmiştir.” (Nur 24:55)

(Daha geniş açıklama için bakınız: Kur’an-Son Ahit, S: XVI-XX)

3 “تَسْبِيح” (tesbih) kelimesinin, Arapça’da sebh (سَبْح) kökünden türediği, bu kökün de suda yüzmek veya havada süzülmek gibi hızlı, sürekli ve düzenli bir hareketi ifade ettiği belirtilir. “تَسْبِيح” (tesbih) kelimesinin de bağlama göre mecazen Allah'ı yüceltmek ve O’nu her türlü eksiklikten tenzih etmek (uzak tutmak) anlamına geldiği belirtilir.

Tesbih kavramının İbranice dilindeki karşılığı ise “שַׁבָּח” (sebeh) kelimesidir. Bu kelime, övme, yüceltme ve Allah’ı anma anlamlarını taşır. Ayrıca, “לְשַׁבֵּחַ” (Lesâbbâh) kelimesi de benzer şekilde övmek, yüceltmek ve Allah’ı anmak anlamına gelir. İbranice'deki bu kullanımlar, tesbih kavramının semantik alanının övgü ve yüceltme ekseninde şekillendiğini göstermektedir.

Süryanice dilinde ise tesbih kavramı, “ܫܒܚ” (sâbâh) kelimesiyle ifade edilir. Bu kelime de övmek, yüceltmek ve Tanrı'yı ululamak anlamlarını taşır. Ayrıca, ܫܒܘܚܐ (sâbuḥo) ve ܬܫܒܘܚܬܐ (Teshbuḥta) kelimeleri de övgü, tesbih ve Tanrı'yı yüceltme anlamına gelir. Süryanice'deki bu kullanımlar, tesbih kavramının Allah’a yönelik övgü ve yüceltme eylemlerini içerdiğini ortaya koymaktadır.

Bu nedenle, çeviri sürecinde “تَسْبِيح” (tesbih) kelimesinin, Sami dillerde ortak olarak taşıdığı övme, yüceltme ve Allah'ı anma anlamı esas alınacaktır.

Kur'an'da, alemlerdeki (evrenlerdeki) tüm varlıkların (melekler, dağlar, kuşlar, yıldızlar vb.) Allah’ı tesbih ettiği (yücelttiği) belirtilir (13:13; 17:44; 24:41; 40:7; 41:38; 42:5; 55:6).

Yüce Allah, Muhammed Nebi’ye hitaben biz müminlerin de kendisini nasıl yücelteceğini bildirir:

“فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ”

“Öyleyse, Azîm (muazzam) olan Rabbinin adını tesbih et! (yücelt!)” (56:74, 96; 69:52)

“سَبِّحِ اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰىۙ”

“En yüksekte olan Rabbinin adını tesbih et (yücelt)” (87:1)

“فَسَبِّـحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ”

“O hâlde Rabbinin hamdi ile tesbih et…” (15:98)

“وَرَبَّكَ فَـكَبِّرْۙ”

“Rabbini de böylece tekbir et (büyüt)!”  (74:3)

Bundan dolayı salat ederken; kıyamda Rabbimizin hamdi olan Fatiha Suresi ile, rükûda “Sübhâne Rabbiyel-Azîm” (Azîm (muazzam) olan Rabbim Yücedir) ifadesiyle, secdede de “Sübhâne Rabbiyel-A‘lâ” (En yüksekte olan Rabbim Yücedir) ifadesiyle, eylemler arasında da “Allah-u Ekber” ifadesi ile Rabbimizi yüceltiriz.

Tesbih etmeyi sadece tesbih çekmeye indirgemek de bir bidat ve bir hurafedir.

4 “نُقَدِّسُ” (nukaddisu) ifadesi, “kutsallık”, “yücelik” anlamlarına gelen “ق-د-س” (k-d-s) kökünden türemiştir. Aynı kökten türemiş 10 kelime Kur’an’da geçer: 2:30, 87, 253; 5:21, 110; 16:102; 20:12; 59:23; 62:1; 79:16.

31. Ve (Allah) isimlerin1 tümünü Adem’e öğretti. Sonra onları (varlıkları) meleklere gösterdi2 ve dedi ki: “Sadıklardansanız (doğrulardan, dürüstlerden), bunların isimlerini bana bildirin3.”4

            1 “ٱلْأَسْمَا” (esmâ), isimler demektir. Bu ayet, insanın bilgi edinme ve kavrama yeteneğinin ilahi kaynaklı olduğunu göstermektedir.

                2 “عَرَضَ” (‘aredâ) ifadesi “arz etmek, göstermek, sunmak, sergilemek” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 11 kez geçer: 2:31; 11:18; 18:48, 100; 33:72; 38:31; 40:46; 42:45; 46:20, 34; 69:18.

            3 “أَنۢبِـُٔونِى” (enbiuni) ifadesi “bana bildirin” demektir. Söz konusu kelime “bildirme, haber verme” anlamına gelen ن ب أ” (n-b-e) fiil kökünden türemiştir. Peygamber “نَّبِى” (nebî) sözcüğü de bu kökten türemiştir ve “bildiren, haber veren” anlamına gelmektedir. Kur’an’da, bu kökten türemiş 160 sözcük geçer: 2:31, 33 (2 kez), 61, 91, 136, 177, 213, 246, 247, 248; 3:15, 21, 39, 44, 49, 68, 79, 80, 81, 84, 112, 146, 161, 181; 4:69, 155, 163; 5:14, 20, 27, 44, 48, 60, 81, 105; 6:5, 34, 60, 67, 89, 108, 112, 143, 159, 164; 7:94, 101, 157, 158, 175; 8:64, 65, 67, 70; 9:61, 64, 70, 73, 94 (2 kez), 105, 113, 117; 10:8, 23, 53, 71; 11:49, 100, 120; 12:15, 36, 37, 45, 102; 13:33; 14:9; 15:49, 51; 17:55; 18:13, 78, 103; 19:30, 41, 49, 51, 53, 54, 56, 58; 20:99; 22:52, 72; 24:64; 25:31; 26:6, 69, 221; 27:22; 28:3, 66; 29:8, 27; 31:15, 23; 33:1, 6, 7, 13, 20, 28, 30, 32, 38, 40, 45, 50 (3 kez), 53 (2 kez), 56, 59; 34:7; 35:14; 37:112; 38:21, 67, 88; 39:7, 69; 41:50; 43:6, 7; 45:16; 49:2, 6; 53:36; 54:4, 28; 57:26; 58:6, 7; 60:12; 62:8; 64:5, 7; 65:1; 66:1, 3 (5 kez), 8, 9; 75:13; 78:2.

4 Varlığa isim vermek; onun ne olduğunu tanımak ve bilmek demektir. Bu husus Tevrat’ta anlatılmaktadır: “Ve adam, her canlıya ve her hayvana ve gökte uçan her kuşa isim koydu…” (Başlangıç, 2:24)

32. Dediler ki: Sûbhân (her türlü noksandan münezzeh olan) Sensin! Bize öğrettiklerinden başka bir bilgiye sahip değiliz. Şüphesiz ki Sen, Alimul-Hakiym’sin2 (Her şeyi Bilensin, Hikmetle Hükmedensin).

            1 “سُبْحَانَ” (Sübhan) kelimesi “yüzmek ve uzaklaşmak” anlamlarına gelen س-ب-ح” (s-b-ḥ) kökünden türemiştir ve “bir şeyi uzak tutmak, tenzih etmek” anlamlarına gelir. Dolayısıyla “سُبْحَانَ اللَّهِ” (Sübhânallah), “Allah'ı her türlü noksandan tenzih ederim” demektir. “سُبْحَانَكَ” (sûbhâneke) de Sûbhân Olansın yani her türlü noksandan münezzeh olansın, demektir.

            2 Kur’an’da hem “حاكم” (Hâkim) hem de “حكيم” (Hakiym) ifadesi geçer. Hakiym (حكيم), “hikmetli olan, Bilge, akıllı ya da derin anlayışa sahip, hikmetle hüküm veren” demektir. Hâkim (حاكم) ise “hükmeden, yönetici, egemen olan, otorite, yargıç” demektir. Hakiym (حكيم) ifadesi ile aynı kökten türemiş kelimeler  Kur’an’da 186 kez geçer: 2:32, 113, 129, 188, 209, 213, 220, 228, 240, 260; 3:6, 7, 18, 23, 55, 62, 79, 126; 4:11, 17, 24, 26, 35 (2 kez), 56, 58 (2 kez), 60, 65, 92, 104, 105, 111, 130, 141, 158, 165, 170; 5:1, 38, 42 (3 kez), 43 (2 kez), 44 (2 kez), 45, 47 (2 kez), 48, 49, 50 (2 kez), 95, 118; 6:18, 57, 62, 73, 83, 89, 114, 128, 136, 139; 7:87 (2 kez); 8:10, 49, 63, 67, 71; 9:15, 28, 40, 60, 71, 97, 106, 110; 10:1, 35, 109 (2 kez); 11:1 (2 kez), 45 (2 kez); 12:6, 22, 40, 67, 80 (2 kez), 83, 100; 13:37, 41 (2 kez); 14:4; 15:25; 16:59, 60, 124; 18:26; 21:74, 78 (2 kez), 79, 112; 22:52 (2 kez), 56, 69; 24:10, 18, 48, 51, 58, 59; 26:21, 83; 27:6, 9, 78; 28:14, 70, 88; 29:4, 26, 42; 30:27; 31:9, 27; 33:1; 34:1, 27; 35:2; 36:2; 37:154; 38:22, 26; 39:1, 3, 46; 40:8, 12, 48; 41:42; 42:3, 10, 51; 43:4, 84; 44:4; 45:2, 16, 21, 37; 46:2; 47:20; 48:4, 7, 19; 49:8; 51:30; 52:48; 57:1; 59:1, 24; 60:5, 10 (3 kez); 61:1; 62:1, 3; 64:18; 66:2; 68:36, 39, 48; 76:24, 30; 95:8 (2 kez).   

33. Dedi ki: “Ey Adem, isimleri ile onlara bildir!” Onlara isimleriyle bildirmesi üzerine (Allah) dedi ki: “Size, ‘Göklerin (7 evrenin) ve yerin gaybını (sırlarını) da açığa vurduklarınızı1 da sakladıklarınızı2 da şüphesiz Ben bilirim.’ dememiş miydim?”

1 “بَدَأَ” (bada’a) fiil kökünden türetilmiş olan bu kelime “gizli olan bir şeyi açığa çıkarmak” veya “belirtmek” anlamlarına gelir.

2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.

34. Ve meleklere “Adem’e secde edin!” demiştik. Bunun üzerine secde ettiler. İblis hariç!1 O karşı çıktı2 ve kibirlendi; (o) kâfirlerden idi!”3

1 “Adem’e secde edin.” Sözü Allah’ın emrine boyun eğerek Adem’e secde edin, şeklinde anlaşılmalıdır. İnsanın bilgisine ve dünyada yapabileceklerine, Allah’ın emri (müdahalesi) olmadığı müddetçe boyun eğmelerini belirtmek için bu secde, itaat ve boyun eğmenin sembolik bir ifadesi olması muhtemeldir. Boyun eğdiklerini belirtmek için böyle bir hareketi fiziksel olarak yapmış olmaları da mümkündür.

2 “اَبٰٓى” (ebâ) sözcüğü, “reddetmek, istememek, karşı çıkmak” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 11 ayette 12 kez geçer: 2:34, 282 (2 kez); 9:8, 32; 15:31; 17:89, 99; 18:77; 20:56, 116; 25:50; 33:72.

3 Bu ayetten de anlaşılacağı üzere İblis de meleklerdendi. Bu ayetler, “Neden buradayız?” gibi kritik sorulara cevap veriyor. (Kur’an-Son Ahit, Ek-7, s.388)

35. Ve dedik ki: “Ey Adem! Sen ve eşin cennete, istediğiniz yere yerleşin ve ondan (nimetlerinden) bolca yiyin. Şu ağaca ise yaklaşmayın! Yoksa zalimlerden olursunuz!”

Yasaklanan ağaç konusu ise Tevrat’ta şöyle anlatılır: “Rab, Aden bahçesini işlemesi için Adem’i oraya yerleştirdi ve şöyle buyruk verdi: ‘Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin. Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” (Başlangıç, 2:15-17)

36. Bunun üzerine şeytan (aldatan, saptıran) onları oradan kaydırdı1 ve böylece içinde bulundukları yerden çıkardı.2 Ve dedik ki: “Haydi, birbirinize düşman olarak inin!4 Belirli bir süreye kadar5 da yeryüzünde size yerleşim yeri ve metâ6 (geçimlik, nimet) vardır.”

            1 “أَزَلَّ” fiili, "ayağını kaydırdı, yanılttı, aldattı" gibi anlamlara gelir. Bu fiil Kur’an’da 4 kez geçer: 2:36, 209; 3:155; 16:94.

2 Tevrat’ta (Başlangıç, 2:8-17; 3:1-7) meyveden ilk yiyenin Havva olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle de bazı insanlar kadını suçlamaktadır. Oysa bu ayette kendisine emredilen ve birinci derecede sorumlu olan kişinin Adem olduğu gayet açıktır.

3 Temel anlamı “haddi aşmak, saldırmak, düşmanlık etmek, sınırı geçmek” olan “ع – د – و (aʿ,d,v) kökünden olan “عَدُوّ” (a’duv” kelimesi “düşman, saldırgan” demektir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 106 kez geçer: 2:36, 61, 65, 85, 97, 98 (2 kez), 168, 173, 178, 190 (2 kez), 193, 194 (3 kez), 208, 229 (2 kez), 231; 3:103, 112, 4: 14, 30, 45, 92, 101, 154;  5:2 (2 kez), 14, 62, 64, 78, 82, 87, 87, 91, 94, 107; 6:108, 112, 119, 142; 7:22, 24, 55, 129, 150, 163; 8:42 (2 kez), 60 (2 kez); 9:10, 83, 114, 120; 10:74, 90; 12:5; 16:115, 17:53; 18:28, 50; 20:39 (2 kez), 80, 117, 123; 23:7; 25:31; 26:77, 166; 28:8, 15, 15, 15, 19, 28; 35:6 (2 kez), 60; 41:19, 28, 34; 43:62, 67; 46:6, 50:25; 58:8, 9; 60:1 (2 kez), 2, 4, 7; 61:14; 63:4; 64:14; 65:1; 68:12; 70:31; 83:12; 100:1.

            4 “هبط” (hebeta), “inmek, düşmek, alçalmak” anlamlarına gelen bir fiildir. Bu fiil Kur’an’da 8 kez geçer: 2:36, 38, 61, 74; 7:13, 24; 11:48; 20:123.

5 “ح۪ينٍ” (hîn) kelimesi bağlama göre “belirli bir zaman, vakit, zaman” gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 35 kez geçer: 2:36, 177; 5:101, 106; 7:24; 10:98; 11:5; 12:35; 14:25; 16:6 (2 kez), 80; 21:39, 111; 23:25, 54; 24:58; 25:42; 26:218; 28:15; 30:17 (2 kez), 18; 36:44; 37:148, 174, 178; 38:3, 88; 39:42, 58; 51:43; 52:48; 56:84; 76:1.

6 “المتعة” (metâ), faydalanılan şey, geçimlik yani eş, mal, ürün, sermaye vb  anlamlara gelmektedir. “المتعة” (mût’a) sözcüğü de faydalanma ve menfaat sağlama anlamına gelmektedir.

37. Bunun üzerine Adem, Rabbinden kelimeler aldı ve böylece onlarla tevbe1 etti.2 Şüphesiz ki O, Tevvâbur-Rahîm'dir. (Bağışlanma dileyen kuluna tekrar yönelendir; merhamet edendir.)3

1  Arapça’da “التوبة” tevbe (tevb, metâb) “geri dönmek, dönüş yapmak” demektir. “فَتَابَ عَلَيْهِۜ” (fe tabe aleyhim) yani “onlara tevbe etti” ifadesi de “tekrar ona döndü, ona yöneldi” demektir. Bu ifade Kur’an’da 5 yerde geçer. (Bkz: 2:37, 54, 187; 20:122; 73:20).

2 Adem ve eşinin duası “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Bizi bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen, elbette ki hüsrana uğrayanlardan (kaybedenlerden) oluruz.” (7:23)

Adem, insanlığın atası olarak bilinir. Kur’an’da Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayılmıştır (3:33). Adem; Allah’tan vahiy (kelimeler) alan (2:37, 38), kendisine yükümlülük ve sorumluluk verilen (2:33, 35; 7:19; 20:117) ve alemlere faziletli kılınan (3:33) biridir. Kur’an’da Adem’in resul veya nebi olduğu doğrudan belirtilmemektedir. Ancak, bu ayetlerden Adem’in nebi olduğuna dair işaretler yer alır.

 3 “تَوَّاب” “tevvâb” ifadesi “geri dönen, dönüş yapan, tekrar yönelen” anlamlarına gelir. Bu ifade Allah için kullanıldığında ise, “tevbe edendir” yani “istiğfar eden kullarına yeniden yönelendir.”, “onlara tekrar hidayet (kılavuzluk) edendir.” anlamlarına gelir.

38. Dedik ki: “Haydi, topluca oradan inin! O hâlde Benden size bir hidayet (rehber, kılavuz) gelirse, o zaman kim hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur. Ve onlar hüzünlenmeyecekler!1

            1 “حُزْنٌ” (ḥuzn) kelimesi hüzün, keder, üzüntü anlamına gelir. Bu kelime, derin, uzun süreli ve duygusal bir ruh halini ifade eder. Üzüntü ise, daha yüzeysel ve geçici bir sıkıntı veya kederdir. Bu yüzden her hüzün bir üzüntüdür, ama her üzüntü bir hüzün değildir. Huzn kelimesi Kur’an’da 42 kez geçer: 2:38, 62, 112, 262, 274, 277; 3:139, 153, 170, 176; 5:41, 69; 6:33, 48; 7:35, 49; 9:40, 92; 10:62, 65; 12:13, 84, 86; 15:88, 16:127; 19:24; 20:40; 21:103; 27:70; 28:7, 8, 13; 29:33; 31:23; 33:51; 35:34; 36:76; 39:61; 41:30; 43:68; 46:13; 58:10. 

39. Ayetlerimiz ile1 küfreden (hakkı örten) ve yalanlayan kimseler ise, işte onlar ateş halkıdır. Onlar orada kalıcıdırlar2.”

1 Kur’an, hem İslam inancı hem de insanlık tarihi açısından temel bir metin olarak, kendine özgü gramer ve semantik özelliklere sahip bir Arapça formunda indirilmiştir. İlahî bir vahiy olması sebebiyle, Kur’an’ın anlamı ve mesajı, tarih boyunca pek çok dilbilimsel ve teolojik incelemeye tabi tutulmuştur. Ancak, Kur’an’ın indirilişinden sonraki dönemlerde din bilginleri, kendi yorumlarına dayalı farklı yaklaşımlar geliştirmiş ve bu yorumlar doğrultusunda Arapça dilbilgisi kuralları oluşturulmuştur.

Oluşturulan bu kuralların bazı durumlarda Kur’an’ın özgün dil yapısını ve bağlamını tam olarak yansıtmadığı, ayrıca Kur’an’daki kelime ve edatların bağlamına uygun şekilde yorumlanmadığı gözlemlenmiştir. Bu durum, Kur’an’ın içerdiği mesajların eksik ya da yanlış anlaşılmasına yol açabilmektedir.

Bu duruma verilebilecek örneklerden biri de “بِ” (bi) edatıdır.  Çünkü “bi” edatının doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması, ayetlerin anlam zenginliğini korumak ve bağlama uygun şekilde yorumlanmasını sağlamak açısından büyük önem taşır.

Kur’an’da genellikle “ile” veya “aracılığıyla” anlamında kullanılan “بِ” (bi) edatı, birçok ayette önemli bir dilbilgisi kuralı ve semantik rol oynamaktadır. Ancak bu edat, bazı çevirilerde Türkçedeki “-a”, “-e”, “-da”, “-de” gibi eklerle karşılanmış ya da bağlama uygun olmayan şekillerde çevrilmiştir.

Bunu “بِاٰيَاتِنَا” (bi-âyâtinâ) ifadesiyle örneklendirebiliriz:

Kur’an’da geçen “بِاٰيَاتِنَا” (bi-âyâtinâ) ifadesi, Arapça’da 'بِ' (bi) edatı nedeniyle “ayetlerimiz ile” anlamına gelir. Ancak birçok çeviride bu ifade “ayetlerimizi” veya “ayetlerimize” şeklinde çevrilmiştir. Örneğin;

“بِاٰيَاتِنَا” (bi-âyâtinâ) ifadesi, Araf Suresi’nin 136’ncı ayetinde şu şekilde geçer: “… Ayetlerimiz ile yalanladıkları ve gaflet içinde oldukları için de onları su kütlesine batırdık.” (7:136)

Ancak birçok çeviride bu ifade, yanlış bir şekilde “... Ayetlerimizi yalanladıkları ve gaflet içinde oldukları için de onları denizde boğduk.” şeklinde çevrilir.

Aynı surede 103’üncü ayette geçen “بِاٰيَاتِنَا” (bi-âyâtinâ) ifadesi ise doğru anlamıyla çevrilmiştir: “… Musa’yı  ayetlerimizle firavuna ve ileri gelenlerine gönderdik.” (7:103) 

Bu yanlış çeviriler, çevirilerdeki tutarsızlıkları ortaya koymaktadır.

Çünkü Araf Suresi’nin 136’ncı ayetinde yer alan “بِاٰيَاتِنَا” (bi-âyâtinâ) ifadesi “ayetlerimiz ile” şeklinde doğru çevrildiğinde; Allah’ın ayetlerini küfreden (örten) firavunun ve yandaşlarının, kendi zihinlerinde tasavvur ettikleri bir Allah anlayışına inanan birer “müşrik” olduğu ve Allah’ın ayetlerini (muhtemelen Yusuf Nebi’ye indirilmiş olan ayetleri) kendilerince delil göstererek Musa’ya indirilmiş vahye karşı çıktıkları anlaşılır. “ayetlerimizi” şeklinde yanlış  çevrildiğinde ise, firavunun ve yandaşlarının Allah’ın ayetlerini hiç görmemiş ya da Allah’ın ayetlerinden hiç haberdar olmamış kişiler olduğu şeklinde yanlış bir algıya neden olur.

Oysa “ayetlerimizi” veya “ayetlerimize” anlamına gelen “لِاٰيَاتِنَا” (li-ayâtinâ) ifadesi Müddessir Suresi’nde geçer: “… o, ayetlerimize karşı inatçı idi.” (74:12)

Bu nedenle, Kur’an’ın tümünde şu ifadelerin çevirisine dikkat edilmelidir:

* “ayetlerimiz ile” anlamına gelen “بِاٰيَاتِنَا” (bi-âyâtinâ) ifadesi Kur’an’da en az 57 kez geçer: 2:39; 3:11; 4:56; 5:10, 86; 6:39, 49, 54, 150; 7:9, 36, 40, 51, 64, 72, 103, 136, 146, 147, 156, 176, 177, 182; 10:73, 75; 11:96; 14:5, 17:98; 19:77; 21:77; 22:57; 23:45; 25:36; 26:15; 27:81, 82, 83; 28:36; 29:49; 30:16, 53; 31:32; 32:15, 24; 40:23; 41:15, 28; 43:46, 47, 69; 54:42; 57:19; 64:10; 78:28; 90:19.

* “Ayetlerim ile” anlamına gelen “بِاٰيَات۪ي” (bi-âyâtiy) ifadesi Kur’an’da en 4 kez geçer: 2:41; 5:44; 20:42; 27:84.

* “Ayetlerle” anlamına gelen “بِالْاٰيَاتِ” (bil-âyâti) ifadesi Kur’an’da en az 2 kez geçer: 17:59 (2 kez).

* “Allah’ın ayetleri ile” anlamına gelen “بِاٰيَاتِ اللّٰهِ” (bi-âyâtillâh) ifadesi Kur’an’da en az 23 kez geçer: 2:61; 3:4, 19, 21, 70, 98, 112, 199; 4:155; 6:33, 157; 8:52; 9:9; 10:71, 95; 16:104, 105; 29:23; 30:10; 39:63; 40:63; 46:26; 62:5.

* “Rablerinin ayetleri ile” anlamına gelen “بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ” (bi-âyâti rabbihim) ifadesi Kur’an’da en az 6 kez geçer: 8:54; 11:59; 18:105; 23:58; 25:73; 45:11.

* “Rabbimizin ayetleri ile” anlamına gelen “بِاٰيَاتِ رَبِّنَا” (bi-âyâti rabbinâ) ifadesi Kur’an’da en az 2 kez geçer: 6:27; 7:126.

* “Rabbinin ayetleri ile” anlamına gelen “بِاٰيَاتِ رَبِّه۪” (bi-âyâti rabbihi) ifadesi Kur’an’da en az 3 kez geçer: 18:57; 20:127; 32:22.

'bi' edatının doğru şekilde anlaşılması ve yorumlanması, kavimlerin tevhid ve şirk bağlamındaki konumlarını daha iyi anlamak ve Kur’an’ın mesajını doğru bir şekilde aktarmak açısından kritik bir öneme sahiptir.

Söz konusu ifadeler düzeltildiği takdirde, ilgili ayetlerde sözü edilen toplumların çoğunun da kendi zihinlerinde tasavvur ettikleri bir Allah anlayışına inanan müşrikler oldukları ve Allah’ın ayetlerini kendilerince delil göstererek kendilerini uyaran nebi ve elçilere vahye karşı çıktıkları anlaşılır.

Bu nedenle, yanlış anlamaların önlenmesi için çeviri ve yorumlama süreçlerine titizlikle yaklaşılmalı; Kur’an’daki edatların ve dilsel unsurların çevirisi bağlama uygun yapılmalı, 'bi' edatı gibi edat ve bağlaçların gerçek anlamı korunmalıdır.

2 Cehennemin ebedî oluşuyla ilgili Bkz: 2:39, 81, 162, 217, 257, 275; 3:88, 116; 4:14, 56, 93, 169; 5:37, 80; 6:128; 7:36; 9:17, 63, 68; 10:27, 52; 11:8, 107; 13:5; 16:29; 20:101; 21:99; 23:103; 25:69; 32:14; 33:65; 37:9; 39:72; 40:76; 41:28; 43:74; 47:15; 58:17; 59:17; 64:10; 72:23; 74:28; 78:23; 82:16; 98:6.

40. Ey İsrailoğulları, nimetimi1 zikredin (hatırda tutun, anın)! Ki sizlere nimet verdim. Bana verdiğiniz ahde vefa (söze bağlılık) gösterin ki, Ben de size verdiğim söze bağlı kalayım. Ve sadece Benden korkun!

1 “نِعْمَ” kelimesi de, “güzel” veya “iyi” anlamına gelir. Kur'an'da bu kökten türeyen farklı kelimeler de bulunmaktadır. Örneğin: “نِعْمَ” (ni’me), güzel veya iyi bir durumu ifade eder. “نَعِيم” (nâ’îm), bolluk, mutluluk veya nimet anlamına gelir. “أَنْعَام” (en’âm) ise, “hoş ve faydalı varlıklar” demektir ve bu da genellikle “sürü hayvanları” için kullanılır.

41. Ve yanınızda bulunan (Tevrat) için musaddık1 (doğrulayan) olarak indirdiğimle (Kur’an’la) iman edin. Onunla küfredenlerin (Tevrat ile Kur’an’ı örtenlerin, inkar edenlerin) ilki de siz olmayın. Ayetlerim ile2 de azıcık bir semeni3 (dünyalık bir değeri; parayı, malı, makamı, çıkarı) satın almayın. Ve sadece Bana karşı takvalı (sakınan) olun.4

1 Tasdik; haberin ve haber verenin doğruluğunu kabul etmektir. Dolayısıyla Kur’an, Tevrat’ın ve İncil’in doğruluğunu onaylamaktadır.  Bu ifade Kur’an’da, musaddikan (tasdik edici, doğrulayıcı) ve “musaddikun” (doğrulayanlar) şeklinde toplam 19 kez geçer. (2:41, 89, 91, 97, 101; 3:3, 39, 57, 81; 4:47; 5:46 (iki tane), 48; 6:92; 10:37; 35:31; 46:12, 30; 61;6)

Oysa bazı çevirilerde, “tasdik” sözcüğüne düzelten veya düzelterek doğrulayan gibi anlamlar verilmektedir. Yoksa “Onlar din gününü tasdik ederler (doğrularlar).” Şeklindeki 70:26 ayetine “Onlar din gününü düzelterek doğrularlar.” gibi yanlış bir anlam vermek zorunda kalırlar.

10:37 ayetinden yer alan; “Bu Kur’an, Allah’tan başkası tarafından tasarlanmış değildir. Ancak yanlarındakini/önlerindekini tasdik eden (doğrulayan) ve Kitabı (yasaları, hükümleri) açıklayandır. Onda şüphe yoktur, âlemlerin Rabbindendir.” ifadelerden de anlaşılıyor ki Yüce Rabbimizin göndermiş olduğu ve hâlihazırda Yahudilerin ve Nasranilerin ellerindeki Tevrat, Zebur ve İncil’in bozulmamış olduğu ve Kur’an’ın da onları tasdik ettiği görülmektedir.

A. Tevrat’ı Tanıyalım: İbranice’de “תּוֹרָה” (Torah), “yasa” ve “öğreti” (doktrin) anlamına gelir. Torah, Arapça’da ses değişimlerine uğrayarak “ﺗﻮﺭﺍﺓ” (Tawrāh/Tevrat) şeklinde yer alır.

Yahudi ve Hristiyanlar Torah’ın Musa’ya verildiğini söylüyor olsa da Kur’an’da Tevrat’ın yalnızca Musa’ya değil, aynı zamanda Harun’a da verilen bir kitap olduğu belirtilir:

Musa ile Harun’a da takva sahipleri için bir ışık ve bir zikir olan Furkan’ı verdik.” (Enbiya, 21:48)

İsrailoğullarına gönderilen nebîlere indirilen kutsal metinlerden oluşan Kitabın tümüne ise “Tanah” denilmektedir.

Tanah’ın ilk beş kitabını Torah (Tevrat) oluşturur: Başlangıç (Tekvin), Çıkış, Levililer, Sayılar ve Yasa’nın Tekrarı. Bu beşli kitap, İslamî literatürde "esfâr-ı hamse", Hıristiyanlarda ise "Pentateuch" olarak adlandırılır.

“Tevrat” kelimesi Kur’an’da 18 kez geçer: 3:3, 48, 50, 65, 93; 5:43, 44, 46, 66, 68, 110; 7:157; 9:111; 48:29; 61:6; 62:5.

İsrailoğullarına gönderilen nebîlere indirilen kutsal metinlerden oluşan Tanah’ı Hıristiyan Dünyası “Eski Ahit” şeklinde tanımlamaktadır. Hıristiyanların çoğu da Eski Ahit okumadan, İsa’yı da İncil’i (Yeni Ahit’i) de anlamanın mümkün olmadığını, bu vahiy kitaplarının birbirini tamamladığına inanmaktadır.

Tanah Tora (Tevrat), Neviim (nebiler) ve Ketuviim (Kitaplar) olmak üzere üç ana bölümden ve toplam 24 kitaptan oluşmaktadır.

Yahudiler için Eski Ahit’in tüm kitapları kutsallık ifade etmesine karşın Torah (Tevrat) diye isimlendirilen ilk bölümde bulunan Tekvin (Başlangıç), Sayılar, Levililer, Çıkış, Yasa’nın Tekrarı (Tekrar) adındaki ilk beş kitabın çok daha özel bir yeri vardır. Bu beş kitabın hepsinin Allah’ın vahyi olduğuna inanmak Yahudilere farzdır. Diğer Bölümler ise İsrailoğullarına gönderilmiş olan diğer Nebilere verilen ayetlerden oluşmaktadır.

Kur’an ayetleri üzerinde yapılan neticesinde; Tevrat’ın da muhafaza edilmiş olduğunu, ancak tıpkı diğer ilahi kitaplarda olduğu gibi Tevrat’ın ayetlerine de farklı anlamlar verilerek tahrif edilmeye çalışıldığına inanıyoruz.

Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah’ın övüldüğünü ve tasdik edildiğini gösteren kanıtlar:

a- 2:41, 89, 91, 101 ve 4:47 ayetlerinde yer alan “beyne yedeyhi” ellerinin arasındakini (yanlarındakini/önlerindeki kitapları) yani Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah’ı Kuran’ın tasdik ettiği görülmektedir.

 “İffetini koruyan İmran kızı Meryem’i de (örnek vermektedir). Rabbinin kelimelerini (ayetlerini, sözlerini) ve kitaplarını da tasdik etti (doğruladı).” (66:12) ayeti ile söz konusu kitapların, İsa Nebi’nin annesi Meryem aracılığıyla da tasdik edildiğini görüyoruz.

b- “Sana indirdiğimizden şüphe ediyorsan, senden önce Kitabı okuyanlara sor.” (10:94) ayetinde yer alan “Kitap” ifadesiyle de Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah ile İncil’in kastedildiğini görüyoruz. Buna benzer mesajlar şu ayetlerde de yer almaktadır: 2:69, 113, 121, 145; 7:169-171; 17:101; 21:7; 16:43; 33:45.

3:23 ayetinde de Yahudilerin, Allah’ın Kitabı olan Tanah ile aralarında hüküm verilmesi için davet edildikleri görülmektedir.

c- Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah’tan, Kuran’da; Kuran’ın benzeri (3:73; 46:10), Allah’ın Kitabı (2:101), ilim (bilgi) (3:7, 34:6; 4:162), diye söz edildiği görülmektedir.

d- Kur’an’da bir çok defa Musa ile Harun’a indirilmiş olan Tevrat’a zikir denildiği görülmektedir: 21:48; 21:105; 40:53, 54.

Aynı şekilde Tevrat’ta da “zikir” dendiğini görüyoruz: “Ve bu, senin elinde bir işaret olacak. Yahve’nin Tevrat’ı (Torası, Yasası) da ağzında olacak (dilinden düşmeyecek).  Gözlerinde de bir zikir (hatırlatıcı) olacak…” (Çıkış, 13:9)

e- 5:44; 6:91 ayetlerinde Tevrat’a bir nur bulunduğu; 5:44 ve 6:91 ayetlerinde, Tevrat’a hidayet (kılavuz) bulunduğu, 28:49 ayetinde ise Tevrat’ın hidayet (kılavuzluk) eden bir kitap olduğu belirtilmektedir.

f- 3:93 ayetinde ise Yahudilerden, Allah adına uydurdukları iddialarını ispatlamak için de Tevrat’ı getirip okumalarının istendiği görülmektedir.

g- 5:43 ayetinde; içinde Allah’ın hükmünün bulunan Musa ile Harun’a indirilmiş olan Torah (Tevrat) ortada iken Yahudilerin, Muhammed’den hakemlik talep etmelerinin eleştirildiği ve Yahudilerden Tevrat ile hükmetmelerinin istendiği görülmektedir.

h- 5:66 ve 68 ayetlerinde, Tevrat’a; 2:44, 85 ve 121 ayetlerinde ise Kitab’a (yani Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah’a) tabi olmadıkları için Yahudilerin yerildiği görülmektedir.

62:5 ayetinde ise Musa ile Harun’a indirilmiş olan Tevrat’a (Torah’a) uymayanların kitap yüklü eşeğe benzetildiği görülmektedir.

ı- Allah’ın, Musa ile Harun’a indirdiği Tevrat ile hükmetmeyenlere 5:44. ayette kafir, 5:45. ayette zalim, 5:47. ayette de fasık (sapkın) denilmektedir.

B. Zebur’u Tanıyalım: Zebûr, “yazılı metin, kitap” anlamına gelir. Zebur, İbranice yazılmış şiirsel bir yapıya sahip olup, 150 adet mezmurdan (sureden) oluşmaktadır. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta Tevrat’a benzeyen bir önem ve değere sahiptir.

Zebur Kitabı’nda yer alan mezmurlar, dini inançların yanı sıra insanların duygusal durumları, şükranları, haykırışları ve yakarışları gibi birçok konuyu ele almaktadır. Mezmurlar, genellikle Allah’a duyulan saygı ve hayranlığı ifade etmek, onun gücünü ve yüceliğini yüceltmek için yazılmıştır. Kitapta ayrıca, insanların kendi kişisel sorunlarıyla başa çıkmasına yardımcı olacak öğütler, dualar ve övgüler yer alır. Zebur, insanların hayatlarında yaşadıkları deneyimlerle ilgili konuları ele alan, günlük yaşamdaki zorluklarla mücadele etmelerine yardımcı olan ve manevi açıdan ilham veren bir kaynak olarak kabul edilir.

Zebûr, Kur’an’da Nebi Dâvûd’a nispetle 3 ayette (4:163; 17:55; 21:105), çoğul şekli olan zübur ise 6 ayette (3:184; 16:44; 26:196; 35:25; 54:43, 52) geçer.

Zebur’un, övüldüğünü ve tasdik edildiğini gösteren kanıtlar:

“Davud’a Zebur’u bahşettik.” (4:163; 17:55)

“Biz, zikirden (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da yeryüzüne salih kullarımızın varis olacağını yazdık.” (21:105)

2:41, 89, 91, 101 ve 4:47 ayetlerinde yer alan “beyne yedeyhiellerinin arasındakini (yanlarındakini/önlerindeki kitapları) ifadesiyle Kuran’ın hem Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah’ı  hem de Tanah’ın içinde yer bulunan Zebur’un da tasdik edildiğini görüyoruz.

C. İncil’i Tanıyalım: İncil kelimesinin aslı “iyi haber, müjde” anlamında Yunanca euaggelion (euangelion) olup Latinceye evangelium olarak geçmiştir. İngilizcedeki karşılığı ise gospel (müjde) dir. Euaggelion kelimesinin ya da Habeş dilindeki ismi olan wangel kanalıyla Arapçaya İncil olarak geçtiği ileri sürülmektedir.

Nasraniler, İncil’i “Yeni Ahit” (ahdi cedid) şeklinde tanımlamaktadırlar. Nasrani inancına göre Nebi İsa İncil’i kendisi yazmamış, sadece vahyi ulaştırmış, havarilerden (elçilerden) de onu yazıp tebliğ etmelerini (bildirmelerini) istemiştir.  İncil’in ilk dört kitabı olan Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncillerinin, İsa’nın vefatından yaklaşık 30-60 yıl sonra bu şekilde yazıldığı düşünülmektedir.

İncil’i oluşturan diğer 23 Kitapları ise Pavlus, Yakup, Petrus, Yuhanna ve İsa’nın kardeşi Yahuda isimli elçiler tarafından, muhtelif yer ve zamanlarda, çeşitli cemaatlere hitaben yazılmıştır. İncil kelimesi Kur’an’da 12 kez geçer: 3:3, 48, 50, 65; 5:46, 47, 66, 68, 110; 7:157; 9:111; 48:29; 57:27.

İncil’in, övüldüğünü ve tasdik edildiğini gösteren kanıtlar:

* “Biz sana bu kitabı (Kur’an’ı) hak (doğru, gerçek) olarak, ellerinin arasındakini (yanlarındakini/önlerindeki kitaplar olan Tevrat’ı, İncil’i, Zebur’u) tasdik eden ve ona müheymin (güven veren) olarak indirdik. O hâlde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet.” (5:48)

5:46 ayetinde ise Meryem oğlu İsa’ya içinde hidayet (kılavuz) ve nur (ışık) bulunan İncil’in verildiği belirtilmektedir.

* 5:48 ayetinde, İncil’in de Kur’an’ın tasdik ettiği ve ona da müheymin (güven veren) olduğu belirtilmektedir.

* İncil’e de 2:101 ayetinde Allah’ın Kitabı, 3:73 ayetinde ise Kuran’ın benzeri denildiği görülmektedir.

* 5:47 ayetinde ise Hristiyanlara (Ehl-i İncil’e), aralarında İncil ile hükmetmelerini emredilmektedir.

* 5:66 ve 68 ayetlerinde, Nasranilerin İncil’e tabi olmadıkları için yerildikleri görülmektedir.

* Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlere ise, 5:44. ayette kafir, 5:45. ayette zalim, 5:47. ayette de fasık (sapkın) denildiği de görülmektedir.

2 “بِاٰيَات۪ي” (bi-âyâtiy) ifadesi “ayetlerim ile” anlamına gelir. Ancak bu ifade, birçok meal ve tefsirde “ayetlerimi” veya “ayetlerime” şeklinde çevrilmektedir. Bu çeviriler düzeltildiğinde, ilgili ayetlerde Yüce Allah, Yahudilere, Allah’ın ayetleri olan Tevrat ayetleri karşılığında dünyalık azıcık bir değer, makam, para veya çıkar elde etmemelerini emrettiği anlaşılır. Konu ile ilgili ayrıntılı açıklama 2:39 ayeti dipnotunda yer alır. “ayetlerim ile” anlamına gelen “بِاٰيَات۪ي” (bi-âyâtiy) ifadesi Kur’an’da 4 kez geçer: 2:41; 5:44; 20:42; 27:84.

3 Semen; sözlükte “dünyalık bir değer, para, mal, makam, çıkar fiyat, satış bedeli, kıymet” anlamlarına gelir.

Bu ayette geçen “ayetlerimle azıcık bir semeni satın almayın.”, ifadesiyle “ayetlerimle (onları kullanarak) azıcık bir değeri olan dünyalık bir parayı, malı, makamı, çıkarı elde etmeye çalışmayın.” denilmektedir. Ancak bu ifade birçok çeviride “Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın.” şeklinde yanlış çevrilmektedir. Benzer ifadeler: 2:79, 86, 90, 102, 174, 175; 3:77, 187, 199; 4:74; 5:44, 106; 9:9; 12:20; 16:95.

4  Kur’an, Yahudilerden çok sık söz eder. Yüce Allah, Muhammed’i izleyenlerin de yüzyıllar sonra aynı hataya düşeceğini biliyordu. Kur’an, tarihi, aynı hataları tekrar etmememiz için bize aktarır. Kur’an yerine hadis ve sünnete uyan bazı Müslümanlar da Yahudiler gibi azıcık bir bedel (para, mal, makam) karşılığında Allah’ın ayetlerini çarpıtmamalarını, anlamlarını değiştirmemelerini emrediyor.

42. Hak (hakikat) olanı da bâtıl (Allah’ın buyruklarına aykırı olan) ile örtmeyin!1 Bildiğiniz hâlde de hakkı gizlemeyin!2

            1 “لَبِسَ” (lebese) fiili, giymek, örtmek, örtbas etmek, gizlemek anlamlarına gelir. Bu fiilden türemiş kelimeler Kur’an’da 23 kez geçer: 2:42, 187 (2 kez); 3:71; 6:9 (2 kez), 65, 82, 137; 7:26 (2 kez), 27; 16:14, 112; 18:31; 21:80; 22:23; 25:47; 35:12, 33; 44:53; 50:15; 78:10.

2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.

43. Salatı (Allah’a yöneliş duasını; elçiye ve müminlere yardımı, onlara destek olmayı) da doğru ve istikrarlı biçimde yapın.1 Zekatı2 da verin ve rüku edenlerle birlikte rüku edin.

“أَقِيمُوا” (âkîmû) kelimesi, “sağlamlık, doğruluk, istikrar ve dik duruş” gibi anlamlara gelen 'ق و م' (k-v-m) kökünden türemiştir. “أقيموا الصلاة” (akim us-salât) ifadesi de emir kipinde olup 'düzgün şekilde yerine getirin', ‘doğru ve istikrarlı bir şekilde yapın’, 'istikamet üzere uygulayın' gibi anlamlara gelir.

2 “ز ك و” (z-k-v)” “temiz olmak, arınmak, gelişmek, çoğalmak, bereketli olmak” gibi anlamlara gelir. Kur’an’da bu kökten türemiş 61 kelime vardır.

Bunlardan 32 tanesi “arınma, temizlik” anlamına gelen “zekat” şeklinde geçer: 2:43, 83, 110, 177, 277; 4:77, 162; 5:12, 55; 7:156; 9:5, 11, 18, 71; 18:81; 19:31, 55; 22:41, 78; 23:4; 24:37, 56; 27:3; 30:39; 31:4; 33:33; 41:7; 58:13; 73:20; 98:5.

Bu ayet, ehl-i kitabın da tıpkı bizim gibi salat ve zekât ibadetleriyle yükümlü olduğunu onlara hatırlatmaktadır. Zekâtın farz oluşu, zamanı, miktarı ve kimlere verileceği hususları ile ilgili açıklamalar 6:14 ayetinde ele alınmıştır.

Bu kökten türemiş 29 kelime ise “temizlemek, arındırmak, temize çıkarmak, arı, temiz, en temiz, daha temiz, temizlik” gibi anlamlarda kullanılır: 2:129, 151, 174, 232; 3:77, 164; 4:49 (2 kez); 9:103; 18:19, 74, 81; 19:13, 19; 20:76; 24:21 (2 kez), 28, 30; 35:18 (2 kez); 53:32; 62:2; 79:18; 80:3, 7, 14; 91:9; 92:18.

44. Kitabı (Tevrat’ı, İncil’i, Kur’an’ı) tilavet1 ettiğiniz (okuduğunuz, aktardığınız) hâlde, insanlara birr’i (iyiliği, doğruluğu, erdemi ve takvayı) emrediyor da kendi nefislerinizi (kendinizi, sizden olanları) unutuyor musunuz? Hâlâ akletmeyecek misiniz?

            1 “تِلَاوَت” (tilavet), “okumak, tâbi olmak” demektir. Bu kelime türevleriyle birlikte Kur’an’da 63 yerde geçer.

2 “بِرّ” (birr) Arapçada, “iyilik, dürüstlük, doğruluk, hayır” gibi anlamlara gelir. “Birr” sözcüğünün tanımı şu iki ayetten daha iyi anlaşılmaktadır: Birr, takvalı (Allah’a karşı sakınan) olmaktır (3:189). Birr, yüzleri doğu ve batı tarafına çevirmek değil; Allah, ahiret günü, melekler, kitap ve nebiler ile iman etmektir; akrabalara, yetimlere, miskinlere (muhtaçlara), yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve rikablara (boyunduruk altında olan; esir, köle, hacizli) sevdiği malından vermektir; salatı (yönelişi; duayı, desteği, dayanışmayı) ikame etmektir (yerine getirmektir), zekâtı da vermektir; ahdettiği zaman ahitlerine vefa göstermektir; Sıkıntıda, musibette ve darlıkta sabretmektir (kararlılık göstermek, zorluklara dayanmaktır) (2:177). Bu sözcük Kur’an’da 20 kez geçer: 2:44, 177 (2 kez), 189 (2 kez), 224; 3:92, 193, 198; 5:2; 19:14, 32; 52:28; 58:9; 60:8; 76:5; 80:16; 82:13; 83:18, 22.

45. Sabırla (direnerek, yılmadan, usanmadan) ve salat (Allah’a yöneliş duası) ile de yardım isteyin. Şüphesiz ki bu, huşûlu olanlardan (içtenlikle itaat edenlerden) başkasına elbette büyüktür (ağır gelir).

46. Şüphesiz ki onlar, Rableriyle buluşacaklarını da O’na döneceklerini zannederler1 (inanırlar).

1 “ظنن” (zann), zannetmek, ummak, inanmak, güçlü beklenti içinde olmak gibi anlamlara gelir.

47. Ey İsrailoğulları, size nimet olarak verdirdiğim o nimetimi zikredin (hatırda tutun, anın). Şüphesiz ki Ben, sizi alemler üzerinde faziletli (ayrıcalıklı, üstün özellikli) kıldım.1

1 Burada İsrailoğullarının Allah’tan gelen Hakk’ı sahiplenen tek kavim oldukları, bu nedenle diğer insanlara önder olmakla ve insanları Allah’a boyun eğmeye ve İslam’a çağırmakla görevlendirildikleri dönem kastedilmektedir. Bu ayet, 2:122 ayetinde de tekrarlanmaktadır.

Ayrıca; Her nebinin ümmeti, yaşadığı dönemin en üstün toplumu olur. Allah, şöyle buyuruyor: “müminler iseniz, üstün olan sizsiniz.” (3:139) Benzer mesaj: 5:56; 28:35; 37:173; 58:21.

48. Bir güne karşı da takvalı (sakınan) olun. (O gün) bir nefis, başka bir nefsin yerine bir ceza1 (karşılık) veremez. Ondan bir  şefaat2 de kabul edilmez. Ondan  bir bedel3 de alınmaz. Onlara yardım da edilmez!4

            1 “جزَاءُ” (cezâ), “bedel”, “karşılık” demektir ve hem olumlu hem de olumsuz anlam taşıdığı için, bağlama göre “yaptırım, zarar” ya da “ödül” anlamına gelir. Ceza kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 118 kez geçer.

            Kur’an’da “أُجُورَ” (ecir) kelimesi de geçmektedir ve o da “ücret” ve “ödül” anlamlarına gelmektedir. Genellikle olumlu bir anlam taşıyan bu kelime, bir hizmetin veya çabanın sonucunda verilen karşılık (ücret, para, mal vb.) ya da ödül olarak değerlendirilir. Ecir kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 108 kez geçer.

Okuyucunun, Kur’an’daki kavramları doğru anlamasına katkı sağlamak amacıyla, “ceza” ve “ecir” terimlerinin Kur’an’ın orijinal haliyle bırakılmasının daha uygun olacağı kanaatindeyiz.

2 Şefaat kelimesi, Arapça’da “çift olmak” anlamındaki "ş-f-ʿ" kökünden gelir ve terimsel olarak, bir kişinin işlediği suç veya içinde bulunduğu sıkıntı sebebiyle, onun adına aracılık edilmesi, cezanın hafifletilmesi veya kaldırılması için başkası tarafından devreye girilmesi anlamına gelir.

Kur’an’a göre, şefaat ancak Allah’ın izin verdiği ve razı olduğu kimseler için ve yalnızca Allah’ın izniyle mümkündür. Bu durum, şu ayetlerde açıkça belirtilmiştir:

            Allah’ın katında, izin vermediği kimse için şefaatin geçerli olmayacağı: (Yunus 10:3; Tâhâ 20:109; Sebe’ 34:23; Necm 53:26)

Allah’ın razı olduğu kişilere ve sadece izin verdiği aracılara şefaat izni vereceği: (Enbiyâ 21:28)

            Bu bağlamda Kur’an, şefaati sağlayacak aracılara yönelmenin veya onları memnun etmeye çalışmanın yanlış bir tutum olduğunu vurgular. Çünkü şefaatin nihai kaynağı yalnızca Allah’tır. Dolayısıyla, asıl yapılması gereken, Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik bilinçli ve samimi bir çaba göstermektir.

3 Temel anlamı “eğriliği düzeltmek, dengeye getirmek, eşit kılmak” olan "ع د ل" (ʿa - da - la) kökünden türemiş olan “عَدْلٌ” (‘adlun) sözcüğü “adalet, denge, eşitlik, karşılık, bedel” gibi anlamlara gelir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 27 kez geçer: 2:48, 123, 282 (2 kez); 4:3, 58, 129, 135; 5:8, 95 (2 kez), 106; 6:1, 70 (2 kez), 115, 150, 152; 7:159, 181; 16:76, 90; 27:60; 42:15; 49:9; 65:2; 82:7.

            4 Bu ayet benzer sözcüklerle 2:123 ayetinde de tekrarlanmaktadır.

49. Ve sizi, firavunun ailesinden1 kurtarmıştık! (Onlar), size azabın en kötüsünü2 tattırıyorlardı; oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı ise hayatta bırakıyorlardı3. İşte bunda Rabbinizden muazzam bir bela4 vardı.

1 “اٰل” (âl) ifadesi bir kişinin “ailesi, halkı, takipçileri, yandaşları, onun yolunu benimseyenler” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 25 kez geçer: 2:49, 50, 248 (2 kez); 3:11, 33 (2 kez); 4:54; 7:130, 141; 8:52, 54 (2 kez); 12:6; 14:6; 15:59, 61; 19:6; 27:56; 28:8; 34:13; 40:28, 46; 54:34, 41.

2 Bu sözcük, “سُوء” (sû’) kökünden türetilmiştir. Kök anlamı da “kötü”, “zarar”, “rahatsızlık”, “kötülük”, “çirkinlik” demektir. Aynı kökten türetilmiş olan “سَيِّـَٔا” (seyyie) sözcüğü ise, genellikle bir kötü eylem veya yasaklanmış bir davranışı ifade eder.

3 Bu kelime, "canlı bırakmak", "yaşatmak" veya "hayatta tutmak" anlamına gelir. Arapçada bu fiil aynı zamanda "utanmak" anlamı taşısa da, bu bağlamda "hayatta bırakmak" manası öne çıkar. Kadınların hayatta bırakılmalarının nedeni, onları köleleştirmek ve cinsel sömürüye maruz bırakmaktı. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 6 kez geçer: 2:49; 7:127, 141; 14:6; 28:4; 40:25.

İsrailoğullarının oğullarının öldürülerek, kadınlarının sağ bırakılması Tevrat’ta şöyle anlatılır: “Bir gün Mısır kralı, Şifra ve Pua adlı İbrani ebelerle konuştu ve hatta şunu emretti: “İbrani kadınların doğum yapmalarına yardım ederken onları doğum oturağında gördüğünüzde, çocuk erkekse öldüreceksiniz, kızsa yaşayacak.” Fakat ebeler Yüce Olan’dan korkan insanlardı; Mısır kralının dediğini yapmadılar, erkek çocukları sağ bıraktılar.  Bir süre sonra, Mısır kralı ebeleri çağırıp “Neden böyle yaptınız, neden erkek çocukları sağ bıraktınız?” diye sordu. Ebeler, firavuna “Çünkü İbrani kadınlar Mısırlı kadınlar gibi değil” diye karşılık verdi. “Onlar güçlü kuvvetli kadınlar, daha ebe gelmeden doğuruyorlar.” Bundan dolayı Yüce Olan, ebelere iyilik etti. İsrailoğulları da gitgide çoğaldılar ve güçlendikçe güçlendiler. Ebeler, Allah korkusuyla davrandıkları için daha sonra Allah da onları ev bark sahibi etti.  Sonunda firavun tüm halkına “Yeni doğan her erkek çocuğu Nil nehrine atacaksınız, kızları sağ bırakacaksınız” diye emretti.” (Çıkış, 1:16-22)

            4 “بَلَآ” (bela) kelimesi, “imtihan etmek”, “sınamak”, “denemek” anlamına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 38 kez geçer: 2:49, 124, 155, 249; 3:152, 154, 186; 4:6; 5:48, 94; 6:165; 7:141, 163, 168; 8:17 (2 kez); 10:30; 11:7; 14:6; 16:92; 18:7; 20:120; 21:35; 23:30; 27:40; 33:11; 37:106; 44:3; 47:4, 31 (2 kez); 67:2; 68:17 (2 kez); 76:2; 86:9; 89:15, 16.  

50. Hani sizinle denizi1 de ayırmıştık! Böylece sizi kurtarmış, firavunun ailesini de suya gömmüştük.2 Sizler ise bakakaldınız.

1 Arapça’da “بحر” (bahr); deniz, okyanus, kıyı denizi ve gökyüzü gibi geniş bir alan gibi anlamlarda kullanılır. Yani büyük nehir ve göller için de kullanılmaktadır. Ancak bugün Türkçede deniz denince sadece birbirine bağlantısı olan çok büyük su kütleleri anlaşılmaktadır.

2 “غَرِقَ” (ğark) sözcüğü, “suya batmak, suya gömülmek, boğulmak” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 23 kez geçer: 2:50; 7:64, 136; 8:54; 10:73, 90; 11:37, 43; 17:69, 103; 18:71; 21:77; 23:27; 25:37; 26:66, 120; 29:40; 36:43; 37:82; 43:55; 44:24; 71:25; 79:1.

51. Hani Musa’ya kırk gece için de sözleşmiştik. Ama siz onun ardından buzağıyı (ilah) edindiniz. Böylece zalimlerden oldunuz.

Bu ve benzer mesajlar (örneğin: 2:92; 4:153) Yüce Allah Musa’nın Sina Dağı’na çıkışının ardından İsrailoğullarının bir buzağıya taptıkları (ilah edindikleri) için zalim olduklarını ifade etmektedir.

İsrailoğulları Mısır’dan kaçıp Sina Yarımadasına girdiklerinde Allah, Musa’yı kendisine henüz esaretten kurtulan kavme rehberlik etmesi için emirler, tavsiyeler ve kanunlar vermek üzere Tur’a davet edilmiş ve 7:142’de de ifade edildiği gibi, Musa ile 30 gün ve 30 gecelik bir buluşma vadedilmişti. Ancak Allah, bu süreyi 40 geceye çıkardı. Musa, Sina Dağı’na çıkmadan önce kardeşi Harun’u kavminin başında bırakarak “Kavmimin arasında benim yerime geç; onları ıslaha (çalışmaya) devam et; (sakın) bozguncuların yoluna uyma!” şeklinde uyarmıştı. Ancak 30 günden sonra Musa’nın dönüşünden ümidini kesince Samiri’nin ısrarı ve yönlendirmesiyle, halkın bir kesimi altından buzağı yapıp ona tapmaya başladılar.

Bu olay, insanların putperestliğe eğilimini yansıtıyor. Musa’nın takipçileri, esaslı mucizelere rağmen onun yokluğunda buzağıya taptılar ve neticede Musa sadece iki imanlıyla kaldı (5:23). Giriş bölümünde belirtildiği gibi, insanlar, tanrıları kendi egoları olan isyankârlardır.

52. Sonra, belki şükredersiniz diye onun ardından sizi affettik.1

1 Şükür, sözlükte iyiliği bilmek ve bunu dile getirip nimeti vereni övmektir. Zıddı ise nankörlüktür. Kur’an’daki anlamı ise iyiliğe karşı memnuniyet ve minnettarlığın Allah’a ifade edilmesidir: 2:52, 56, 152, 172; 6:53; 7:10, 144; 8:26; 10:60; 14:7; 16:14; 78:114; 23:78; 36:35; 40:61; 54:35; 56:70.

53. Belki hidayete (kılavuzluğa) erersiniz diye de Musa’ya Kitabı ve Furkân’ı vermiştik.

Buradaki kitap kelimesiyle kastedilen Musa’ya verilen Tanah’ın  ilk 5 (Başlangıç, Çıkış, Levililer, Sayılar ve Yasa’nın Tekrarı) bölümünü kapsayan Tora yani Tevrat’tır. Tanah’ın diğer bölümleri ise diğer nebilere indirilmiştir. Furkan ise; Hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran ölçü demektir. Furkan ve Hikmet, ilahi kitapların özelliğidir (3:4 ve 4:113). Gereğini yapan insanlara da böyle bir yetenek verilir (2:269 ve 8:29).

54. Musa da kavmine demişti ki: “Ey kavmim, şüphesiz ki sizler, buzağıyı (ilah) edinerek nefislerinize (kendinize)1 zulmettiniz. O hâlde Bari’nize1 tevbe edin2 (O’na yönelin), böylece nefislerinizi (sizden olan canları/şirk koşan yakınlarınızı)1 katledin.3 Bari’nizin  katında sizin için hayırlı olan budur. Böylece size tevbe etti.2 Şüphesiz ki O, Tevvâbur-Rahîm'dir (istiğfar eden kuluna tekrar yönelip merhamet edendir).

            1 “بَارِئِ” (Beraye), “yoktan var etmek, bir şeyi ölçüyle ve uyumla yaratmak, benzersiz şekillendirmek” anlamlarına gelir. Dolayısıyla “Bari” de “sizi yoktan var eden, benzersiz şekillendiren, yaratan) anlamına gelir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 5 kez geçer: 2:54; 59:24; 98:6, 7.

            2 Arapça’da “التوبة” tevbe (tevb, metâb) “geri dönmek, dönüş yapmak” demektir. “فَتَابَ عَلَيْكُمْۜ” (fe tabe aleykum) yani “size/üzerinize tevbe etti” ifadesi de “tekrar size döndü, size yöneldi” demektir. Bu ifade Kur’an’da 5 yerde geçer: 2:37, 54, 187; 20:122; 73:20.

3 “اَنْفُسَكُمْ” (enfusekum) ve “أَنفُسِكُمْ” ifadeleri, “nefisleriniz” yani “kendiniz veya yakınlarınız” anlamlarına gelir. Örneğin 2:84, 85 ayetlerinde, “sizden olanlar”; 2:187 ayetinde ise “kendi nefsinize, kendi benliğinize” anlamında kullanılmıştır.

Bu ayette geçen “nefislerinizi katledin” ifadesi ile de “sizden olanlar, şirk koşan yakınlarınız” şeklinde anlaşılması gerektiği kanaati oluşmaktadır. Çünkü Tevrat’ta, Musa’nın emri ile puta (buzağıya) tapan üç bine yakın kişinin öldürüldüğü belirtilmektedir. (Çıkış, 32:26-29)

55. Ve hani “Ey Musa, biz Allah’ı açıkça1 görmedikçe sana asla iman etmeyiz!” demiştiniz. Bunun üzerine sizi yıldırım yakaladı!2 Sizler de bakakaldınız.

1 “جَهْرِ” (cehr) sözcüğü, “yüksek sesle söylemek, açığa vurmak, duyurarak yapmak, ses yükseltmek” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 16 kez geçer: 2:55; 4:148, 153; 6:3, 47; 7:205; 13:10; 16:75; 17:110; 20:7; 21:110; 49:2 (2 kez); 67:13; 71:8; 87:7.

            2 Bu ayetteki “ALLAH” lafzı, Kur’an’ın başından buraya kadar geçen 19’uncu “Allah” lafzıdır.  Bu ayette de insanların “fiziksel delil” istediği ayet olması dikkate değerdir. Kur’an’ın 19 sayısına dayanan matematiksel kodu böyle bir fiziksel delil sunmaktadır. Ayrıca 2+55=57 ve Bu sayı 19’un 3 katıdır.

56. Sonra, belki şükredersiniz diye ölümünüzün ardından sizi gönderdik1 (tekrar dirilttik).

            1 Bu ayette geçen “بَعَثْنَاكُمْ” (beasnakum) kelimesi “sizi gönderdik” anlamına gelir. Ancak çevirilerde “gönderdik” şeklinde çevrilmektedir.

57. Bulutla da (çölde) üzerinizi gölgelendirdik.1 Size menn (ballı gözleme/kağıt helva) ve selva (bıldırcın) da indirdik. “Size rızık olarak verdiğimizin tayyib (iyi, güzel, hoş) olanlarından yiyin.” Bize zulmetmediler, fakat kendi nefislerine (kendilerinden olanlara) zulmediyorlardı.

            1 “ظِلَال” (zilâl) “gölge” demektir. Bu kelime Kur’an’da 24 kez geçer: 2:57, 210; 4:57 (2 kez); 7:160, 171; 13:15, 35; 16:48, 81; 22:45; 26:189; 28:24; 31:32; 35:21; 36:56; 39:16 (2 kez); 56:30, 43; 76:14; 77:30, 31, 41.

2 “Tayyib” (طَيِّب) kelimesi, Arapça’da “iyi, güzel, hoş” gibi anlamlara gelir. İbranice’deki "tov" (טוב) kelimesi de aynı kökten gelir ve benzer şekilde “iyi, hoş, güzel” anlamlarını taşır. Süryanice’deki "ṭāb" (ܛܳܒ) veya "ṭayyeb" kelimeleri de “iyi, güzel, doğru” gibi anlamlara gelir. Tayyib kelimesi Kur’an’da 47 kez geçer: 2:57, 168, 172, 267; 3:38, 179; 4:2, 3, 43, 160; 5:4, 5, 6, 87, 88, 100; 7:32, 58, 157, 160; 8:26, 37, 69; 9:72; 10:22, 93; 14:24 (2 kez); 16:32, 72, 97, 114; 17:70; 20:81; 22:24; 23:51; 24:26 (4 kez), 61; 34:15; 35:10; 40:64; 45:16; 46:20; 61:12.

58. Ve hani “Şu şehre girin. Ardından istediğiniz yere yerleşin ve ondan (nimetlerinden) bolca yiyin. Kapıdan da secde ederek (eğilerek, saygıyla) girin ve hıttah (af, bağışlanma)1 deyin ki hatalarınızı2 (suçlarımızı) bağışlayalım. Muhsinlere3 (Allah rızası için karşılıksız iyilik yapanlara) ise (mükafatlarını) artıracağız!” demiştik.

            1 Onlara, şehre barbar ve acımasız despotlar gibi değil, Allah’a boyun eğerek alçak gönüllü bir şekilde girmeleri emredilmişti. “Hıttatun” iki anlam çağrıştırır: 1) Şehre, Allah’tan günahlarınızın bağışlanmasını dileyerek girin. 2) Şehre, genel af ilân edip, yerlileri öldürmekten ve ganimet talan etmekten kaçınarak girin.

            2 Arapça’da “suç” anlamına gelen خطأ “hata” sözcüğünün İbranice’deki karşılığı da “חֵטְא” (Het-Hata)’dır ve “suç” anlamına gelmektedir. “hata” sözcüğü, Kur’an’da 19 ayette geçmektedir. (2:58, 81, 286; 4:92, 112; 7:161; 12:29, 91, 97; 17:31; 20:73; 26:51; 28:8; 29:12; 33:5; 69:9,37; 71:25; 96:16)

3 “محسن” (Muhsin) kelimesi, Arapça “ح س ن” (ḥ-s-n) kökünden türemiştir ve “güzellik, iyilik, ihsan etmek (karşılıksız iyilik yapmak)” anlamlarına gelir. Kur’an'da “muhsin” kelimesi, “iyi ve güzel davranışlar sergileyen, ihsan sahibi olan, samimiyetle iyilik yapan” kişiler için kullanılır.

59. Bunun üzerine zulmeden kimseler kendilerine söyleneni başka bir sözle değiştirdiler. Böylece yaptıkları fısktan1 dolayı zulmeden kimselerin üzerine gökten bir ricz2 (azap, ceza, sıkıntı) indirdik.3

                1 “فسق” (fısk), aslında bir şeyin dışına çıkmak demektir. Dini terminolojide ise, Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyip günaha düşmek, yani açıkça itaatsizlik etmek anlamına gelir.

2 “رِجْز” (ricz) sözcüğü “azap, ceza, sıkıntı” anlamlarına gelir. “Ricz” sözcüğü türevleri ile birlikte Kur’an’da 9 ayette 10 kez geçer: 2:59; 7:134 (2 kez), 135, 162; 8:11; 29;34; 34:5; 45:11; 74:5.

3 Ayette sözü edilen şehrin neresi olduğu hakkında bir bilgi yer almamaktadır. Bu olay, İsrailoğulları, Sina Yarımadası ile Kuzey Arabistan arasında gezindiği sırada meydana geldiğinden dolayı, büyük bir ihtimalle oralarda bir şehir olabilir. Ürdün’ün doğusunda, Erina şehrinin tam karşısında Şittim olması da muhtemeldir. Tevrat’a göre İsrailoğulları Musa’nın son yıllarında bu şehri fethettiler ve sefahate düştüler. Sonunda Allah onlara veba şeklinde bir azap gönderdi ve içlerinden yirmi dört bin kişi öldü. (Sayılar, 25:1-9)

60. Hani Musa (çölde) da kavmi için su istemişti. Bunun üzerine “Âsân ile taşa vur!” demiştik. Böylece ondan on iki pınar fışkırmıştı.1 İnsanlar da içecekleri yeri (on iki kabile de kendi pınarlarını) bildi.2 “Allah’ın rızkından yiyin ve için, ancak fesat yaparak arḍda (yeryüzünde, egemen olduğunuz topraklarda) karışıklık çıkarmayın!

            1 “فَجَّرَ” (feccere) kelimesi “fışkırtmak” anlamına gelir. Bu sözcük, Kur’an’da 11 kez geçer: 2:60, 74; 17:90, 91 (2 kez); 18:33; 36:34; 54:12; 76:6 (2 kez); 82:3.

2 Tevrat’ta (Çıkış, 17; Sayılar, 20) da benzer ayet yer alır.

3 “تَعْثَوْا” (tea'sev), “bozgunculuk yapmak, karışıklık çıkarmak” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 5 kez geçer: 2:60; 7:74; 11:85; 26:183; 29:36.

61. Hani siz de, “Ey Musa! Tek bir (çeşit) yemeğe sabredemiyoruz. Bundan dolayı Rabbine dua et: bizim için yerin bitirdiği şeylerden -bakla, sarımsak, acur, mercimek ve soğandan- bitirsin.” demiştiniz. Dedi ki: “Hayırlı olanı o daha değersiz1 olanla mı değiştirmek istiyorsunuz?2 Haydi Mısır’a (şehre) inin! İstediğiniz şeyler elbette ki  sizin için vardır.”3 demişti. Üzerlerine de bir zillet4 ve miskinlik (yoksunluk) damgası vuruldu ve Allah’tan bir gazaba uğradılar. İşte bu, onların Allah’ın ayetleri ile küfretmeleri (hakkı örtmeleri) ve haksız yere nebilerini katletmelerinden5 dolayıdır. Bu, isyan etmeleri6 ve haddi aşmaları nedeniyledir.

            1 “ٱلْأَدْنَىٰ” (ednâ), “En yakın, daha yakın / daha aşağı, düşük, değersiz” gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 16 kez geçer: 2:61, 282; 4:3; 5:108; 7:169; 30:3; 32:21; 33:51, 59; 53:8, 9; 55:54; 58:7; 69:23; 73:20; 76:14.

Aynı kökten türemiş olan “دُنْيَا” (dünya) kelimesi de Arapça’da “daha yakın” veya “aşağıda olan” anlamına gelir. Bugün gezegenimizin adı olarak kullanılan “dünya” sözcüğü, bu Arapça kökten mecazî olarak alınmıştır.

2 “Hayırlı olanı, değersiz olanla mı değiştirmek istiyorsunuz?” tümcesi “Özgürlüğü ve onurlu bir hayatı, tutsaklıkla ve onursuz bir hayatla mı değiştirmek istiyorsunuz?” anlamında yorumlanabilir. Çünkü Sina çölünde özgürlüklerine kavuşan İsrailoğulları bir süre sonra Mısır’daki nimetleri özlemeye başladılar. Allah, bu olayı aktarmakla bize özgürlüğün önemini ve Yahudilerin buna karşı nankörlüklerini anlatıyor. Benzer mesajlar: 3:21, 112, 181; 4:155.

Bu olay, Tevrat’ta şöyle aktarılıyor: “(Mısır’dan çıkarken) halka (İsrailoğullarına) yamanan bir grup da bir arzuya kapıldı. İsrailoğulları da (eski şikâyetlerine) döndü ve ağlayıp dediler ki: “Bize et yedirecek kimse yok mu?... Mısır’da bedava yediğimiz balıkları hatırlıyoruz; salatalıkları, karpuzları, pırasaları, soğanları ve sarımsakları… Oysa şimdi hiçbir şeyimiz yok ve canımız kurudu! Gözümüz sadece mende (ona muhtaç bırakıldık)!” (Sayılar, 11:4-6)

3 “seeltum” (sual ettiğiniz) sözcüğünün kökeni “istemek” anlamındaki “seele” fiilidir. Bu fiil aynı zamanda “dilemek ve dilenmek” anlamlarına da gelir.

            4 “الذُّلِّ” (zûll), zillet durumunu, yani aşağılanma, itibarsızlık, zayıflık, boyun eğme veya acizlik durumunu ifade eder. Kur’an’da Aynı kökten türemiş 24 kelime geçer: 2:61, 71; 3:26, 112, 123; 5:54; 7:152; 10:26, 27; 16:69; 17:24, 111; 20:134; 27:34, 37; 36:72; 42:45; 58:20; 63:8; 67:15; 68:43; 70:44; 76:14 (2 kez)

5  Bu ifade ile kastedilen, Zekeriya ve Yahya örneklerinde olduğu gibi Yüce Allah’ın elçilerini öldüren Yahudilerdir. Elçilerin öldürülmesi, İncil’de şöyle yazılıdır: “Onlara, nebiler ve elçiler göndereceğim. Bunlardan kimini öldürecek, kimine ezinç verecekler. Tüm elçilerin dünya kurulduğundan beri dökülen kanlarından bu kuşak sorumlu tutulacaktır.” (Luka 11:49,50)

6 Sözlükte “itaatsizlik, asi olmak, emre itaat etmemek” anlamına gelen “İsyan/Masiye” sözcüğü, türevleriyle birlikte Kur’an’da 30 defa (2:61, 93; 3:112, 152; 4:14, 42, 46; 5:78; 6:15; 10:15, 91; 11:59, 63; 14:36; 18:69; 19:14, 44; 20:93, 121; 26:216; 33:36; 39:13; 49:7; 58:8, 9; 60:12; 66:6; 69:10; 71:21; 72:13; 73:16; 79:21) geçmektedir. “itaat”in zıttı olan isyan/masiyet, Kur’an’a göre isyanın bir kısmı küfür (örnek: 72:23), bir kısmı da fısk yani sapkınlıktır (örnek:33:36).

62. Şüphesiz ki iman eden kimseler (müminler) ve hidayet bulan (Yahudi) kimseler ve Nasara1 ve Sabiiler2… Kim Allah ve ahir (son, ahiret) gün ile iman ederse (inanıp güvenirse) ve salih olanı3 (doğru, yapıcı, erdemli olan fiilleri) işlerse, o zaman onlar için Rablerinin katında ecirleri4 (yaptıklarının karşılığı) vardır. Ve Onlar için korku yoktur, onlar hüzünlenecek de değildirler5.6

            1 Nasara (Hristiyanlar): "Nasara" kelimesi, köken olarak “yardım edenler” anlamına gelmektedir. İslamî literatürde, Hz. İsa’nın (a.s.) öğretilerine iman eden kimseleri tanımlamak için kullanılmaktadır. İslam kaynaklarına göre, İsa’ya ilk destek verenlerin Suriye’nin “Nasara” adlı yöresinden olmaları nedeniyle “Nasıralı İsa” tabiri doğmuştur. Hristiyanlık tarihinde ise, Hz. İsa’nın öğrencilerine ilk defa Antakya’da “Mesihçiler” (Yunanca: Χριστιανοί, Latince: Christiani) denildiği belirtilmektedir (Elçilerin İşleri, 11:26).

            “Hristiyan” terimi, "Mesih’e tâbi olan, onu izleyen" anlamında kullanılmakla birlikte, ilk dönemlerde Romalılar tarafından alaycı bir ifade olarak kullanıldığı, ancak zamanla bu adın Nasranîler (Nasara) tarafından da benimsendiği anlaşılmaktadır. Kur’an’da ise, Hz. İsa’nın gerçek öğretilerine bağlı kalanlara “Nasara” hitabı tercih edilmiştir. Bu bağlamda, "Nasrani", Hz. İsa’ya ve onun öğretilerine iman eden kişiyi ifade eder.

2 Sâbiîler: Kur’an’da adı geçen Sâbiîler, tarihsel olarak özellikle Güney Irak’ta Fırat ile Dicle nehirlerinin birleştiği bataklık bölgelerde, Basra ve Bağdat çevresinde ve İran’ın Karûn Nehri boyunca uzanan yerleşim yerlerinde yaşayan dini bir topluluktur. Sâbiîler, dinlerinin ilk insan olan Âdem’le başladığını ileri sürseler de tarihsel veriler, bu inanç sisteminin yaklaşık 2000 yıl öncesine dayandığını göstermektedir.

            Sâbiî geleneğine göre, Yahyâ (Yuhanna/John the Baptist) büyük bir peygamber ve “ışık nebisi” olarak kabul edilir. Yahya, Yahudi olarak doğmuş; ancak ilahi vahiy aldıktan sonra Yahudi şeriatına muhalefet etmiş ve Kudüs dışına çıkarak kendi cemaatini kurmuştur. Hristiyan metinlerine göre, Hz. İsa’nın da elçiliği öncesinde Yahya’nın vaazlarına katıldığı ve onun eliyle vaftiz edildiği belirtilmektedir (Matta 3:13–15).

Sâbiîler, temel kutsal kitapları olan ve Hz. Yahya’ya indirildiğine inanılan "Ginza" adlı metne bağlıdırlar (bkz: 19:12; 6:84–89). Günümüzde 80.000–100.000 civarında bir nüfusa sahip olan bu topluluk, gnostik (sezgisel bilgiye dayalı) öğretileriyle tanınmakta ve kendilerine özgü dili, ibadet biçimleri ve dini literatürleriyle dikkat çekmektedir.

3 “Salih amel” ile ilgili açıklama 113:3 ayetinde yer alır.

4 “أُجُورَ” (ecir) kelimesi, genellikle olumlu bir anlam taşır ve bir hizmetin veya çabanın sonucunda verilen karşılık (ücret, para, mal, ödül vb.) olarak değerlendirilir. Ecir kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 108 kez geçer.

Kur’an’da geçen “جزَاءُ” (cezâ) kelimesi “bedel” ve “karşılık” gibi anlamlara gelir. Bu kelime hem olumlu hem de olumsuz anlam taşıdığı için, bağlama göre “yaptırım”, “zarar” ya da “ödül” anlamında kullanılabilir. Cezâ kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da 117 kez geçer.

            Okuyucunun, Kur’an’daki kavramları doğru anlamasına katkı sağlamak amacıyla, “ceza” ve “ecir” terimlerinin çeviride Kur’an’daki orijinal halleriyle bırakılmasının daha uygun olacağı kanaatindeyiz.

            5 “حُزْنٌ” (ḥuzn) kelimesi hüzün, keder, üzüntü anlamına gelir. Bu kelime, derin, uzun süreli ve duygusal bir ruh halini ifade eder. Üzüntü ise, daha yüzeysel ve geçici bir sıkıntı veya kederdir. Bu yüzden her hüzün bir üzüntüdür, ama her üzüntü bir hüzün değildir. Huzn kelimesi Kur’an’da 42 kez geçer: 2:38, 62, 112, 262, 274, 277; 3:139, 153, 170, 176; 5:41, 69; 6:33, 48; 7:35, 49; 9:40, 92; 10:62, 65; 12:13, 84, 86; 15:88, 16:127; 19:24; 20:40; 21:103; 27:70; 28:7, 8, 13; 29:33; 31:23; 33:51; 35:34; 36:76; 39:61; 41:30; 43:68; 46:13; 58:10. 

6  Bu ayette, Allah ve ahiret günü ile iman eden ve salih işler yapan mümin, Yahudi, Nasara ve Sabii gibi Ehl-i Kitap’ın Allah katında ödüllendirileceklerinin ve azap görmeyeceklerinin müjdesi verilmektedir.  Aynı mesaj Maide, 5:69 ayetinde de tekrarlanmaktadır.

Ehl-i Kitap’ın içinde müminlerin bulunduğu başka ayetlerde de belirtilmektedir: “Ehl-i Kitap iman etmiş olsaydı, kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler vardır, ama çokları fasıktır… Onlar eşit değildirler. Ehl-i Kitap’tan kıyamda duran bir topluluk vardır. Gece vakitlerinde Allah’ın ayetlerini tilavet ederler. Onlar secde de ederler. Allah ile ve ahir (son, ahiret) gün ile iman ederler. Maruf ile de emreder ve münkerden nehyederler. Hayratta (hayırlı işlerde) da yarışırlar. İşte onlar salih olanlardandırlar. Hayırdan işledikleri şeyler de asla küfredilmeyecek (üstü örtülmeyecek). Allah muttakileri (Allah’a karşı sakınanları) Bilendir.” (Ali İmran, 3:110, 113-115)

63. Ve hani sizden sağlam bir misak (söz) almıştık.1 Üzerinize de Tur’u (Sina Dağını) kaldırmıştık.2 Size verdiğimizi (Kitabı) kuvvetle alın (ona sıkıca tutunun) ve içinde olanı zikredin (hatırda tutun, anın) ki belki  takva sahibi olursunuz.

1 Misak ile ilgili olarak Tevrat’ta 2. Krallar 17:35-39’da şöyle belirtilmektedir: “Rab Yakupoğulları’yla antlaşma yapmış ve onlara şöyle buyurmuştu: ‘Başka ilahlara tapmayacak, önlerinde eğilmeyecek, onlara kulluk etmeyecek, kurban kesmeyeceksiniz. Yalnızca ulu gücüyle her yere erişen eliyle sizleri Mısır’dan çıkaran Rabbe tapınacaksınız. O’nun önünde eğilip O’na kurban keseceksiniz. Sizler için yazmış olduğu kuralları, ilkeleri, yasaları, buyrukları her zaman yerine getirmeye özen gösterecek ve başka ilahlara tapmayacaksınız. Sizinle yaptığım antlaşmayı unutmayacak ve başka ilahlara tapmayacaksınız. Yalnız Yüceniz Olan Yahve’ye kulluk edeceksiniz. O sizi bütün düşmanlarınızın elinden kurtaracak.”

2 “Tur” sözcüğü Kur’an’da dağ anlamında kullanılmıştır. Tur sözcüğü Kur’an’da 10 defa geçer: 2:63, 93; 4:154; 19:52; 20:80; 23:20; 28:29, 46; 52:1; 95:2. 23:20 ve 95:2 ayetleri göz önünde bulundurulduğunda, Kur’an’daki “Tur” ifadesi ile Sina Dağı’ndan söz edildiğini anlamaktayız.

“Sînâ” isminin Bâbil ay tanrısı Sin’den, dağın bulunduğu bölgenin Mısır sınırındaki Sin/Sun adlı beldeden veya “yanan çalılık” anlamındaki İbranice “seneh” sözcüğünden geldiği şeklinde iki görüş vardır. Tevrat’ta Sînâ dağı (Çıkış, 19/11; Levililer, 7/38; Sayılar, 3/1; Yasa’nın Tekrarı, 33/2; Nehemya, 9/13), Tanrı’nın dağı (Çıkış, 4/27; 18/5; Mezmurlar, 68/15), İbrânîce “kuruluk, kuraklık” manasındaki “hrb” kökünden Horeb (Çıkış, 33/6), (Tanrı’nın) Horeb’deki dağı (Çıkış, 3/1, 17/6; Yasa’nın Tekrarı, 1/6; 4/10; I. Krallar, 19/8; Malaki, 4/4), Paran dağı (Yasa’nın Tekrarı, 33/2; bk. FÂRÂN) ve sadece dağ (Çıkış, 19/2, 3; 24/4) şeklinde ifade edilmiştir. Sînâ ve Horeb’in iki farklı dağ veya aynı sırada iki tepe olduğu, birincisinin bölgeyi, ikincisinin tepeyi tanımladığı ya da bu iki ismin tek bir dağ için kullanıldığı yolunda görüşler de ileri sürülmüştür.

Tevrat ve Kur’an’da söz edilmesine rağmen, Tur-i Sina’nın nerede olduğu hususunda kesin bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Bunun da nedeninin 7/143 ayetine göre söz konusu dağın parçalanıp yok olmasından dolayı olduğu kanaatine varılmaktadır. Ancak 52/1 ve 95/2 ayetlerinden, Yüce Allah’ın Tur’i Sînâ üzerine yemin etmekte olduğunu; 19:51-53 ayetlerinden, Musa ve Harun Nebiye Tur-i Sina’da elçilik görevinin verildiğini; 7/143 ayetinden, Mûsâ’nın Allah’ı görmek istemesi üzerine Yüce Allah’ın Tur-i Sina’ya tecelli ettiğini ve dağın parçalanmış olduğunu; 19/52, 20/80, 28/29 ve 28:46 ayetlerinden, Yüce Allah’ın, Mûsâ’ya Tur-i Sina’nın sağ tarafından seslendiğini; 2/63, 2:93, 4/154 ve 7/171 ayetlerinden, İsrailoğullarından söz almak için Tur-i Sina’nın bir gölge gibi üzerlerine kaldırıldığını ve 23/20 ayetinden Tur-i Sina’da yetişen bir ağacın methedildiğini görüyoruz.

Tur-i Sina’nın İsrailoğullarının üzerine kaldırılması hadisesi Tevrat’ta şöyle anlatılmaktadır: “Sina Dağı tümüyle sis kaplıydı. Çünkü Yahve onun üzerine, ateşin içinde indi. Ve onun (dağın) sisi bir fırının dumanı gibi yükseldi ve tüm dağ şiddetle sarsıldı.” (Çıkış 19:18). “Ve insanların hepsi, gök gürlemelerine de çakan şimşeklere de şofar sesine de dağın sisine de tanık oldu. Ve insanlar buna tanık oldu ve titrediler ve uzakta durdular. Musa’ya da “Bizimle sen konuş, dinleyelim. Ancak, Yüceler bizimle konuşmasın, yoksa ölürüz!” dediler.” (Eski Ahit, Çıkış 20:18-19). Talmud’da da “O Kutsal Varlık, Sina Dağı’nı büyük bir tekne gibi onların üstüne kaldırdı ve: ‘Tevrat’ı kabul ederseniz iyi olur, yoksa burası mezarınız olur’ dedi.” (Shab, 88) şeklinde yer alır.

64. Ardından buna (misaka) sırtınızı döndünüz.1 O zaman Allah’ın fazlı (lütfu ve cömertliği) ve merhameti size olmasaydı, elbette ki hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.

1 “تَوَلَّ” "Tevelle" fiili “bir yakınlık durumundan uzaklaşmak, sorumluluktan kaçmak ya da bir göreve veya uyarıya sırt çevirmek” anlamına gelir. Bu bağlamda, “yüz çevirmek” veya “sırtını dönmek” şeklinde de ifade edilir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 97 kelime geçer: 2:64, 83, 115, 137, 142, 144 (3 kez), 148, 149, 150 (2 kez), 177, 205, 246; 3:20, 23, 32, 63, 64, 82, 111, 155; 4:80, 89, 115 (2 kez); 5:43, 49, 92; 6:129; 7:79, 93; 8:15, 16, 20, 23, 40; 9:3, 25, 50, 57, 74, 76, 92; 10:72; 11:3, 52, 57; 12:84; 16:82; 17:46; 18:18; 20:48, 60; 21:57, 109; 22:4; 24:47, 54; 27:10, 28, 80; 28:24, 31; 30:52; 31:7; 33:15; 37:90, 174, 178; 40:33; 44:14; 46:29; 47:22, 38; 48:16 (2 kez), 17, 22; 51:39, 54; 53:29, 33; 54:6, 45; 57:24; 59:12; 60:6; 64:6, 12; 70:17; 75:32; 80:1; 88:23; 92:16; 96:13.   

65. Andolsun ki içinizden cumartesi1 yasağını çiğneyerek haddi aşanları2 da bilmektesiniz.3 Bu nedenle onlara “Aşağılanmış4 maymunlar5 olun!”6 dedik.

            1 “ٱلسَّبْتِ” (es-sebt) kelimesi, “سَبَتَ” (sebete) kökünden türemiş bir isimdir ve “dinlenme günü” “durgunluk günü” gibi anlamlara gelir. Haftanın 7’nci günü olan “sebt”, yani “cumartesi” günü Kur’an’da, 7 kez geçer: 2:65; 4:47, 154; 7:163 (3 kez); 16:124. Kur’an’da, Aynı kökten türemiş 2 sözcük daha geçmektedir: 25:47; 78:9.

            2 Temel anlamı “haddi aşmak, saldırmak, düşmanlık etmek, sınırı geçmek” olan “ع – د – و (aʿ–d–v) kökünden olan “اعْتَدَوْ” (a’tedav” kelimesi “haddi aşanlar, yasakları çiğneyen saldırganlar” demektir.

 3 Cumartesi günü anlamına gelen Sebt, Yahudiler tarafından Sebt Günü veya Şabat Günü olarak isimlendirilir ve kutsal gün olarak kabul edilir. Sebt Günü, cuma akşamı güneşin batışından önce başlar ve Cumartesi akşamı sona erer. On Emir olarak bilinen Tevrat ayetlerinde, Sebt Günü iş yapılması yasaklanmıştır. “Benimle sizin aranızda nesiller boyu sürecek bir işaret” olmak üzere Sebt’e (Cumartesi) uymaları istenmişti. “Altı gün iş yapılabilir; fakat yedinci gün Rabb’e mahsustur ve Sebt günüdür. Kim Sebt günü iş yaparsa, mutlaka öldürülecektir.” (Çıkış 31: 12-17) Fakat İsrailoğulları dinî ve ahlâkî yönden bozulunca bu yasağı açıkça çiğnemeye ve cumartesi günü çalışmaya başladılar.

Bu husus Tevrat’ta şöyle anlatılmaktadır: “Yahuda soylularını  suçlu buldum ve dedim ki: “Neden “sebt” gününün kutsallığını bozarak böyle bir kötülük yapıyorsunuz? Atalarınız da aynısını yapmadı mı? Bu yüzden Yüce’miz (İlahımız) bizim ve bu şehrin başına tüm bu felaketleri getirmedi mi? Buna rağmen Şabata (sept gününe) bir daha saygısızlık ederek  İsrail’e olan gazabı artırıyorsunuz!” (Nehemya, 13:17-18)

Ancak Kur’an’da bu şabat yasağının Yahudilerin tümüne  getirilmediğini öğreniyoruz: “Cumartesi günü (şabat yasağı), sadece bu konuda ihtilafa düşenlere farz kılındı. Rabbin de ayrılığa düştükleri şey hakkında Kıyamet Günü aralarında hüküm verecektir.” (Nahl, 16:124)

4 Bu sözcük “zillete uğra, horlanma, aşağılanma” anlamına gelen “خسا” (khasae) kökünden türemiştir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 3 kez geçer: 2:65; 7:166; 23:108.

5 “قِرَدَ” (kirâde), maymun demektir. Bu sözcük Kur’an’da 3 kez geçer: 2:65; 5:60; 7:166.

6 Bu olay ayrıntılı bir şekilde 7:163-166 ayetlerinde ele alınmıştır. Olayın ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları vardır. Bazıları onların fiziksel olarak maymuna çevrildikleri görüşündedirler; bazıları ise onların o zamandan itibaren maymun gibi davranmaya başladıklarını söylerler.

66. Böylece bunu, ellerinin arasındaki (Tevrat) ve ardındaki (Kuran; İncil) için bir ibret,1 muttakiler (Allah’a karşı sakınanlar) için de bir vaaz (öğüt, uyarı) kıldık.

            1 “نَكَالَ” (nâkale) sözcüğü, Arapça'da bir çeşit uyarıcı cezayı, uyarıyı veya ibreti ifade eden bir kelimedir. Bu sözcük Kur’an’da 5 kez geçer: 2:66; 4:84; 5:38; 73:12; 79:25.

67. Ve hani Musa kavmine demişti ki: “Şüphesiz ki Allah bir sığır1 kesmenizi size emrediyor.” Dediler ki: “Bizimle alay2 mı ediyorsun?” Dedi ki: “Cahillerden olmaktan Allah ile3 korunurum4.”5

            1 “بقر” (bakara), Arapça’da genel olarak sığır/inek demektir. “بَقَرَةٌۭ” (bakaratun) kelimesi ise dişi inekleri ifade etmek için kullanılır. Aynı şekilde İbranice’de de “בָּקָ֖ר” (bakar) sığır yani inek anlamına gelmektedir.

Sığır bir çeşit büyükbaş hayvandır. 6 aydan küçük dişi/erkek sığıra buzağı; 6-15 aylık dişi/erkek sığıra dana; 15-24 aylık erkek sığıra tosun; doğum yapmamış inek yavrusuna düve; 2 yaş ve üzeri dişi sığıra da genel olarak inek denilmektedir. 2 yaş ve üzeri erkek sığıra boğa, kısırlaştırılmış erkek sığıra da öküz denilmektedir. Bu ve sonraki ayetlerden tarif edilen sığırın düve olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü buzağılık dönemini atlatmış ancak henüz doğum yapmamış ve süt vermemiş olan 1 ila 2,5 yaş arası genç dişi sığırlar düve olarak tanımlanmaktadır.

2 “هزا” (hâzea), küçümsemek, alay etmek, dalga geçmek anlamına gelir. Asıl anlamı küçümseyerek alay etmektir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 34 kez geçer: 2:14, 15, 67, 231; 4:140; 5:57, 58; 6:5, 10 (2 kez); 9:64, 65; 11:8; 13:32; 15:11, 95; 16:34; 18:56, 106; 21:36, 41 (2 kez); 25:41; 26:6; 30:10; 31:6; 36:30; 39:48; 40:83; 43:7; 45:9, 33, 35; 46:26.

3 “اَعُوذُ” (e’uzu) kelimesi “korunurum”, “sığınırım” veya “himaye edilirim” anlamlarına gelir. “اَعُوذُ” fiili, Arapça’da 'عوذ' (‘aveze) kökünden türetilmiştir ve bu kök, “korunma”, “himaye isteme”, “sığınma talep etme” gibi anlamlara gelir.

İbranice’de de 'עוז' (ʿûz) kelimesi, temel anlamıyla “güç”, “kuvvet”, “cesaret” anlamına gelir.  “מָעוֹז” (mâ'oz) kelimesi “korunak”, “sığınak” yani güvenli bir yer, barınma yeri anlamlarına gelmektedir. Mezmurlar 27:1 ayetinde de “יְהוָה מָעוֹז חַיָּי” (Yahve ma'oz hayai) yani “Yahve (Allah), hayatımın korunağıdır” ifadesi geçmektedir.

Aramice'nin bir kolu olan Süryanice’de de “ܥܘܕܐ” (ʿevdā) kelimesi de “korunma” veya “himaye isteme” anlamına gelebilir.

Kur’an’da, 'عوذ' (‘aveze) kökünden türemiş 17 kelime vardır: 2:67; 3:36; 7:200; 11:47; 12:23, 79; 16:98; 19:18; 23:97, 98; 40:27, 56; 41:36; 44:20; 72:6; 113:1; 114:1.

3 İsrailoğullarına, etraflarındaki putperest milletlerden etkilenerek edindikleri bu ineğe tapma ve ineğin kutsiyeti inançlarını kırmak için bir inek kurban etmeleri emredilmişti. Bu, onların imanlarının sınanmasıydı. Gerçekten Allah’ın birliğine inanıyorlarsa ve ibadette başka bir şeyi O’na ortak koşmuyorlarsa, daha önceden taptıkları putu kendi elleriyle kırmalıydılar. Fakat bu çok zor bir sınavdı. Onlar inek kurban etmekten kaçınmaya çalıştılar; çünkü, bir tek Allah’a inançları henüz tam sağlamlaşmamıştı. Bu görevden kurtulmak için ayrıntı üzerine ayrıntı sordular, fakat çok soru sordukça daha da köşeye sıkıştılar. O kadar ki, sonunda onlara açıkça, o dönemde özellikle tapmak için seçilen altın renkli ineği kurban etmeleri söylendi. Kitab-ı Mukkaddes’te de bu olaya değinilir; fakat, İsrailoğullarının gereksiz sorularla nasıl bu görevden kurtulmaya çalıştıklarından bahsedilmez. (Sayılar, 19:1-10)

Bir inek kurban edilmesi buyruğu, Tevrat, Sayılar Kitabı 19:2 ayetinde, şöyle yazılıdır: “Rabbin İsrailoğullarına buyruk verdiği yasanın kuralı şudur: İsrailoğullarına, kendisinde eksik olmayan, sağlam, üzerine hiç boyunduruk vurulmamış bir kızıl inek getirmelerini söyleyin.”

Açıklama: Bu sure salat (Allah’a yöneliş duası), sâvm (oruç), kutsal Hac yolculuğu ve evlenme, boşanma kanunları vs. gibi önemli yasa ve buyrukları içermesine rağmen bu sureye verilen isim “Bakara”dır. Bu, Yüce Allah’a teslimiyetin ve yaratıcımıza tereddütsüz itaat etmenin kritik önemini yansıtır. Bu teslimiyet, Allah’ın her şeye gücünün yettiğine ve mutlak otoritesine olan inancımızı kanıtlamaktadır. Ayrıca Tevrat’in Sayılar Kitabı, Bölüm 19’a bakınız.

68. Dediler ki: ‘Bizim için Rabbine dua et de onun (sığırın) nasıl olduğunu bize açıklasın!’ Dedi ki: “O (Allah) diyor ki: ‘O yaşlı da körpe1 de olmayan bir sığırdır! İkisi arasındadır.’ O hâlde size emredileni yapın!”

1 “بُكْرَةً” (bukretân) kelimesi “بكر” (b-k-r) kökünden türemiştir. Bu kök, “yeni”, “taze”, “gün görmemiş”, “el değmemiş”, “temiz” “saf”, “ilk kez ortaya çıkan” gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 12 kez geçer: 2:68; 3:41; 19:11, 62; 25:5; 33:42; 40:55; 48:9; 54:38; 56:36; 66:5; 76:25.

69. Dediler ki: “Bizim için Rabbine dua et de onun rengini1 bize açıklasın!” Dedi ki: “Şüphesiz ki O diyor ki: O, parlak sarı renginde bir sığırdır. Bakanlara sevinç2 verir.”

            1 “levn” renk demektir. Sözcük, türevleri ile birlikte Kur’an’da 7 ayette 9 defa (2:69 (2); 16:13,69; 30:22; 35:27,28; 39:21) geçmektedir. Çoğulu da “elvân” şeklindedir. Kur’an’da 6 rengin adı (siyah, beyaz, mavi, kırmızı, sarı, yeşil) doğrudan geçmektedir. Siyah rengi, Kur’an’da 6 ayette ve 7 kez geçer. Bunlardan birinde gece ile gündüzün ayrılış vakti bir başka deyişle oruca başlama zamanını belirtilmekte (2/187); dağlardan da beyaz, kırmızı ve çeşitli renklerde kara katmanların var edildiği belirtilmektedir (35/28). Geri kalan 2 yerde kâfirlerin Kıyamet günü yüzlerinin kapkara olacağı (3:106; 39:60), 2 yerde de kendisine kız çocuğu müjdelenen kâfirin yüzünün kapkara olduğu (16:58; 43:17) belirtilmektedir. Beyaz rengi, türevleri ile Kur’an’da 12 defa (2/187; 3/106,107; 7/108; 12/84; 20/22; 26/33; 27/12; 28/32; 35/27; 37/46,49) geçmektedir. Mavi rengi Kur’an’da 1 defa geçmekte ve Kıyamet günü mücrimlerin gözlerinin “gömgök” (donuklaşmış, körleşmiş) hâlde haşredilecekleri belirtilmektedir (20/102). Kırmızı Rengi, Kur’an’da 1 defa geçmekte ve dağlardan da beyaz, kırmızı ve çeşitli renklerde kara katmanların var edildiği belirtilmektedir (35/28). Sarı rengi; Kur’an’da türevleri ile 5 ayette geçmektedir. Bunlardan üçünde sarı renk ile hayatın geçici olduğu hatırlatılmaktadır (30:51; 39:21; 57:20). 77:33 ayetinde ise sarı develerden söz edilmekte; 2:69 ayetinde ise bakanlara sevinç veren sarı renginde bir inekten söz edilmektedir. Yeşil Rengi Kur’an’da 8 kez geçer. 6:99; 13:43,46; 22:63; 87:4,5 ayetlerinde bitkilerin yeşermesinden; 36:80 ayetinde yeşil bitkiden ateş elde edildiğinden; 18:31 ve 76:21 ayetlerinde ise Adn cennetinde olanların yeşil elbise giydiğinden 55:76 ayetinde ise cennetteki yeşil yastıklardan söz edilmektedir.

            2 “Sevinç, keyif, mutluluk” anlamına gelen “سُرُور” (surûr) sözcüğünden türemiş olan bu ifade Kur’an’da 5 kez geçer: 2:69; 7:95; 76:11; 84:9, 13.

70. Dediler ki: “Bizim için Rabbine dua et de onun nasıl bir şey olduğunu bize açıklasın!” Şüphesiz ki o sığır bize benzer geldi (sığırlar birbirine benziyor). Ve şüphesiz ki inşaallah (Allah isterse) hidayet (kılavuzluk) edilenleriz.”

71. Dedi ki: “Şüphesiz ki O (Allah) diyor ki: ‘Gerçekten de o arḍı (toprağı) sürmek ve ekin sulamak için boyunduruk altına alınmış1 bir sığır değildir. Kusursuzdur, onda hiçbir alaca yoktur.” Dediler ki: “İşte şimdi hak ile (gerçek olanla, hakikat ile) geldin.” Ve böylece onu kestiler. Ama neredeyse2 yapmayacaklardı.

            1 “الذُّلِّ” (zûll), zillet durumunu, yani aşağılanma, itibarsızlık, zayıflık, boyun eğme veya acizlik durumunu ifade eder. Kur’an’da Aynı kökten türemiş 24 kelime geçer: 2:61, 71; 3:26, 112, 123; 5:54; 7:152; 10:26, 27; 16:69; 17:24, 111; 20:134; 27:34, 37; 36:72; 42:45; 58:20; 63:8; 67:15; 68:43; 70:44; 76:14 (2 kez)

2 “كَادُو” (kaduv) sözcüğü, “neredeyse”, “az kalsın” veya “yaklaştı” anlamlarına gelir. Bu fiil, bir şeyin gerçekleşmeye çok yakın olduğunu, fakat tam olarak gerçekleşmediğini ifade eder. Bu ifade Kur’an’da 4 kez geçer: 2:71; 17:73, 76; 25:42; 72:19.

72. Ve hani siz bir nefsi (canı, kişiyi) katletmiştiniz! Bundan dolayı da onun hakkında birbirinizi suçlamıştınız.1 Allah ise gizlemekte olduğunuzu2 açığa çıkarandır.

            1 “İtmek, savmak, uzaklaştırmak, üstünden atmak” anlamlarına gelen “د–ر–أ” (d, r, a’) kökünden türemiş olan “فَادّٰرَءْتُمْ” (feddare'tum) sözcüğü “suçu başkasına attınız, başkasını suçladınız” gibi anlamlara gelir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 5 kez geçer: 2:72; 3:168; 13:22; 24:8; 28:54. 

2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.

73. Bunun üzerine dedik ki: “(Sığırın) bir parçası ile onu (öldürüleni) darbedin (vurun). Belki aklınızı kullanırsınız diye Allah, ölüleri işte böyle diriltir ve ayetlerini (delil, işaret) size gösterir.”

Kur’an, öldürülen adamın bir müddet için hayata döndüğünü ve katilin adını söylediğini bildirmektedir. Bununla birlikte katilin bulunması için uygulanan metotla, yani “kurban edilen ineğin” bir parçası ile öldürülen adama vurulması hususunda bir belirsizlik vardır. Tevrat, Yasa’nın Tekrarı 21:1-9’da bahsedilen buna benzer bir metotla eski alimler tarafından yapılan tefsiri, yani öldürülen adama kurban edilen ineğin bir parçası ile vurulduğu ve onun hayata döndüğü görüşünü destekler niteliktedir.

74. Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Öyle ki şimdi taş gibidir, hatta daha da katıdır. Şüphesiz ki bazı kayalar vardır ki içinden nehirler fışkırır.1 Şüphesiz ki bazıları da vardır ki yarılır2 ve böylece içinden su çıkar. Şüphesiz ki ondan öylesi de var ki, Allah’a haşyetinden (bilinçli bir derin saygı ve korku ile) aşağı yuvarlanır. Ve Allah, yaptıklarınızdan gafil (habersiz) değildir.

1 “فَجَّرَ” (feccere) kelimesi “fışkırtmak” anlamına gelir. Bu sözcük, Kur’an’da 11 kez geçer: 2:60, 74; 17:90, 91 (2 kez); 18:33; 36:34; 54:12; 76:6 (2 kez); 82:3.

2 Bu kelime, temel anlamı “yarmak, çatlatmak, bölmek, ayırmak, parçalamak” olan “ش ق ق” (şin kâf, kâf) kökünden türemiştir. Kur’an’da bu kökten türemiş 28 kelime bulunur: 2:74, 137, 176; 4:35, 115; 8:13 (2 kez); 9:42; 11:89; 13:34; 16:7, 27; 19:90; 22:53; 25:25; 28:27; 38:2; 41:52; 47:32; 50:44; 54:1; 55:37; 59:4 (2 kez); 69:16; 80:26 (2  kez); 84:1.

75. (Kitap Ehlinin) size iman etmelerini (inanıp güvenmelerini) mi  umuyorsunuz? Oysa onlardan bir grup vardır ki Allah’ın kelamını (Allah’ın sözü olan Tevrat’ı) işitir. Akledip anladıktan sonra da tahrif1 ederler.  Onlar da (gerçeği) biliyorlar!

1 Tahrif, ayetlere gerçek anlamlarının dışında farklı anlamlar vererek, ayetleri anlamından saptırarak insanları kendi amaçları doğrultusunda kandırmaktır.

76. Müminlerle karşılaştıkları zaman “iman ettik.” dediler. Yalnız  kaldıklarında ise onların bazısı diğer diğerlerine dediler ki: “Allah’ın sizin için açtığı1 şeyleri, Rabbinizin yanında delil sunarak sizinle iddialaşmaları2 için onlara mı anlatıyorsunuz? Aklınızı neden kullanmıyorsunuz?”3

1 “فتح” (fetih), “açmak, zafer, fethetmek” gibi anlamlara gelir. Bu kelime Kur’an’da 37 kez geçer: 2:76, 89; 4:141; 5:52; 6:44, 59; 7:40, 89 (2 kez), 96; 8:19 (2 kez); 12:65; 14:15; 15:14; 21:96; 23:77; 24:61; 26:118 (2 kez); 28:36; 32:28, 29; 34:26 (2 kez); 35:2; 38:50; 39:71, 73; 48:1 (2 kez), 18, 27; 54:11; 57:10; 61:13; 78:19; 110:1.

2 “حاجّ” (hâcce) kelimesi “delil sunarak iddialaşmak” veya “delille karşılık vermek” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 13 kez geçer: 2:76, 139, 258; 3:20, 61, 65, 66, 73; 6:80 (2 kez); 40:47; 42:15, 16.

3 Benzer mesajlar: 3:5; 6:3; 11:5; 14:38; 16:19, 23; 20:7; 21:4; 24:29; 27:25, 74; 28:69; 36:76; 64:4; 87:7.

77. Allah'ın, onların gizlediklerini ve açığa vurduklarını gerçekten de bildiğini bilmiyorlar mı?

78. Onların bir kısmı ise ümmidir1 (vahiyden habersizdir). Arzuları2 (çıkarları) dışında da kitabı (Tevrat’ı) bilmezler. Onlar da sadece zanda (varsayımda) bulunurlar.

1 Kur’an’da geçen “ümmî” (ٱلْأُمِّيّ) kavramı, halk arasında yaygın olarak “okuma-yazma bilmeyen” şeklinde anlaşılmakla birlikte, Kur’ânî bağlam ve tarihsel- dil bilimsel veriler, bu anlamın yetersiz ve indirgemeci olduğunu göstermektedir. “Ümmî”, esasen “kitap ehli olmayan”, yani ilahi vahiy metinlerini (özellikle Tevrat’ı) bilmeyen kimse anlamında kullanılmaktadır.

            Bu bağlamda;

Bu ayette geçen “onların bir kısmı ümmîdir” (Bakara 2:78) şeklindeki ifade, bu kimselerin “kitaptan habersiz”, sadece zan ve arzulara dayalı olarak hareket ettikleri bildirilir.

            Âl-i İmrân 3:20 ve 75’te ümmî kelimesi, “Ehl-i Kitap’tan olmayanlar” anlamında kullanılır.

            Cuma 62:2 ayetinde ise “ümmîler” ifadesi doğrudan Mekkeliler için kullanılmıştır.

A’râf 7:157–158 ayetlerinde Muhammed Nebi’ye “ümmî nebi” denir. Bu ifade, onun nübüvvetten önce vahiy kültürüyle tanışmamış, Tevrat ve İncil gibi önceki kutsal metinlere dair yazılı ya da sözlü bir eğitim almamış, dolayısıyla da Ehl-i Kitap’tan olmayan bir Mekkeli olduğunu göstermektedir.

            Sonuç olarak, “ümmî” kavramı, Kur’an’da sadece basit bir okuryazarlık eksikliği değil, daha çok vahiy geleneğine yabancı olmak, önceki kutsal metinlerden haberdar olmamak, ve özellikle Tevrat ve İncil bilgisine sahip olmayan halk anlamında kullanılmıştır. Muhammed Nebi’nin "ümmîliği" de bu bağlamda, onun Ehl-i Kitap’tan olmayışı ve önceden ilahi kitaplara dair herhangi bir öğretide bulunmamış olması anlamına gelir.

2 Bu kelime, “Arzu etmek”, “temenni etmek” ve “ümit etmek” anlamlarına gelen “م–ن–ى” (m–n–y) kökünden türemiştir. Kur’an’da bu kökten türemiş  toplam 17 kelime geçer: 2:78, 94, 95, 111; 3:143; 4:32, 119, 120, 123 (2 kez); 22:52 (2 kez); 28:82; 53:24; 57:14; 62:6, 7.

79. O hâlde kendi elleriyle kitabı yazanlara1 yazıklar olsun!2 Ardından onunla azıcık bir semen (dünyalık bir değer; para, mal, makam, çıkar) satın almak için “Bunlar, Allah’ın katındandır.” derler. Ellerinin yazdığından dolayı artık onlara yazıklar olsun!2 Kazandıklarından dolayı da onlara yazıklar olsun!2

            1 Burada Ehl-i Kitap’ın, kendi elleriyle yazdıkları hâlde Allah’tan gelen bir vahiy imiş gibi savundukları Yahudilerin “talmut” kitabı ile gelenekçi Müslümanların “hadis” kitaplarının kastedildiği kanaati oluşmaktadır. Dolayısıyla “Bunlar Allah’ın katındandır” ifadesiyle Tevrat, İncil, Zebur veya Kur’an kastedilmemektedir.

2  Veyl, kelimesi Arapça’da “وَ-يْ-ل” (ve-ye-le) kökünden türemiş bir kelimedir. Bu kelime, sözlük itibariyle “azap, sıkıntı, keder, acı, felaket, hüzün, yazık, eyvah ve küçük düşürme” anlamlarına gelir. “Veyl olsun” ifadesi de “Azap olsun! Yazıklar olsun! Vay haline! ve Helak olsun!” anlamlarına gelir. Bu sözcük Kur’an’da 39 kez geçer: 2:79 (2 kez); 5:31; 11:72; 14:2; 18:49; 19:37; 20:61; 21:14, 18, 46, 97; 25:28; 28:80; 36:52; 37:20; 38:27; 39:22; 41:6; 43;65; 45:7; 46:17, 51:60; 52:11; 68:31; 77:15, 19, 24, 28, 34, 37, 40, 45, 47, 49; 83:1, 10; 104:1; 107:4.

80. Ve dediler ki: “Sayılı birkaç gün dışında, bize ateş asla temas etmeyecek.12 De ki: “Yoksa Allah’tan bir ahit (söz) mi aldınız? Eğer öyleyse Allah, ahdine muhalefet etmez.3 Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?

1 “طَمَسْنَا” (temesnâ) kelimesi, مَسَّ (me-se-se) kökünden türemiştir ve “dokunmak”, “temas etmek” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 63 kez geçer: 2:80, 214, 236; 237, 275, 3:24, 47, 120, 140 (2 kez), 174; 5:73; 6:17 (2 kez), 49; 7:73, 95, 188, 201; 8:68; 10:12 (2 kez), 21, 107; 11:10, 48, 64, 113; 12:88; 15:48; 54; 16:53; 17:67, 83; 19:20, 45; 20:97; 21:46; 21:83; 24:14, 35; 26:156; 30:32; 33:49; 35:35 (2 kez); 36:18; 38:41; 39:8, 49, 61; 41:49, 50, 51; 50:38, 54: 48; 55:56, 74; 56:79; 58:3, 4; 70:20, 21.

            2 Ehl-i Kitap (Yahudi, Nasrani ve Müslümanlar) arasında; Cehennemde, sadece işledikleri günahlar oranınca azap görecekleri sonra da Cennete gidecekleri şeklinde bir inanç vardır. Oysa bu ayette de belirtildiği, cehenneme girenlerin oradan çıkacaklarına dair bir ayet Kur’an’da yer almamaktadır.

3 Benzer mesajlar: 3:9, 194; 13:31; 14:47; 22:47; 30:6; 39:20.

81. Hayır!  Kim bir seyyie1 edinir, suçu2 da kendisini kuşatırsa,3 artık onlar ateş halkıdır! Onlar içinde kalıcıdırlar!

1 Bu sözcük, “سُوء” (sû’) kökünden türetilmiştir. Kök anlamı da “kötü”, “zarar”, “rahatsızlık”, “kötülük”, “çirkinlik” demektir. Aynı kökten türetilmiş olan “سَيِّـَٔا” (seyyie) sözcüğü ise, genellikle bir kötü eylem veya yasaklanmış bir davranışı ifade eder.

2 Arapça’da “suç” anlamına gelen خطأ “hata” sözcüğünün İbranice’deki karşılığı da “חֵטְא” (Het-Hata)’dır ve “suç” anlamına gelmektedir. “hata” sözcüğü, Kur’an’da 19 ayette geçer: 2:58, 81, 286; 4:92, 112; 7:161; 12:29, 91, 97; 17:31; 20:73; 26:51; 28:8; 29:12; 33:5; 69:9, 37; 71:25; 96:16.

3 “يُحِيطُ” (yuhit) sözcüğü, “kuşatmak, çevrelemek, sarıp sarmalamak, bilgisine tamamen sahip olmak” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:19, 81, 255; 3:120; 4:108, 126; 8:47; 9:49; 10:22, 39; 11:84, 92; 12:66; 17:60; 18:29, 42, 68, 91; 20:110; 27:22 (2 defa), 84; 29:54; 41:54; 48:21; 65:12; 72:28; 85:20.

82. İman edenler ve salih ameller (doğru, yapıcı, erdemli fiiller) işleyenler ise, onlar da cennet halkıdır. Onlar içinde kalıcıdırlar.

83. Hani, İsrailoğullarından “Allah’tan başkasına kulluk (hizmet) etmeyeceksiniz. Ebeveyninize de yakınlara (akrabalara) da yetimlere de miskinlere de ihsanda bulunacaksınız (güzellikle karşılık vereceksiniz). İnsanlara da hüsna (güzel, hayırlı, iyi) söz söyleyin. Salatı (Allah’a yöneliş duasını) da doğru ve istikrarlı biçimde yapın ve zekâtı verin.”1 diye bir misak (söz) almıştık. Sizden olanların pek azı  hariç (sözünüzü) sonra umursamadınız2. Sizler de (sözünden) dönenlersiniz!

1  Bu buyruk salat ve zekât gibi ibadetlerin eski ümmetlerden beri farz olduğunun delillerindendir. Benzer mesajlar: 2:183; 3:39; 5:12; 10:87; 14:40; 18:21; 19:31, 55, 59; 20:14; 22:26-30, 34-37; 21:73; 31:17; 42:13.

            2 “إعراض” (ı'râz), “görmezden ve duymazdan gelmek, karışmamak, umursamamak, aldırış etmemek” anlamlarına gelir. Bu kelime, içinde bulunulan bir durumdan, bir anlaşmadan ya da bir taahhütten bilinçli olarak geri çekilmeyi ifade eder. Kur’an’da aynı kökten türemiş 51 kelime geçer: 2:83; 3:23; 4:16, 63, 81, 128; 5:42 (2 kez); 6:4, 35, 68, 106; 7:199; 8:23; 9:76, 95; 11:76; 12:29, 105; 15:81, 94; 17:28, 67, 83; 18:57; 20:100, 124; 21:1, 24, 32, 42; 23:3, 71; 24:48; 26:5; 28:55; 32:22, 30; 34:16; 36:46; 38:68; 41:4, 13, 51; 42:48; 46:3; 53:29; 54:2; 66:3; 72:17; 74:49.

84. Hani, kanlarınızı dökmeyeceğinize ve nefislerinizi1 (sizden olanları) yurtlarınızdan kovmayacağınıza dair sizden kesin misak (söz) da almıştık. Sonra siz de ikrar (kabul) etmiştiniz. Buna tanık olan da sizsiniz.

            1 “اَنْفُسَكُمْ” (enfusekum) ve “أَنفُسِكُمْ” ifadeleri, “nefisleriniz” yani “kendiniz veya yakınlarınız” anlamlarına gelir. Örneğin 2:84, 85 ayetlerinde, “sizden olanlar”; 2:187 ayetinde ise “kendi nefsinize, kendi benliğinize” anlamında kullanılmıştır.

            2 “خرج” (kharac), çıkarmak, dışarı çıkarmak, tahliye etmek, sürmek, kovmak” gibi anlamlara gelir.

85. Sonra sizler, nefislerinizi (sizden olan canları) katlediyor, sizden bir fırkayı (grubu) da yurtlarından kovuyorsunuz. İsm1 ve düşmanlık ile de onlara karşı birleşiyorsunuz. Oysa onları yurtlarından kovmak size haram2 kılınmıştı. Esirler3 olarak size geldiklerinde ise (onları kurtarmak için) fidyeleşiyorsunuz.4 Yoksa siz Kitabın bir kısmıyla iman ediyor, bir kısmını da küfür mü ediyorsunuz (örtüyor musunuz)?5 Böyle davrananlarınızın cezası dünya6 hayatında aşağılanmadır. Kıyamet günü ise daha şiddetli bir azaba uğratılırlar. Allah da yapmakta olduklarınızdan gafil (habersiz) değildir.

            1 İsm (إِثْم) kelimesi Arapçada 'günah', 'suç', 'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi anlamlara gelir. İbranice’deki ‏אַשָּׁם‎ (asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç', 'günah' ve 'kabahat' anlamlarını taşır. “İsm”, türevleriyle birlikte Kur’an’da 42 ayette 48 kez geçer: 2:85, 173, 181, 182, 188, 203, 219, 276, 283; 3:178; 4:20, 48, 50, 107, 111, 112; 5:2, 3, 29, 62, 63, 106, 107; 6:120; 7:33; 24:11; 25;68; 26:222; 33:58; 42:37; 44:44; 45:7; 49:12; 52:23; 53:32; 56:25; 58:8, 9; 68:12; 76:24; 83:12.

2 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına gelir ve genellikle Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneyi ifade eder. Aynı kökten türeyen “حَرَّمَ” (harrama) fiili ise, “bir şeyi yasaklamak,” “bir yerden veya nesneden birilerini mahrum bırakmak,” “bir durumu birilerine engellemek” ya da “bir şeyi dokunulmaz kılmak” anlamlarında kullanılır.

3 “اَس۪يراً” (esir) kelimesi, bir şeye veya birine bağımlı olmuş, teslim olmuş kişiye “esir”, tutsak” denir. Bu kelime Kur’an’da 6 kez geçer: 2:85; 8:67, 70; 33:26; 76:8, 26.

4 Yüce Allah İsrailoğullarından aldığı sözlerle ilgili olarak yaptığı uyarılara itibar etmediklerini, emirleri tutmadıkları için esir düşen Yahudileri kurtarmak için de fidye vererek kendileriyle çeliştiklerini, bunun zararını kendilerinin çektiğini bildirmekte, bu duruma kendi kitaplarındaki bilgilerle de şahit olduklarını ifade etmektedir.

5 Kitabın yani vahyin bir bölümüne inanıp bir kısmını inkârın küfür olduğu 4:150-151’de bildirilmektedir.

6 “دُنْيَا” (dünya) kelimesi, Arapça’da “daha yakın” veya “aşağıda olan” anlamına gelir. Bugün gezegenimizin adı olarak kullanılan “dünya” sözcüğü, bu Arapça kökten mecazî olarak alınmıştır.

86. Onlar, ahiret ile dünya hayatını satın alan kimselerdir. Artık onların azabı hafifletilmez! Onlara yardım da edilmez!

87. Andolsun ki Musa’ya da Kitap’ı (Tevrat’ı) verdik. Ondan sonra da ardı ardına1 resuller (elçiler) gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya ise beyyineler (apaçık deliller) verdik ve onu Rûhu’l-kuds2 ile destekledik3. Bir elçi, nefislerinizin (canınızın) arzulamadığı bir şeyle size gelse, büyüklük tasladınız: bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da katlettiniz! Öyle değil mi?

            1 “قَفَّيْنَا” (kaffeynâ), “arkasından göndermek, takip ettirmek, birinin ardından birini getirmek” anlamlarına gelir.

2 Ruh ile ilgili bir soruya şöyle cevap verilmektedir: “Sana ruh’tan soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir, onun ilminden de pek azı dışında size (bilgisi) verilmemiştir.” (İsra, 17:85)

Tevrat’ta da Ruh’tan söz edilmektedir: “Yüce meleklerin Ruhu da suların yüzü üzerinde geziniyordu.” (Başlangıç, 1:2)

“Yahve de bir bulutun içinde indi ve onunla konuştu ve (Musa’nın) üzerindeki Ruh’tan arttırdı ve ihtiyar (seçkin) 70 kişinin üzerine yerleştirdi. Ve öyle oldu. Ruh da üzerlerine çöker çökmez (bu 70 kişi) nebilik ettiler ve devam etmediler.” (Sayılar, 11:25)

17:85 ayetinden de anlaşılacağı üzere Ruh’un ve Rûhu’l-kuds’un (Kutsal Ruh’un) ne olduğu konusunda kesin bir bilgiye sahip değiliz. Bazı görüşlere göre bu ifade ile Cebrail kastedilmiş olabilir. Ancak “Ruh” ve “Kutsal Ruh” isimlendirilen varlığın, bilinen meleklerden farklı ve bağımsız bir varlık olabileceği olasılığı da dikkate alınmalıdır. “Ruh” ifadesi Kur’an’da 19 yerde 20 kez geçer: 2:87, 253; 4:171; 5:110; 15:29; 16:2, 102; 17:85 (2 kez); 19:17; 26:193; 32:9; 38:72; 40:15; 42:52; 58:22; 66:12; 70:4; 78:38; 97:4.

3 “ٱلْأَيْدِ” (el-eyd), “destek, güç” demektir. Bu ifade Kur’an’da 11 kez geçer: 2:87, 253; 3:13; 5:110; 8:26, 62; 9:40; 38:17; 51:47; 58:22; 61:14.

88. Ve “Kalplerimiz kılıflıdır (perdelidir).”1 dediler. Hayır! Allah, onları  küfürlerinden dolayı lanetlemiştir.2 Artık pek azı iman eder.

1 Bu ifade, Yahudilerin, kendi dinlerinden başka bir öğretiye gereksinimleri olmadığı biçimindeki büyüklenmeleri olarak yorumlanmıştır. Benzer mesaj: 4:155

2 Lanet kelimesi; “uzaklaştırmak”, “sevaptan uzak tutmak”, “ilahi rahmet ve merhametten uzak tutmak” anlamına gelmekte ve gerçekleri gizleyenlerin rahmet ve merhametten uzak tutulacakları anlamını içermektedir. Ayette sadece Allah ve meleklerinin değil tüm insanların lanetleyeceği haber verilmektedir. Tüm insanlar diye buyrulduğuna göre bunlar (lanetleyenler) Müslim olsun veya olmasın tüm insanlar demektir. 3:84 ve 87 ayetleriyle birlikte okunduğunda lanetlenen kimselerin Müslim olduktan sonra kafir olan kimseler olduğu açıktır. Kendisine Müslim diyen, ancak 3:85 ayetinde belirtildiği gibi uydurduklarını din edinmiş kimseler için Allah’ın bu ayetleri gereği lanetlenmek kaçınılmazdır.

89. Allah katından yanlarındakini tasdik edici1 bir kitap onlara gelince, -ki onlar, daha önce küfreden (hakkı örten, gizleyen) kimselere karşı fetih2 istiyorlardı- bildikleri o şey kendilerine gelince de onu küfrettiler. O hâlde Allah’ın lâneti kâfirlerin üzerine olsun!

1 Kur’an’ın, Tevrat’ı tasdik ettiği (doğruladığı) ile ilgili açıklama 2:41’de yer alır.

2 “فتح” (fetih), “açmak, zafer, fethetmek” gibi anlamlara gelir. Bu kelime Kur’an’da 37 kez geçer: 2:76, 89; 4:141; 5:52; 6:44, 59; 7:40, 89 (2 kez), 96; 8:19 (2 kez); 12:65; 14:15; 15:14; 21:96; 23:77; 24:61; 26:118 (2 kez); 28:36; 32:28, 29; 34:26 (2 kez); 35:2; 38:50; 39:71, 73; 48:1 (2 kez), 18, 27; 54:11; 57:10; 61:13; 78:19; 110:1.

90. Nefisleriyle (egolarıyla) ne kötü şey satın aldılar! Allah’ın, kullarından dilediği kimseye fazlından1 (lütfundan, cömertliğinden) (vahiy) indirmesini çekemeyerek,2 Allah’ın indirdiğini küfrettiler.3 Bundan dolayı gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için onur kırıcı bir azap4 da vardır.

            1 “فَضْلِ” (fazl) sözcüğü, “lütuf, cömertlik, rahmet, fazlalık” anlamlarına gelir. Bu ayette de Allah’ın ikramı, rahmeti, nimetleri veya verdiği özel ayrıcalıklardan söz edilmektedir.

2 “بَغْيًا” (bağyen) ifadesi “bir şeyi aşırı istemek, haksızlık, zulüm, saldırganlık, azgınlık” gibi anlamlara gelir. Bir şeyi aşırıya kaçarak istemek ya da başkasının hakkına tecavüz edecek şekilde davranmak anlamında da kullanılır.

3 “بِئْسَ” (bi’sa) sözcüğü, “ne kötü, kötü, çirkin, berbat” şeklinde çevrilebilen ve  Arapçada kötüleme ve kınama anlamı taşıyan bir fiildir. Bu kelime, genellikle olumsuz bir durumu, niteliği veya eylemi ifade etmek için kullanılmaktadır.

4 “azabun muhin” (onur kırıcı bir azap) ifadesi Kur’an’da 8 yerde (2:90; 3:178; 4:14; 22:57; 31:6; 45:9; 58:5, 16) geçmektedir. Bu ifade Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar, değiştirenler, alay konusu edinenler, hakkı (gerçeği) inkar edenler, yemin ederek İnsanları Allah’ın yolundan saptıranlar için kullanılmıştır.

91. Onlara “Allah’ın indirdiğiyle iman edin (vahiy kitapları aracılığıyla inanıp güvenin)” denildiğinde ise “Bize indirilenle (kendi kitabımızla) iman ederiz.” derler. Ondan sonra geleni de küfrederler (örterler). Oysa o, kendilerinde olanı tasdik eden (doğrulayan) bir haktır (gerçektir). De ki: “Eğer mümin iseniz, o zaman Allah’ın nebilerini daha önce neden katlediyordunuz?”

92. Andolsun ki Musa da size beyyinelerle (apaçık delillerle) gelmişti. Sonra buzağıyı (ilah) edindiniz! Sizler zalimlersiniz!

1 Beyyine; beyân kökünden sıfat olup “apaçık delil, hüccet, kesin belge” demektir. Tevrat’ta ise benzer bir kelime “Bayyinah” şeklinde geçer ve İbranice’de açık, anlaşılır, gösterişsiz anlamına gelmektedir. 2:209, 211; 4:19, 26; 6:57; 7:105; 8:42, 42; 9:115; 29:35; 98:1, 2, 4.

93. Hani sizden de sağlam bir misak (söz) almıştık.1 Üzerinize de Tur’u (Sina Dağını) kaldırmıştık.2 “Size verdiğimiz şeyi (Kitabı) kuvvetle alın ve dinleyin!”3 “İşittik ve isyan ettik.” dediler. Küfürleri nedeniyle de kalplerine buzağı (sevgisi) içirildi.4 De ki: “Eğer mümin iseniz, imanınız onunla size ne kötü şey emrediyor!”

1 Benzer mesaj:Ve dağı (Sina Dağı’nı) bir gölge gibi üstlerine kaldırdığımızda da üzerlerine düşecek sanmışlardı. Size verdiğimizi (Kitabı) kuvvetle alın (ona sıkıca tutunun) ve içinde olanı zikredin ki takva sahibi olasınız.” (7:171)

2 “Tur” sözcüğü Kur’an’da dağ anlamında kullanılmıştır. Tur sözcüğü Kur’an’da 10 defa geçer: 2:63, 93; 4:154; 19:52; 20:80; 23:20; 28:29, 46; 52:1; 95:2. 23:20 ve 95:2 ayetleri göz önünde bulundurulduğunda, Kur’an’daki “Tur” ifadesi ile Sina Dağı’ndan söz edildiğini anlamaktayız.

3 Vahye uymayla ilgili mesajlar için Bkz: 2:63, 93, 256; 3:103; 4:175; 6:50, 106; 7:3, 144, 171; 10:15, 109; 19:12; 22:78; 33:2; 39:55; 43:43; 45:18; 46:9.

4 İnkârcıların kalplerine buzağıya tapma sevgisinin doldurulmasının sebebi, inkârlarında ısrarcı olmalarıdır. Yani insanların kararlı bir şekilde inkâr etmesi, inkârcılığı sürdürmesi inkâr sebep, bunun sonucunda kalplerine buzağıya tapma sevgisinin doldurulması ise sonuçtur.

94. De ki: “Allah’ın yanındaki ahiret yurdu, insanların dışında sadece size ait ise ve (üstelik) eğer sadık (doğru, dürüst) olanlardan iseniz, o hâlde ölümü dileyin!

95. Elleriyle işlediklerinden dolayı ölümü asla arzulamazlar. Allah da zalimleri çok iyi bilendir.

Benzeri 62:6-7’de de geçen bu ayetlerde Yahudilerin tutarsızlığına dikkat çekilmektedir. Benzer durum, aynı şekilde inanan diğer din mensupları için de geçerlidir.

96. Onları, yaşama karşı insanlardan da müşrik kimselerden de daha tutkulu bulursun. Her biri mümkünse ömrünün 1000 yıl olmasını arzular.1 Uzun yaşaması, onu azaptan uzaklaştıracak da değildir.  Allah da yaptıklarını görendir.

1 Bu kelime, “وَدَّ” (vav-dal-dal) kökünden türemiştir ve “sevgi”, “istemek”, “arzulamak” gibi anlamlar taşır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 29 kez geçer: 2:96, 105, 109, 266; 3:30, 69, 118; 4:42, 73, 89, 102; 5:82; 8:7; 11:90; 15:2; 19:96; 29:25; 30:21; 33:20; 42:23; 58:22; 60:1 (2 kez), 2, 7; 68:9; 70:11; 71:23; 85:14.

97. De ki: “Kim Cibril’e düşmansa, o hâlde bil ki o, Allah’ın izniyle ellerindekini1 tasdik edici (doğrulayıcı) olarak onu (Kur’an’ı) kalbine indirmiştir.2 Müminler için de bir hidayet (rehber) ve bir müjdedir.

1 Beyne yedeyh” ifadesi ile “yanlarındaki, önlerindeki, iki elleri arasındaki vahiy kitapları” kastedilmektedir. Bu tamlama Kur’an’da 38 ayette 39 kez geçer.

2 Benzer mesaj: 26:193-194.

98. Kim Allah’a, meleklerine, resullerine, Cibril’e1 ve Mikail’e2 düşmansa, bilsin ki Allah, kâfirlere düşmandır!

1 Cebrail, Kur’an’da bazen Cibrîl bazen de Resul (elçi) olarak anılır. O, karşı konulması mümkün olmayan büyük bir güç, üstün bir akıl ve kesin bilgiye sahiptir. “Arşın sahibi” yani Allah’ın en yüce makamının yanında çok saygı gören, meleklerin itaat ettiği şerefli bir elçidir (53:5-6; 81:19-21).

Tevrat’ta da üç büyük meleğin arasında sayılan Cebrail, İbranice’de Gavri’el (Yüce Güç) anlamına gelir. Tevrat’ta; Daniel Kitabında (8:15-26, 9:21-27) söz edilir. İncil’de ise Cebrail’den iki defa söz edilir. Bunlardan birinde Zekeriya’ya görünerek ona “Yüce Olan’ın önünde duran Cebrail” olduğunu söylediği ve Yahyâ’nın doğacağını haber verdiği, diğerinde Meryem’e görünerek ona İsa’yı müjdelediği anlatılır (Luka, 1:11-20, 26-38). Hıristiyanlığa göre de Cebrâil, enbiyaya insan şeklinde görünerek Allah’tan vahiy getiren büyük bir melektir.

2 Mikail’in İbranice karşılığı ise Mika’êl’dir ve “Kim Yüce gibidir?” anlamına gelir.

            Tevrat’ta Mîkâil’in ismi beş yerde geçer (Daniel, 10:13, 21; 12:1; Yahuda’nın Mektubu, 9; Vahiy, 12:7). Eski Ahit’te adı anılan iki büyük melekten biri olan Mîkâil (diğeri Gabriel), düşmanlarına karşı İsrailoğullarına yardıma gelen ve onları esaretten kurtaran, İsrailoğullarının koruyucu meleği, birinci ve büyük reis (Daniel, 10:13, 21; 12:1);

İncil’de ise; İblise karşı çıkan baş melek ve gök ordusunun reisi (Yahuda’nın Mektubu, 9), başında bulunduğu melek ordusu ile İblis ve şeytan denen büyük ejder ve ordusuna karşı savaşan ve onları yenip göklerden yere süren başkumandan (Vahiy, 12:7-9) olarak geçer ve Musa’nın cesedi hakkında İblis ile mücadele eden biri olarak takdim edilir (Yahuda’nın Mektubu, 9). Jonathan Targumu, bu hadiseyi Musa’nın gömülmesiyle ilgili Tevrat metninin (Yasa’nın Tekrarı, 34:6) açıklaması çerçevesinde anlatır ve Musa’nın Mikail ve diğer meleklerce defnedildiğini nakleder.

Kur’an’da dört Surede, önce İbrâhim’e gelip oğlu İshak’ın ve torunu Yakub’un doğacağını müjdeleyen, ardından Lut’u ziyaret edip azgınlaşan kavmini helâk eden bir grup elçi melekten söz edilir (11:69-83; 15:51-71; 29:31-34; 51:24-37). Cebrail ile Mikail’in bunların arasında yer aldığı düşünülmektedir.

99. Andolsun ki sana da beyyineler olan ayetler (apaçık olan kanıtlar, mucizeler) indirdik. Ancak fasıklar onunla küfreder (onunla hakkı örter, gizler).

1 “بِهَٰ” (bi-hā) ifadesi, Arapça’da genellikle bir zamir ve harf-i cer (edat) kullanımıdır. Harf-i cer (edat) anlamı; “onunla”, “onun aracılığıyla” gibi anlamlar taşır. Zamir anlamı ise; “Bunu” veya “onu” gibi anlamlar taşır ve feminen, bir şeyi işaret etmek için kullanılır.

100. Ne zaman bir ahit (antlaşma) yaptılarsa, içlerinden bir grup onu bozdu.1 Hayır! Onların çoğu iman etmez!

            1 “نَبَذْنَاهُ” (nebeznahu) sözcüğü, “onu attı, onu fırlattı, onu terk etti” anlamlarına gelir.

101. Allah’tan, onlardakini tasdik eden (doğrulayan) bir resul onlara geldiği zaman da, kitap verilenlerden (Yahudi, Nasrani ve Müslimlerden) bir grup, sanki hiç bilmiyorlarmış gibi Allah’ın Kitabı’nı arkalarına attılar.1

1 Allah’ın Antlaşma Elçisi, Tevrat’ta (Malaki 3:1-3), İncil’de (Luka 17:22-37) ve Kur’an’da (Âl-i İmrân, 3:81) önceden müjdelenmiştir. Resul, yanlarındaki kitapta bulunan mucizeleri gösterdiğinde, o kitaba inandığını iddia eden bir grup, o elçiyi inkar etmek için Kitaptaki mucizeleri ve kanıtları dahi görmezden gelir.

102. Süleyman’ın mülkü (hükümdarlığı) hakkında da şeytanların (aldatanların, saptıranların) okuyup aktardıklarına (tilavet ettiklerine) uydular.1 Süleyman küfretmedi (hakkı örtmedi, gizlemedi); insanlara sihri öğreten şeytanlar ise küfretti. Babil’deki Harut ile Marut isimli iki meleğe/melike2 de (vahiy olarak) bir şey indirilmiş değildi. Onlar da “Şüphesiz ki bizler fitneyiz, o hâlde küfretme!”3 demeden hiç kimseye (sihir) öğretmiyorlardı. Buna rağmen (insanlar), karı ile kocanın arasını açacak şeyleri bunlardan öğreniyorlardı. Ancak onlar, Allah’ın izniyle olmadan kimseye onunla zarar veriyor da değillerdi. Kendilerine de fayda vereni değil, zarar vereni öğreniyorlardı. Andolsun ki onu (büyüyü) satın alan kimsenin, ahirette yaratılmış şeylerden4 nasibi olmadığını da öğrendiler. Nefisleriyle (egolarıyla) satın aldıkları şey ne kötüdür! Bir bilselerdi!

1 Kur’an’da Süleyman Nebi’den 7 surede söz edilmektedir, adı da 17 kez geçer: (2:102; 4:163; 6:84; 21:78-79, 81; Kur’an’da adı 17 kez geçer. Babasının ölümünden sonra onun yerine hükümdar olmuştur. Süleyman Nebi; kendisine vahyedilen (4:163), küfre sapmamış olan (2:102); sürekli Allah’a yönelen (38:30); kendisine hüküm (egemenlik) ve ilim verilen (21:79; 27:15), kendisinin sınandığı (38:34,35) muhsinlerden (6:84), salihlerden (6:85), alemlere faziletli (üstün, ayrıcalıklı) kılınanlardan (6:86; 27:15; 34:10), ve kendisine kitap ve hüküm verilen bir nebidir (4:163; 6:84,89).

Ayrıca Süleyman Nebi’nin; cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusunun olduğu (27:16), rüzgarların onun kontrolüne verildiği (21:81;  34:12; 38:36), kendisine kuşların dilinin öğretildiği (27:16), hayvanların konuşmalarını anladığı (27:18,19), kendisine bakır madenini eritip işlemenin öğretildiği (34:10), şeytanlardan ve cinlerden bir kısmının onun gözetimi altına verildiği, onlara iş yaptırdığı, onlara dalgıçlık yaptırdığı (21:82;  34:12; 38:37,38) ve cinlerin, kendisi için mabetler, heykeller, havuzlar gibi (geniş) leğenler, kazanlar yaptığı (34:13); Belkıs’ı İslam’a davet ettiği (27:15-44) de Kur’an’da belirtilmektedir.

Tevrat ve İncil’de de Süleyman Nebi’den söz edilmektedir: Tevrat’ta Süleyman’ın babasının Davud, annesinin de Batsheva (II. Samuel, 12:24; I. Krallar, 1:11; 2:1,2; Matta, 1:6) olduğu; saltanatın miras kalması konusunda girişimlerde bulunulduğu (1. Krallar, 1:11-17, 2:12; 1. Tarihler, 23:1-2) ve Davud’un ölümünün yaklaştığı günlerde oğlu Süleyman’a, Musa’nın şeriatında yazılı bulunan hususlara harfiyen uymasına dair öğütler verdiği (1. Krallar, 2:l-5); hakem olduğu bir olayın anlatıldığı (1. Krallar, 3:16-28 ); krallığında kuvvet bulduğu ve Allah’ın onunla beraber olduğu (2. Tarihler, 1:1; 6:18-23; 1. Krallar, 8:22-23); Süleyman’a hikmet ve anlayışlı yürek verildiği (1. Krallar, 3:12; 4:29-30; 2. Tarihler, 1:7-12.); Süleyman’ın saltanatından, atlarından, savaş arabalarından, süvarileri gibi sahip olduğu birçok imkândan ayrıntılı söz edildiği (1. Krallar, 4:1-34; 2. Tarihler, 12:1-3); Sebe Melikesi kıssasının anlatıldığı (1. Krallar, 10:1-13; 2. Tarihler, 9:1-12, Matta, 12:42; Luka, 11:31); Süleyman’ın yaptırdığı köşkün (Tevrat’ta saray) anlatıldığı (1. Krallar, 7:1-12; 10:1,2; 6:38; 2. Tarihler, 8:2) hususları yer alır.

Beytü’l-Makdis’in (Beth Ha-Mikdaş) de yerinin Dâvûd tarafından seçilip planlandığı ve mabedin yapımında kullanılacak olan bütün malzemeyi de teslim etmiş olduğu (II. Tarihler, 22:1-16); Süleyman tarafından inşa edildiği (II. Samuel, 7:1-13; I. Tarihler, 17:1-2) ve İsrail oğullarının Mısır’dan çıkışının 480’inci ve  Süleyman’ın hükümdarlığının 4’üncü yılında başlamış ve 7 yıl kadar sürdüğü, yapılan mabedin uzunluğu, 60; genişliği, 20 ve yüksekliği, 30 arşın (1 Yahudi arşını 45 cm) olduğu (1. Krallar, 6:1-6) Yine bu kaynakta yapılan bu mabedin büyük ve şaşılacak bir ev olduğu,  yapımında maden işlemeciliğinde hünerli işçilerin çalıştığı (1. Tarihler, 2:1-9); yapımı esnasında çekiç, balta ve demirden yapılmış her hangi bir araç-gerecin sesinin duyulmadığı, içerde ve dışarda çepeçevre evin bütün duvarlarında kabartma şekillerin olduğu (1. Krallar, 6:7-36); evin içinin ve dışının som altın, tunç ve değerli taşlarla kaplandığı (2. Tarihler, 3:4-9; 1. Krallar, 6:21-22) ve yapımında on binlerce kişinin çalıştığı (1. Tarihler, 2:17-18); M.Ö 925 yılında Beytü’l-Makdis’te vefat ettiği söylenilmektedir. Tevrat’ta da Süleyman’ın Yerüşalim’de (Kudüs’te) İsraillilere 40 yıl krallık yaptığı belirtilmektedir (2. Tarihler, 9:30,31)

Yukarıda belirtilen 7 yılın, Süleyman’ın Nebilik ve saltanatı esnasında yapımına harcadığı toplam süre olarak almak verilere daha uygun düşmektedir. Çünkü toplam Nebilik süresi olarak, mescidin inşa öncesi ve sonuçlandırılma aşamasında vefatı göz önünde tutulunca, 11 yıl gibi gerçek ile örtüşmeyen bir süre ortaya çıkmaktadır (Bakınız: Kur’an, 34:14; Tevrat, 2. Tarihler, 9:30-31)

Beytü’l-Makdis, nebilerin hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Örneğin; Zekeriya ve oğlu Yahya, bu kutsal mabedi amacına uygun bir şekilde değerlendirmiş; Meryem, bu mabede adanmış ve gençlik yıllarını ona hizmetle geçirmiş; İsa, bu mabede özel değer vermiş ve tebliğini bu mabed çevresinde yapmıştır. Ancak İncil’de ise, İsa’nın çağdaşı olan Yahudilerin mabede gereken ihtimamı göstermedikleri (Markos, 11:15-17) ve orada İsa’nın İncil’i öğretmesine Yahudi baş kâhin, yazıcı ve ihtiyarlarının karşı çıktıkları (Luka, 20:1-2) ifade edilmektedir. Son Nebi Muhammed de belirli bir süre Kıble olarak kullanmıştır. (Bkz: 2:144)

2 Melek” kelimesi; Arapça (مَلَك, melek), İbranice (מַלְאָךְ, mal'akh) ve Süryanice (ܡܲܠܲܐܟܵܐ, mal'akhā) gibi Sâmî dillerde ortak bir kökene dayanır. Genellikle “elçi” veya “haberci” anlamında kullanılır. Aynı zamanda “kral”, “hükmeden” ve “tasarruf sahibi” gibi anlamlarla da ilişkilendirilmiştir. Bu bağlamda melekler, hem ilahi mesajları ileten elçiler hem de Allah’ın emriyle evrende çeşitli görevleri yerine getiren güçlü varlıklar olarak tanımlanmıştır.

Buradaki “melekeyni” kelimesini “Allah’ın emirlerine itaat eden varlıklar” şeklinde okuyunca mesajın anlaşılması çok zorlaşmakta, hatta imkânsızlaşmaktadır. Yahudi hahamlarının Babil sürgününde öğrendikleri Harut ve Marut masalı (cezalı iki meleğin büyü yapmayı öğretmesi), Süleyman’a iftiraları ve büyüyü meşru görmeleri, bunu da Allah’a ve elçilerine yakıştırmaları ayette anlatılıp eleştirilmektedir. Yani ayette bahsedilen konular, Yahudi inanışıdır. Aksi durumda -haşa- “Allah ayetin başında büyüye onay vermiş, sonrasında ise büyüyle uğraşanları azapla tehdit etmiştir” çelişkisi doğacaktır. Zira, Hasan Basri gibi âlimler de ayetin okunuşunun melikeyni (iki melik/hükümdar) olduğunu söylemişlerdir.

3  “فِتْنَ” (fitne), “sınama, deneme, ateşte eritme, karışıklık/ayrışma durumu” gibi anlamlara gelir. Bu anlamda fitne, bir şeyin özünü ve saflığını açığa çıkarmaya yönelik bir ayrıştırma sürecidir. Kısaca kişinin veya nesnenin gerçek durumunu belirginleştiren sınayıcı koşul anlamına gelir. Dolayısıyla Allah’ın uyguladığı testler; iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, mümin ile kafiri ayırt etmek için kullandığı sınama araçlarıdır. Fitne kelimesi Kur’an’da 70 kez geçer: 2:102, 191, 193, 217; 3:7; 4:91, 101; 5:41, 49, 71; 6:23, 53; 7:27, 155; 8:25, 28, 39, 73; 9:47, 48, 49 (2 kez), 126; 10:83, 85; 16:110; 17:60, 73; 20:40 (2 kez), 85, 90, 131; 21:35, 111; 22:11, 53; 24:63; 25:20; 27:47; 29:2, 3, 10; 33:14; 37:63, 162; 38:24, 34; 39:49; 44:17; 51:13, 14; 54:27; 57:14; 60:5; 64:15; 68:6; 72:17; 74:31; 85:10.

4 “خَلَاقٍ۠” (khalâkin) ifadesi, “yaratılmış şeyden nasip, pay, hisse” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:102, 200.

103. Onlar gerçekten iman etselerdi ve takvalı olsalardı (Allah’a karşı sakınsalardı), Allah katındaki sevapları1 hayırlı olacaktı. Bir bilselerdi!

            1 “ثَوَاب” (sevab) sözcüğü, “karşılık, ödül, mükafat” anlamlarına gelir. Bu sözcük Kur’an’da 11 ayette 15 kez geçer: 2:103; 3:145 (2 kez), 148 (2 kez), 195 (2 kez); 4:134 (2 kez); 18:31, 44, 46; 19:76; 28:80; 83:36.

104. Ey iman edenler!1 ‘Râinâ!’ demeyin, ‘Unzurnâ!’ deyin2 ve duyun! Kâfirler için ise acıklı bir azap vardır.

1 “yâ eyyühellezîne âmenû” “Ey iman edenler” ifadesi Kur’an’da 89 kez geçer.

2’Bizi güt, bize çobanlık et!’ demeyin!” olarak çevirdiğimiz “Raina” söylemi, insanların kendilerini güdülecek davar gibi görmemeleri ve “bizi gör, gözet” şeklinde insanlık erdemlerine yakışan bir hitap istemeleri anlamında yorumlanmalıdır. Ancak kimi Müslimler, ayete aykırı olarak halka, raiyye (çoğulu reaya) derler.

İbranice’de de onur kırıcı anlamları olan bu söylem; 4:46 ayetinde, sözlerin anlamlarını saptırarak elçilerle alay etmek isteyen Yahudilere yönelik uyarılar olduğu belirtilmektedir.

105. Ehl-i1 Kitap’tan küfreden (hakkı örten) ve şirk koşan kimseler, Rabbinizden bir hayrın (iyiliğin, güzelliğin, faydalı bir şeyin) size indirilmesini arzu etmezler. Allah ise istediği kimseye rahmetini2 tahsis eder.3 Allah, Zu’l-Fadli’l-Azîm’dir.4

1 Ehl kelimesi Kur’an’da aile, akraba (2:196;11:45; 20:132; 21:76; 27:57; 28:29, 89; 4:35; 37:75, 134;), topluluk, kavim ve aşiret (3:64; 4:35; 36:55; 85:4) ile bir işe layık olan (74:56) gibi anlamlara gelir.  

 “اَهْلَ الْكِتَابِ” (Ehlel-Kitap) ifadesi ise genellikle Türkçeye “Ehl-i Kitap” olarak çevrilmekte ve “kendilerini kitabın bir araya getirdiği kimseler” anlamına gelmektedir. Kur’an’da ise bu ifade, “ilahi bir kitaba inanan topluluklar” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu terim, özellikle Yahudiler ve Hristiyanlar için kullanıldığı yönünde yaygın bir kabul görmekle birlikte, Allah tarafından kendilerine kitap gönderilmiş tüm toplumların kastedildiği yönündeki görüş daha kuvvetlidir. Buna göre, kendilerine ilahi vahiy indirilen Yahudiler, Hristiyanlar (Nasraniler), Sabiiler ve Müslimler da bu kapsamda değerlendirilmektedir. Bu nedenle, söz konusu ayetlerde yapılan uyarıların, aynı davranışı sergileyen Müslimler için de geçerli olduğu unutulmamalıdır. Bunların, Kur’an’ı inkâr eden veya görmezlikten gelen kesimi, kâfir olarak nitelenir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ehl-i Kitap’tan bir grup, sizi saptırmak istedi. Oysa sadece kendilerini saptırırlar, farkına varmazlar. Ey Ehl-i Kitap, (vahye) tanık olduğunuz hâlde Allah’ın ayetlerini (kanıt, işaret) niçin küfrediyorsunuz (örtüyorsunuz, gizliyorsunuz)? Ey Ehl-i Kitap, Neden Hak olana (gerçeğe, hakikate) batılı giydiriyorsunuz ve bildiğiniz hâlde hak olanı gizliyorsunuz?”  (3:69-71)

“اَهْلَ الْكِتَابِ” (Ehl-i Kitap) ifadesi, Kur’an’da 31 kez geçer: 2:105, 109; 3:64, 65, 69, 70, 71, 72, 75, 98, 99, 110, 113, 199; 4:123, 153, 159, 171; 5:15, 19, 59, 65, 68, 77; 29:46; 33:26; 57:29; 59:2, 11; 98:1, 6. Bir yer de de “ehl-i incil” ifadesi geçmektedir (5:47).

2 Rahmet; merhamet etmek, şefkatte bulunmak, lütufta bulunmak anlamlarına gelir. Rahmet kelimesi Kur’an’da 114 yerde geçer. Yüce Allah, 4 ayette “erhamü’r-râhimîn”, 2 ayette “hayrü’r-râhimîn” olarak nitelendirilmiştir.

3 Bu kelime, “خ-ص-ص” (ḥa-sad-sad) kökünden türemiştir ve “tahsis etmek, “ayrıcalık tanımak”, “seçmek”, ayırmak” gibi anlamlara gelir.  Bu ifade Kur’an’da 4 kez geçer: 2:105; 3:74; 8:25; 59:9.

4 “Muazzam bir lütuf, ihsan ve kerem sahibi” anlamına gelen “Zu’l-Fadli’l-Azîm” ismi, Kur’an’da 6 kez geçer: 2:105, 3:74, 8:29, 57:21, 29 ve 62:4.

106. Bir ayeti neshedersek (yürürlükten kaldırsak) ya da onu unutturursak, ondan daha hayırlısını (iyisini, doğrusunu) ya da bir mislini (ona eşit olanı) veririz.1 Yoksa bilmiyor musun? Allah, şüphesiz ki her şeye kadirdir (her şeye gücü yetendir).

1 Burada geçen “ayet” kelimesi bilinen anlamda “Kur’an cümlesi değil, 2:105, 6:124 ve 43:31-32’nci ayetler gereği “şeriat” veya “risâlet” anlamına gelmektedir. Bu nedenle neshinden söz edilen şey, Musa ve İsa Nebi’nin şeriati gibi önceki şeriatlerle ilgilidir.

Nesih ise; kültürümüzde “şer’i bir hükmün yine şer’i bir delille iptal edilmesi” şeklinde tarif edilir. Kelimenin “ayetlerin hükümsüz bırakılması” anlamında Kur’an bünyesinde kullanımı söz konusu olamaz. Bu durum, hiçbir şeyin Kur’an’ı iptal edemeyeceğini vurgulayan 41:42’nci ayetinden de açıkça anlaşılmaktadır. 2:106’ncı ayetteki mesaj, bir önceki ayetin de işaretiyle risalettir. Yani yeni bir elçilik ve mesaj verilmesidir. Allah’ın kitabında iptal edilmiş veya hükmü kaldırılmış hiçbir ayet yoktur. Bu iddia Kur’an’da çelişkinin olmadığını içeren 4:82’ye, ayrıca 11:1-2 ile 22:52’ye açıkça aykırıdır. Böyle bir iddiada bulunanlar 22:51, 34:5 ve 38’de kastedilen kişilerdir.

107. Yoksa bilmiyor musun? Göklerin (7 evrenin) ve arḍın1 egemenliği şüphesiz ki Allah’ındır, O’nundur. Allah’ın dışında2 bir veliniz (dostunuz, rehberiniz, koruyup gözeteniz) de bir yardımcınız da yoktur!3

1 “ارض” (arḍ); Yer, toprak, yeryüzü, zemin anlamlarına gelir. Ancak Kur’an’da bir toplumun yaşadığı topraklar, yaşanılan yer, egemenlik alanı, Allah’ın evrenlerin dışındaki diğer egemenlik alanları gibi anlamlarda da kullanılmaktadır.

2 “مِنْ دُونِ اللّٰهِ” (min dunillâhi) ifadesi, “Allah’tan başka” veya “Allah’ın dışında” anlamlarına gelir.

3 Bu cümle, aynı sözcüklerle 2:107, 9:116, 29:22 ve 42:31’de tekrarlanmaktadır.

108. Yoksa daha önce Musa’ya sorulduğu gibi, siz de resulünüze sorular mı sormak istiyorsunuz?1 Kim küfrü imana değişirse, o zaman düz (doğru) olan yoldan sapmış olur2.

1 Bu ifade, “Yoksa daha önce Musa’dan istendiği gibi, sizler de Resulünüzden isteklerde mi bulunmayı arzuluyorsunuz?” şeklinde de anlaşılabilmektedir.

2 “ضلل” (ḍâlle) sözcüğü, genel olarak, “yoldan sapma, uzaklaşma, kaybolma, hata yapma” gibi anlamlar içerir. Bu sözcük tek başına Kur’an’da 27 kez geçer: 2:108; 4:116, 136, 167; 5:12, 77, 105; 6:140; 7:37, 149; 10:108; 16:125; 17:15, 67; 18:104: 20:92; 25:17; 27:92; 33:36; 37:71; 39:41; 40:74; 46:28; 53:2, 30; 60:1; 68:7.    

109. Ehl-i Kitap’tan olanların çoğu, hak olan kendilerine apaçık belli olduktan sonra, nefislerindeki hasetten (çekememezlikten)1 dolayı imanınızdan sonra sizi tekrar kafirler olarak döndürmeyi arzularlar. O hâlde Allah, onlar hakkındaki emrini verinceye kadar onları affedin ve onlara aldırmayın!2 Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.

1 Haset: Çekememezlik; bir kimsede olan bir şeyin onda olmayıp, kendinde olmasını veya onun da mahrum kalmasını istemektir. Haset sözcüğü Kur’an’da 5 defa (2:109; 4:54; 48:15; 113:5-2-) geçmektedir.

2 Bu kelime “görmezden gelmek”, “aldırmamak”, “vazgeçmek” gibi anlamlara gelen “صَفَحَ” (safaha) kökünden türemiştir. Bu kelime Kur’an’da  8 kez geçer: 2:109; 5:13; 15:85; 24:22; 43:5, 89, 64:14.

110. Salatı (Allah’a yöneliş duasını) da doğru ve istikrarlı yapın, zekâtı da verin. Kendiniz için (salih ameller, iyilikler, ahiret azığı vb) ne takdim ederseniz (yaparsanız, hazırlarsanız), Allah’ın yanında onu bulursunuz. Şüphesiz ki Allah, bütün yaptıklarınızı görendir.

111. Ve dediler ki: “Yahudi ya da Nasrani (Mesihi) olanlardan başkası asla cennete giremez.”1 İşte bu, onların temennisidir1 (arzusudur). De ki: “Sadıksanız (doğruysanız, dürüstseniz), delilinizi getirin!”

1 Benzer iddianın bir kesim Müslimlerce tekrar edilmesi de hayret vericidir. Oysa Yüce Allah, 4:123 ayetinde “Bu ne sizin ne de Ehl-i Kitap’ın kuruntularıdır. Kim bir kötülük yaparsa ona karşılığı verilir ve kendisi için Allah’tan başka ne bir veli ne de bir yardımcı bulur.” şeklinde buyurmaktadır. 2:62 ve 5:59 ayetlerinde de “İman edenler ve Yahudi olanlar ve Sabiiler ve Nasaradan kim Allah ve ahiret günü ile iman ederse ve salih ameller işlerse; Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler.” şeklinde Allah’ın hükmü de yer alır.

2 Bu kelime, “Arzu etmek”, “temenni etmek” ve “ümit etmek” anlamlarına gelen “م–ن–ى” (m–n–y) kökünden türemiştir. Kur’an’da bu kökten türemiş  toplam 17 kelime geçer: 2:78, 94, 95, 111; 3:143; 4:32, 119, 120, 123 (2 kez); 22:52 (2 kez); 28:82; 53:24; 57:14; 62:6, 7.

112. Hayır! Kim muhsin olur (Allah rızası için karşılıksız iyilik yapar) ve yüzünü (benliğini) Allah’a teslim ederse,1 o zaman onun ecri (yaptıklarının karşılığı) Rabbinin yanındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar hüzünlenmeyecekler de.

1 Bu ifade, Arapça’da insanın bütün kişiliğini yahut bütün benliğini teslim etmek anlamında kullanılır. Bu ifade Kur’an’da 3 defa (2:112, 4:125, 31:22) geçmektedir.

113. Yahudiler dedi ki: “Hristiyanlar hiçbir şey üzerinde (doğru bir inanç üzere) değildir.” Hristiyanlar da dedi ki: “Yahudiler, hiçbir şey üzerinde değildir.”1 Oysa onlar Kitabı tilavet2 ediyorlar (okuyup aktarıyorlar).3 Bilmeyen kimseler de onların söylediklerinin benzerini söylediler. O hâlde Allah, onların ayrılığa düştükleri şey hakkında Kıyamet4 Günü aralarında hüküm verir.5

1 Yahudi ve Nasranilerin birbirlerini doğru, sağlam ve geçerli bir inanca sahip değildirler.” şeklinde suçladıkları görülmektedir.

2 “Tilavet” kelimesi Arapça “تلاوة” (tilâveh) kökünden gelir ve bu kelime “okumak, uymak, takip etmek, izlemek” anlamlarını içerir.

3 Ayette yer alan “onlar da kitabı okuyorlar” ifadesi, Tevrat ve İncil’in değişmediğini ve Nebimiz Muhammed’in zamanında hak (doğru, gerçek) olan Tevrat ve İncil’i okuduklarını, bu iki kitabın ellerinde bulunduğunu göstermektedir.

4 Kıyamet günü, yeniden diriliş ve hesap günüdür.

5 Benzer mesajlar: 10:93; 16:124; 32:25; 45:17.

114. Allah’ın mescitlerinde O’nun adının zikredilmesine (anılmasına, hatırda tutulmasına) engel olandan1 ve onların harap2 olması için gayret edenden3 daha zalim kim olabilir? İşte onların oraya korku içinde girmesi gerekir. Onlar için dünyada rezillik vardır, ahirette de azîm (muazzam) bir azap vardır.

            1 “مَنُوعاًۙ” (menû’ân) ifadesi, “engellemek, men etmek, bir şeyi başkalarına vermemek veya ulaşmasını önlemek” gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 17 kez geçer: 2:114; 4:141; 7:12; 9:54; 12:63; 17:69; 17:94; 18:55; 20:92; 21:43; 38:75; 50:25; 56:33; 59:2; 68:12; 70:21; 107:7.

2 “خَرَاب” (khârab) kelimesi, “harabe”, “terkedilmiş”, “kullanılmaz hale gelmiş yer” anlamına gelir. Bu kelime Kur’an’da 2 kez geçer: 2:114; 59:2.

3 “سَعْي” (sa’y), “çaba, gayret, çalışma, koşmak, hızla hareket etme” anlamlarına gelir.

115. Doğu1 da batı da Allah’ındır. O hâlde nereye dönerseniz, Allah’ın yüzü (rızası) oradadır.2 Şüphesiz ki Allah, Vâsi’dir3, Alim’dir (her şeyi kuşatandır; her şeyi bilendir).

1 “شرق” (şark) “doğmak” veya “doğu” anlamındadır. Özellikle güneşin doğması ile ilişkilidir ve “ışık, aydınlanma, güneşin doğuşu” gibi kavramlarla bağlantılıdır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 17 kez geçer: 2:115, 142, 177, 258; 7:137; 15:73; 19:16; 24:25; 26:28, 60; 37:5; 38:18; 39:69; 43:38; 55:17; 70:40; 73:9.

            2 Yani Allah, Doğu ve Batı gibi belirli bir yöne bağlı değildir; O, bütün yönlerin ve her yerin sahibidir. İbadet için belli bir yönün belirlenmiş olması, Allah’ın sadece o yönde bulunduğu anlamına gelmez. Bunun için neden belirli bir yönün diğerine tercih edilip seçildiği veya önceleri belli bir yöne dönülürken, sonradan neden başka bir yön ve başka bir yerin belirlendiği konusunda tartışmaya girmeye hiç gerek yoktur. Bu ayetle; doğru bir niyetle ve salih ameller (doğru, yapıcı, erdemli fiiller) işlendiği müddetçe, meşru sınırlar içerisinde her ne şekilde yapılırsa yapılsın, Allah’ın rızasının orada olduğu mesajı da verilmektedir.

3 “وَٰسِعٌ” (vâsi’un) sözcüğü, “geniş olan, kuşatıcı olan, kapsayıcı olan” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 32 kez geçer: 2:115, 233, 236, 247 (2 kez), 255, 261, 268, 286; 3:73; 4:97, 100, 130 (2 kez); 5:54; 6:80, 147, 152; 7:42, 89, 156; 20:98; 23:62; 24:22, 32; 29:56; 39:10; 40:7; 51:47; 53:32; 65:7 (2 kez).

116. “Allah, evlat1 edindi” de dediler. O, Sûbhân’dır (her türlü noksandan münezzehtir). Hayır! Göklerde (7 evrende) ve yerde ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmiştir.

            1 Evlat; doğmuş bir oğul demektir. Allah evlat edindi” ifadesi ile doğmuş bir oğul sahiplendi veya doğmuş bir oğlu var.” anlamlarına gelir.

117. Göklerin (7 evrenin) ve yerin Bedi’idir.1 (Allah), bir şeye karar kıldıysa, bilin ki artık ona ‘Ol!’ der, o da oluverir.2

1 “Bedî”, Yüce Allah’ın bir sıfatıdır; “eşsiz ve benzersiz güzellikte yoktan var eden” anlamını gelmektedir. Benzer ayet: 6:101

2 Kün fe yekûn” ifadesi ise; genellikle “Ol” (der); o da hemen oluverir” şeklinde tercüme edilmektedir. Oysa burada hemen “olmaktan” değil, “oluşmaya başlamaktan” söz edilmektedir ki geniş zaman anlamı veren yekûnu kalıbı da bunu gerektirmektedir. Ayette yer alan fe yekûnu ifadesindeki fe edatı da oluşumun hemen başladığını gösteren bir anlam katkısı sunmaktadır. Allah her şeyi bir ölçüye göre yarattığından (54:49) o emirle, aynı zamanda bir oluşumun başladığını da anlıyoruz. Mesela Allah, bir çocuğun olmasını murat ettiğinde emri, döllenme öncesinde verir (76:1,2) ve çocuk oluşmaya başlar. Benzer kullanımlar için bkz: 3:47, 59; 6:73; 16:40; 19:35; 36:82; 40:68.

118. Bilmeyen kimseler de dedi ki, “Allah bizimle konuşmalıydı ya da bize bir ayet (mucize, kanıt) gelmeliydi! Öyle değil mi?”1 Öncekiler de bunların dediklerinin benzerini söylediler. Kalpleri birbirine benzedi. Kesin olarak iman eden bir toplum için ayetleri elbette ki apaçık beyan ettik.

1 “لَوْلَا” (levlâ) ifadesi, Arapça’da şart, teşvik, kınama veya engel ifade eden bir bağlaçtır ve kullanıldığı bağlama göre “Eğer olmasaydı”, Neden... değil?”, “Niçin... yapmıyorsun?”, “gerekmez miydi”, “Keşke...” veya “İyi ki...” gibi farklı anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 38 kez geçer: 2:118; 4:77; 5:8, 63; 6:8, 32; 7:43, 203; 8:68; 10:20; 11:12; 12:24, 94; 13:7, 27; 18:15; 20:133, 134; 24:12, 13; 25:7, 21, 32, 42, 77; 27:46; 28:10, 47, 48, 82; 29:50; 34:31; 41:44; 43:31; 47:20; 63:10; 68:28, 49.

119. Gerçekten de Biz seni hak (bir amaç) ile bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Cahim1 ehlinden ise sen sorumlu değilsin.

1 ‘Cahim’ sözcüğü, Kur’an’da 26 yerde geçer ve cehennem için kullanılan yedi isim (cehennem, cahîm, hâviye, saîr, lezâ, sakar, hutame) içinde cehennemden sonra en çok kullanılan isimdir. Cahim ile ilgili açıklama 12:6 ayetinde yer alır. Cahim (cehennem, ateş) ehli (halkı) anlamına gelen “ashabil cahim” ifadesi de Kur’an’da 4 ayette geçer: 2:119; 5:86; 9:113; 57:19.

120. Onların milletine (dinlerine) tabi olmadığın müddetçe, Yahudiler de Nasara da senden razı olmazlar. De ki: “Şüphesiz ki Allah’ın hidayeti (kılavuzluğu) yol gösteren bir hidayettir.” Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, senin için Allah’tan başka bir veli1 (dost, rehber, koruyup gözeten) de bir yardımcı da yoktur!

1 Gelenekçi Müslümanların çoğu, “veli” kelimesinin çoğulu olan “evliya” sözcüğüne “dost” anlamı vermektedir. Ancak bu sözcük, etik anlamıyla sadece “dost” anlamına gelmez; sosyal ve siyasal bağlamda “dost, rehber, koruyup gözeten” gibi anlamlara gelmektedir.

Kur’an’ı dikkatle incelediğimizde 113 ayette geçen “veli” teriminin şu anlamlarda kullanıldığını görürüz:

ı- Bir kimse, ergin olmayan, aklı kemale ermemiş, hukuki olarak aciz bırakılmış (mustazaf) hür ve kölenin koruma, barınma ve bakımını üstlenen; bu konularda yetki ve tasarruf sahibi kişiye “veli” denilmektedir. (2:282; 4:75; 17:33; 27:49; 33:5; 33:6; 41:34)

ıı- Bir kimse, bir başkasının gösterdiği yola binaen amel eder, onun koyduğu kurallara, kanunlara ve adetlerine uyarsa, o şahsı “veli” yani “dost, rehber, koruyup gözeten” edinmiş olur. (4:45,119; 6:129; 16:63)

- Evliya sözcüğünün “yönetme, koruma, gözetme” anlamında kullanıldığı ayetler: 2:257; 4:76, 89; 5:51; 9:23; 6:121; 7:3, 27, 30; 11:20, 113; 13:16; 17:97; 18:50; 19:45; 29:41; 39:3; 42:6; 46:32.

- Kafirler birbirlerinin ve şeytanın evliyasıdır (3:175,8:73,45:19)

- Müminlerin velisi Allah, resulü, melekler ve müminlerdir (2:257; 3:68; 3:122; 5:51; 5:55; 8:34,72; 9:71; 41:31; 45:19)

- Melekler, Allah’ı “veli” edinmektedirler: 25:18; 34:41.

- Müminler ve yöneticilerin, bazı sınıfları evliya edinmesi yasaklanmıştır. Siyasi açıdan veli/evliya edinilmesi yasaklanan sınıflar: Kafirler (4:139; 3:28); Müşrikler (5:81); Ehl-i Kitap’tan, Kur’an’ı alay ve oyun konusu edinenler (5:57); Allah’ın ve müminlerin düşmanları (60:1); Zalimler (11:113) ve 60:13 ayetinde belirtildiği gibi Allah’ın gazabına uğramış topluluklar. Onlar da masum bir mümini kasten öldüren (4:93), savaştan kaçan (8:16) ve irtidat edenlerdir (16:106).

Ancak bunları veli edinmemek, onlarla siyasi, sosyal ve ticari ilişkileri kesmek anlamına gelmiyor. Bu tür ilişkiler Kur’an’da yasaklanmamaktadır.

ııı- Velinin bir anlamı da “bağıllık” yani “varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı olma durumu” demektir. İnsanları ve cinleri Allah yaratmıştır, dolayısıyla onların varlığı Allah’a bağlıdır. Allah onlar hakkında dilediği hükmü verir. Bu husus ile ilgili ayetler şunlardır:

Dünya ehli ile ilgili olanlar: 2:107; 7:155; 9:74; 9:116; 12:101; 13:37; 17:111; 18:17, 26; 29:22; 32:4; 33:17; 42:9, 28, 31; 48:22. Cennet ehli ile ilgili ayetler: 6:127). Cehennem ehli ile ilgili ayetler; 4:123; 4:173; 6:51, 6:70; 33:65; 42:8, 44, 46; 44:41; 57:15.

ıv- İslam’ın yayılması için çalışan ve uğurda mücadele edenleri Allah, “evliyaallah” Allah için yoldaş, gözetici, kılavuz olarak nitelendirmektedir: 10:62-63; 61:14; 62:6)

v- Vali: Bir bölgenin veya toplumun velayetini; yani yönetim, koruma, yardım ve gözetimini üstlenen kişiye denir. Bu ifade Kur’an’da 2 yerde geçer ve ikisi de Allah için kullanılmıştır (13:11; 18:44).

vı- “Mevlâ” kelimesi Kur’an’da “Rab, egemen (mâlik), efendi, koruyucu, nimet veren” anlamlarında kullanılmıştır ve Kur’an’da 18 yerde geçer. Bunlardan 13 tanesi Allah için kullanılır [2:286; 3:150; 6:62; 8:40 (2 kez); 9:51; 10:30; 22:78 (2 kez); 47:11 (2 kez); 66:2, 4]; geri kalan 5 tanesi de putperestlerin Allah’tan başka ilah edindikleri için olumsuz anlamda bir yakıştırma kullanılmıştır [16:76; 22:13; 44:41 (2 kez); 57:15]; Mevlâ kelimesinin çoğulu olan ‘mevâlî’ sözcüğü ise; Kur’an’da 3 yerde yakın, akraba (19:5, 33:5) ve 1 yerde de hak sahibi (4:33) manasında olmak üzere 4 ayette zikredilmektedir.

Mevlâ kelimesi, Kur’an’da sadece Allah için kullanılmaktadır. Ancak tasavvufçular, Kur’an’a aykırı olduğu hâlde kendi önderlerine “Mevlâna” (Efendimiz, koruyucumuz) ifadesini yakıştırmaktadır.

vıı- Bir yerin yöneticisi, otorite sahibine “tevelli” denilmektedir. Tevelli/Mütevelli sözcüğünün geçtiği ayetler: 5:51, 56, 80; 6:14; 7:196; 9:23; 16:100; 22:4; 60:9; 60:13.

vııı- Bir kimse, bir başkasının kerametleri olduğuna inanarak kendisinin dünyevi ihtiyaçlarını karşılayacağına veya kendisini öbür dünyada kurtaracağına inanırsa, o şahsı “veli, evliya, mevla” edinmiş olur, o da şirktir: 18:102; 22:13; 45:10.

121. Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler onu (Kur’an’ı) hak (doğru, gerçek) bir tilavet (okuyup aktarma) ile tilavet ediyorlar. İşte onlar, onunla (vahiy ile) iman ederler. Kim de onunla küfrederse (onun ayetlerini bahane edip hakkı örterse), hüsrana uğrayanlar işte onlardır.

122. Ey İsrailoğulları, size nimet olarak verdirdiğim o nimetimi zikredin (hatırda tutun, anın). Şüphesiz ki Ben, sizi alemler üzerinde faziletli (ayrıcalıklı, üstün özellikli) kıldım.1

1 Burada İsrailoğullarının Allah’tan gelen Hakk’ı sahiplenen tek kavim oldukları, bu nedenle diğer insanlara önder olmakla ve insanları Allah’a boyun eğmeye ve İslam’a çağırmakla görevlendirildikleri dönem kastedilmektedir. Bu ayet 2:47 ayetinde de tekrarlanmaktadır.

Ayrıca; Her nebinin ümmeti, yaşadığı dönemin en üstün toplumu olur. Allah, şöyle buyuruyor: “müminler iseniz, üstün olan sizsiniz.” (3:139) Benzer mesaj: 5:56; 28:35; 37:173; 58:21.

123. Bir güne karşı da takvalı (sakınan) olun. (O gün) bir nefis, başka bir nefsin yerine bir ceza (karşılık) veremez! Ondan  bir bedel de kabul edilmez. Ona bir  şefaat de fayda vermez. Onlara yardım da edilmez!

            1 Bu ayet benzer sözcüklerle 2:48’te de tekrarlanmaktadır.

124. Bir zamanlar Rabbi (efendisi), İbrahim’i de kelimelerle sınamıştı. O da onları tamamlamıştı (yerine getirmişti). Dedi ki: Şüphesiz ki Ben, seni insanlara bir imam1 (öncü, önder) kılacağım!’2 (İbrahim) Dedi ki: ‘Soyumdan da!’ Dedi ki: “Ahdim zalimlere ulaşmaz!”

            1 “اِمَاماً” (imâmen) sözcüğü “öncülük eden”, “önder” demektir. Bu ifade Kur’an’da 9 kez geçer: 2:124; 11:17; 17:71; 21:73; 25:74; 28:5, 41; 32:24; 46:12.

2 İbrahim Nebi’nin, insanlara önder kılınması, Tevrat (Başlangıç, 12:1-3) ve İncil’de (Romalılar 4:16) de yer alır.

3 “يَنَالُ” (yenalu), “erişir, ulaşır, elde eder” demektir. Bu ifade Kur’an’da 12 kez geçer: 2:124; 3:92; 5:94; 7:37, 49, 152; 9:74, 120 (2 kez); 22:37 (2 kez); 33:25.

125. Hani Beyt’i (Kâbe’yi) de insanlar için toplanma yeri ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den kendinize bir salat (dua, ibadet) yeri edinin! İbrahim’e ve İsmail’e de “Evimi, tavaf edenler, itikafta bulunanlar1 ve rükû edip secde edenler için arındırın2.” diye ahit yaptık.

            1 Temel anlamı “Bir şeye sabit şekilde yönelmek, ona bağlanmak, ayrılmadan durmak” olan “عكف” (ayn, kef, fe) kökünden türeyen “عَاكِف۪ينَ” (‘akifiyn) kelimesi “itikafta bulunanlar, kendini bir yere adamış olanlar, bir yere kapanıp duranlar” gibi anlamlara gelir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 9 kez geçer: 2:125, 187; 7:138; 20:91, 97; 21:52; 22:25; 26:71; 48:25.

2 “Tahhir” sözcüğüne sadece “temizle, temiz tut” anlamının verilmesi doğru değildir. Tahir; sadece fiziki değil, manevi bir temizliği de ifade eder. Yani Kabe’nin sadece silinip süpürülmesi anlamında değil; her türlü şirkten, çıkarcılıktan, kötülükten ve yanlışlardan arındırmaktır. Benzer mesaj: 22:26

126. Hani İbrahim de demişti ki: “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Halkından, Allah ve ahiret günü ile iman eden kimseleri de ürünlerle rızıklandır.” Dedi ki: “Kim de küfrederse, o zaman onu az bir süre (dünyalık şeylerle) geçindiririm. Sonra onu cehennem azabında sıkıntı içinde1 bırakırım! Ne kötü bir varış yeridir.”

            1 Bu ifade, temel anlamı “Zarar vermek, sıkıntıya sokmak, darlık içinde bırakmak” olan “ض - ر – ر” (ḍ, r, r) kökünden türemiştir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 71 kez geçer: 2:102 (2 kez), 126, 173, 177, 214, 231, 233, 282; 3:111, 120, 134, 144, 176, 177; 4:12, 95, 113; 5:3, 42, 76, 105; 6:42, 71, 119, 145; 7:94, 95, 188; 9:39, 107; 10:12 (3 kez), 18, 21, 49, 106, 107; 11:10, 57; 12:88; 13:16; 16:53, 54, 115; 17:56, 67; 20:89; 21:66, 83, 84; 22:12, 13; 23:75; 25:3, 55; 26:78; 27;62; 30:33; 31:24; 34:42; 36:23; 39:8, 38, 49; 41:50; 47:32; 48:11; 58:10; 65:6; 72:21.  

127. Hani İbrahim de İsmail ile birlikte beytin (Kabe’nin) kaidelerini yükselmişti (Dedi ki); “Rabbimiz! Bizden kabul et. Şüphesiz ki Sen semi’ul-alîm’sin (Her şeyi bilip işitensin).1

3:96’da belirtildiği üzere, insanlık için ilk inşa edilen Kâbe’nin yeri çeşitli olaylar veya felaketler sebebiyle kaybolmuştu. 22:26’da ifade edildiği üzere Yüce Allah Kâbe’nin yerini İbrahim’e bildirmişti. Bunun sonrasında Yüce Allah işte beytin yerini İbrahim’e göstermiş, bildirmiş, yorumunu yapmakta olduğumuz ayette de belirtildiği gibi o da oğlu İsmail’le birlikte Kâbe’nin temellerini yükseltmişti. Olayda İsmail’in de bulunması daha önce İbrahim’in, Hacer ile birlikte onları Kâbe’nin yanına yerleştirmesinin bir sonucudur.

128. Rabbimiz! Bizi, Sana Teslim Olanlardan (Müslimlerden) kıl. Soyumuzdan da Sana teslim olan bir ümmet (çıkar). Menseklerimizi (yapmamız gerekenleri)1 de bize göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz ki Sen Tevvâbur-Rahîm’sin (Af dileyen kuluna tekrar yönelensin, Merhametlisin).

1 Nusuk: Gümüşün eritilip kalıba dökülmesi, gübreleme anlamına gelmektedir. Gümüşten kalıba dökülen her parçaya “nesîke” denir.  Bu kelimenin müfredi olan, “en-nesike” Arap dilinde Allah rızası için “boğazlamak, kurban etmek ve ibadet etmek” manalarını ifade etmektedir. Nefsini günah kirlerinden temizleyip ibadete veren kişiye de “nâsik” denilmektedir.

N-s-k kökü ve türevleri ile Kur’an’da 7 defa [2:128, 196, 200; 6:162; 22:34, 67(2 kez)] geçmektedir.

Mensek: Kurban kesme, kurban kesim yeri ve vakti, hac yerleri, ibadet yeri ve zamanı ile dini ibadetler (ritüeller) anlamlarına gelir.

Mensekin çoğulu olan Menâsik (Mensekler) ise: Hac ve Kurban ilgili uygulamalar (kurallar, ritüeller) ve mekanları, kurban ve kesim yerleri, ibadet yerleri şeklinde açıklamaktadır.

Bu nedenle de “Nusuk” kelimesine kısaca bir iş ile ilgili olarak “yapılması gerekenler” şeklinde bir anlam verilebileceği kanaati oluşmaktadır Çünkü nusuk, önceden belirlenmiş hareketlerden oluşur. Örneğin;

Salatın (Yönelme duasının) nusuku: Yönelme duası vakitleri, vudu (abdest), kıyam, rüku, secdedir.

Vudunun (abdestin) nusuku: Elleri, kolları ve yüzü su ile yıkamak, başı ve ayakları mesh etmektir (veya ayakları yıkamaktır).

Guslün (boy abdestinin) nusuku: Tüm vücudu su ile yıkamaktır.

Haccın nusuku: 4 Haram ay (Hicri 12, 1, 2 ve 3. Aylar) içinde hac yapmak, ihrama girmek, tavaf etmek, kurban kesmek ve Arafat’ta vakfeye durmaktır.

N-s-k kökü ve türevleri ile Kur’an’da 7 kez geçer: 2:128, 196, 200; 6:162; 22:34, 67(2 kez)]

1- Rabbimiz! Bizi, Sana teslim olanlardan kıl, bizim soyumuzdan da Sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize, menseklerimizi (yapmamız gerekenleri) göster ve tevbemizi kabul et…” (Bakara, 2:128)

2- “Allah için haccı ve umreyi de tam yapın. (Düşman, hastalık ve benzeri nedenlerle) engellenirseniz, hediyeden kolayınıza geleni...  Hediye yerine varıncaya kadar da başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden hasta olan ya da başından bir rahatsızlığı olan varsa (ve tıraş olmak zorunda kalırsa), sâvmdan (oruçtan) veya sadakadan veya nusuktan (yapılması gerekenlerden) fidye (bedel versin) ...” (Bakara, 2:196)

3- Hac menseklerinizi (hacda yapılması gerekenleri) bitirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta daha güçlü bir şekilde Allah’ı zikredin (anın)…” (Bakara, 2:200)

4- De ki: “Benim salatım (Yönelme duam, desteğim) ve nusukum (Allah’ın benden yapmamı istedikleri) ve hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am, 6:162)

5- “Rızık olarak verilen hayvanların üzerine Allah’ın adını anmaları için bütün ümmetlere mensek (yapmaları gereken dini ritüeller) tayin ettik…” (Hac, 22:34)

6- “Biz, her ümmet için bir mensek (yapmaları gereken dini ritüeller) belirledik. Herkes kendi mensekini sürdürür…” (Hac, 22:67)

129. Rabbimiz! İçlerinden senin ayetlerini onlara tilavet edecek (okuyup aktaracak), Kitabı ve hikmeti1 (ilim ve akıl ile hakikati -gerçeği- bulma yeteneğini) de onlara öğretecek ve onları arındıracak bir resul de gönder.2 Şüphesiz ki Sen Azizul-Hakîm’sin (Mutlak Güç Sahibisin; Hikmetle Hükmedensin).”

1 Arapça “h-k-m” kökünden türeyen “Hikmet” kavramı, köken itibarı ile İbranice “חָכְמָ֤ה” hokhmah ya da Süryanice “hekhmeth” sözcüğünden geldiği ve sonradan Arapçaya “الحكمة” hikma şeklinde geçtiği düşünülmektedir. Hikmet; “derin ve yararlı bilgi”, “manayı idrak etmek (bilmek, anlamak, kavramak)”, “yargıda bulunma (hüküm verme) kabiliyeti”, “ustalık” ve “bilgelik” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 20 kez geçer: 2:129, 151, 231, 251, 269 (2 kez); 3:48, 81, 164; 4:54, 113; 5:110; 16:125; 17:39; 31:12; 33:34; 38:20; 43:63; 54:5; 62:2; 

2 Elçilerin görevleri ile ilgili benzer ayetler: 2:151; 3:164; 62:2

130. Nefsini (kendinden olan canları) sefih (akılsız) kılan kimse hariç, kim İbrahim’in milletine (dinine) yönelirse,1 andolsun ki onu bu dünyada seçkin kıldık. Şüphesiz ki o, ahirette de salihlerdendir.

1 “فَارْغَبْ” (fārğab) kelimesi, “iste” veya “arzu et” anlamına gelir. Bu fiil, “رَغَبَ” (rağaba) kökünden türetilmiştir ve genellikle bir şeyin peşinden koşmak, bir şeyi istemek veya ona yönelmek anlamında kullanılır.

131. Hani Rabbi ona “İslam (teslim) ol” demişti. Dedi ki: “Âlemlerin Rabbine teslim oldum.” 1

1 İbrahim’in bu cevabı, bir Müslimin duruşunun nasıl olması gerektiğini öğretmeyi amaçlamaktadır.

132. İbrahim bunu çocuklarına da vasiyet etti. (Torunu) Yakub da: “Ey oğullarım! Şüphesiz ki Allah, bu dini1 sizin için seçti. O hâlde sakın başka türlü ölmeyin, ancak Müslimler (Teslim Olanlar) olarak (ölün)!”

1 “دين” (diyn) kelimesinin, Arapça’da “itaat” ve ceza (karşılık)” (el-Müfredât, “dyn” md.). veya “hesap, İslâm” (Lisânü’l-ʿArab, “dyn” md.) anlamına geldiği belirtilir. Ârâmî-İbrânî dilinde de “דִּין” (dîn) ifadesi var ve “Yargı, hüküm, dava, adalet” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla da  üç dildeki "dīn" kelimesi aynı kökünden gelir ve ortak olarak "hüküm, adalet, karşılık, hesap, yargı" anlamlarına sahiptir.

133. Yoksa siz, Yakub’a ölüm gelip çattığı vakit ona tanık mı oldunuz? Hani oğullarına “Benden sonra neye kulluk (hizmet) edeceksiniz?” demişti. “Senin ilahına (Yücen Olana) ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilahına, Bir ve tek olan ilaha kulluk edeceğiz. Biz de O’na Teslim (Müslim) olanlarız.” dediler.

134. Onlar bir ümmetti (topluluktu). Elbette ki gelip geçti. (O topluluk), her ne kazandıysa onundur. Siz de her ne kazandıysanız sizindir! Onların yapmış olduklarından da sorgulanmazsınız.1

1 Yani, “Siz onların torunları olmanıza rağmen, onlarla aranızda gerçek bir bağ yoktur. Onların yolundan saptıktan sonra, onlarla aranızda bir bağ olduğunu iddia etmeye hakkınız da yoktur. Allah size atalarınızın ne yaptığını değil, kendinizin ne yaptığını soracaktır.” Bizim “amel ve iş” dediğimiz şeyler, Kur’an’a göre, bizim kazançlarımızdır. Çünkü her hareket, her iş, ya iyi ya da kötü bir sonuç doğurur. Yaptığımız iş iyi ise, Allah bizden razı olacak ve bize bunun karşılığı olan mükâfatı verecektir. Yaptığımız iş kötü ise, Allah buna denk gelen cezayı bize verecektir. Kur’an sonuçlarının ciddiyetine dikkat çekmek için yapılan iş ve hareketleri kazanç olarak niteliyor. Bu ayet, 2:141’de de tekrarlanmaktadır.

135. Ve dediler ki: “Yahudi ya da Nasrani olun ki hidayet (kılavuzluk) edilesiniz.” De ki: “Hayır! İbrahim’in hanif milletine (uyarız).1 O, müşriklerden de olmadı.” 

1 "Hanîf" kavramı, Kur’an’da hem putperestliğe hem de ilahi kitaplara mensup toplulukların bozulmuş inançlarına karşıt olarak, tevhid inancını ifade etmek için kullanılır. “Hanif” kavramı, Kur’an’da 12 yerde geçer. 9 yerde de Hanif olmanın müşrik olmanın zıttı olduğu görülmektedir (2:135; 3:67, 95; 6:79; 161; 10:105; 16:120, 123; 22:31). 8 sekiz yerde İbrâhim’in imanı ifade edilmektedir (2:135; 3:67, 95; 4:125; 6:79, 161; 16:120, 123). Bu 8 yerin 5’inde aynı zamanda din manasına gelen “millet” kelimesi yer almakta, bir yerde de bizzat İbrâhim kendini hanîf diye nitelemektedir (6:79). Ayrıca Yüce Allah, 3:67’de İbrahim’i “hanif bir Müslim (Teslim Olan)” olarak nitelendirmektedir. 2 yerde de çoğul şekilde “hunefâ” (22:31; 98:5) geçmektedir. 30:30 ayetinde de Nebimiz Muhammed’e “Sen, hanif olarak dine, insanları üzerinde yaratmış olduğu Allah’ın fıtratına yüzünü çevir. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. Kayyum (ayakta tutan, koruyup gözeten) olan din budur, velakin insanların çoğu bilmezler.” şeklinde hitap edilmektedir.

İslam, bir özel isim değildir. Adem’den itibaren tüm elçiler ve onların mesajını onaylayanlar, kendilerini tanımlamak için İslam ve Müslim (Teslim Olan) kelimelerinin kendi dillerindeki karşılıklarını kullanmışlardır (2:131; 3:95; 6:161; 7:126; 10:72; 27:31, 32; 28:53). Allah’ın yanında tek makbul din İslam’dır, yani Allah’a teslimiyettir, barışseverliktir. Kur’an tekrarla Teslimiyetin İbrahim’in dini olduğunu bizlere bildirir (3:95, 4:125, 6:161, 22:78). İbrahim, salat (Allah’a yöneliş duası), zekât, sâvm (oruç) ve haccı öğretti (22:78). İbrahim’in hanif (Şirk koşmaksızın Allah’a yönelmiş olan) dinini takip etmesi istenen Muhammed’e de (16:123) Kur’an’ı iletildi. Benzer mesajlar: 3:95; 4:125; 6:79, 161; 16:123; 22:78. Teslimiyetin üçüncü resulü ise dinin gerçeklik kanıtını iletti (Bkz: 3:81 ve Reşat Halife Ek 1, 2, 24 ve 26)

136. Deyin ki: “Bizler, Allah ile ve bize indirilen ile ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve sonraki nesillere indirilen ile ve Musa’ya ve İsa’ya ve diğer nebilere Rablerinden verilenlerle (vahiy kitaplarıyla) iman ettik. Onların (o kitapların) arasından hiçbirine ayırım yapmayız.2 Ve bizler O’na (Allah’a) Teslim Olanlarız.”

            Bu ayette Yüce Allah, Müminlerden, Muhammed Nebi’ye verilen Kur’an ile birlikte diğer nebilere verilen Tevrat ve İncil’e de ‘iman ettik’ demelerini ve söz konusu ‘kitaplar arasında ayırım yapmayız’ demelerini emrediyor. Bu mesaj 3:84 ayetinde de yer almaktadır.

Tevrat (Eski Ahit), 39 kitaptan oluşmaktadır. Tevrat’ın ilk 5 kitabı Musa Nebi’ye indirildi. Bu ilk 5 kitaba da “Tora” denilmektedir. Bunlarda ilk önce Âdem, Nuh, İbrahim, İshak, Yakup ve Yusuf Nebi’nin kıssaları anlatır. Sonra da Musa, Harun ve Meryem Nebi’den söz edilir. nin yaptıkları anlatılır. Diğer 34 Kitap ise Yeşu, Ezra, Nehemya, Ester, Eyüp, Süleyman, Davud, Yeşeya (İsa), Yeremya, Hezekiel, Daniel, Hoşea, Yoel, Amos, Ovadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Sefanya, Hagay, Zekeriya, Malaki gibi farklı nebilere indirilmiştir.

İncil (Yeni Ahit) de 27 kitaptan oluşmaktadır. İlk 4 kitabı (Matta, Markos, Luka, Yuhanna İncilleri) İsa Nebi’nin sözlerini ve yaptıklarını anlatır. Diğer kitaplar ise nebiler (Matta, Yuhanna, Luka, Markos, Pavlus, Petrus, Yakup, Yahuda) tarafından yazılmıştır.

Kur’an (Son Ahit) ise Sadece Muhammed Nebi’ye indirilmiş olan kitaptır.

137. O hâlde sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, o zaman hidayet bulmuş olurlar. Eğer dönerlerse, bil ki artık ayrılık1 içindedirler.2 O zaman onlara karşı Allah sana yeter. O, Semîul Alîm’dir (Her şeyi işitip bilendir).

1 Bu kelime, temel anlamı “yarmak, çatlatmak, bölmek, ayırmak, parçalamak” olan “ش ق ق” (şin kâf, kâf) kökünden türemiştir. Kur’an’da bu kökten türemiş 28 kelime bulunur: 2:74, 137, 176; 4:35, 115; 8:13 (2 kez); 9:42; 11:89; 13:34; 16:7, 27; 19:90; 22:53; 25:25; 28:27; 38:2; 41:52; 47:32; 50:44; 54:1; 55:37; 59:4 (2 kez); 69:16; 80:26 (2  kez); 84:1.

2 Yüce Allah, 2:104 ayetinden itibaren ele aldığı konular bağlamında Medine ve civarındaki Ehl-i Kitabın kendi yanlış inanışları ve Müslimlere karşı olumsuz tutumlarını ele aldıktan sonra, kurtuluşun onların dediği ve inandığı gibi değil de Müslimlerinki gibi olması gerektiğini işte bu ayette hükme bağlamaktadır. Onların inançlarında dönüştürdükleri türden milli veya ırkî bir kabulün değil, evrensel anlamda bütün elçilerin ulaştırdığı ilahi öğretilere inanmanın gerekliliği ortaya konulmakta, son nebi Muhammed’in tebliğ ettiği esasları benimsemenin kurtuluş için vazgeçilmez olduğu özellikle ifade edilmektedir.

138. Allah’ın boyası! Boyası Allah’ınkinden ahsen (daha güzel, daha iyi, daha hoş) olan da kimdir? Bizler de O’na kulluk edenleriz.

            1 "صِبْغ" (sibğ) kelimesinin gerçek anlamı “boya, renk veren şey” demektir. Bu kelime Kur’an’da 3 kez geçer: 2:138 (2 kez); 23:20.

139. De ki: “Allah hakkında delil sunarak bizimle mi iddialaşıyorsunuz?1 Halbuki O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir! Bizim amellerimiz (işlediğimiz fiiller) bizedir; sizin amelleriniz de sizedir. Ve bizler O’na muhlis (gönülden bağlanmış) olanlarız!”

1 “حاجّ” (hâcce) kelimesi “delil sunarak iddialaşmak” veya “delille karşılık vermek” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 13 kez geçer: 2:76, 139, 258; 3:20, 61, 65, 66, 73; 6:80 (2 kez); 40:47; 42:15, 16.

140. Şüphesiz ki İbrahim de İsmail de İshak da Yakub da onların soyundan gelenler de Yahudi yada Nasara (Mesihi) idi!’ mi diyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah’tan gelen bir tanıklığı (kanıtı) gizleyenden1 daha zalim kim olabilir?2 Allah da yaptıklarınızdan gafil (habersiz) değildir.”

1 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.

2 Benzer mesajlar: 2:159-162, 174-175, 283; 3:187.

141. Onlar bir ümmetti (topluluktu). Elbette ki gelip geçti. (O topluluk), her ne kazandıysa onundur. Siz de her ne kazandıysanız sizindir! Onların yapmış olduklarından da sorgulanmazsınız.2

2 Bu ayet, 2:134 ayetinde de tekrarlanmaktadır.

142. İnsanlardan olan bazı akılsızlar1 diyecekler ki: “Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları (Müslimleri) döndüren nedir?”2 De ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır.  İstediği kimseyi sırat-ı müstakime3 hidayet eder (yönlendirir).

            1 Sefih ile ilgili açıklama 4:5 ayetinde yer alır.

2 Kıble, birinin Allah’a yöneliş duası esnasında yüzünü çevirdiği yöndür. Cebrail Muhammed’e Mekke (Kabe) yerine Yeruşalim’de (Kudüs’te) bulunan Beyt-i Makdis’e yüzünü çevirmesi emrini ilettiğinde, ikiyüzlüler ifşa olmuştu. Araplar, Kâbe’nin “Kıbleleri” olması yönünde son derece ön yargılıydılar. Sadece gerçek imanlılar ön yargılarını aşabildi; onlar Resul’e seve seve itaat ettiler.

Kudüs’ün gerçek adı Tevrat’ta “Jebus” (Yeşu, 15/8; I. Tarihler, 11/4), “Hakikat Şehri” (Zekerya, 8/3), “Oholiba” (Hezekiel, 23/1), “Sion” (II. Samuel, 5/5) “Davud Şehri” (İşaya, 1/27 vd. ;2/3-26; 10/24; II. Samuel, 5/5) ve “Salem” (Barış) (Başlangıç (Tekvin), 14/8) şeklinde geçmektedir Eski İbrani paralarında ve ilk İslam kaynaklarında da şehir “Yeruşalim” (Barış Şehri) olarak anılmıştır. Şehir, Romalıların işgali altında kaldığı ilk 2 asırda “Ælia” (Iliya) olarak anıldı. Fakat İmparator Konstantin döneminde Urışalim ismi yeniden kullanılmaya başlandı.

İslam’ın ilk asırlarında şehir “Medînetü Beyti’l-Mukaddes” (Kutsal Evin Şehri) ve “Beytü’l Makdis” olarak anılmaya başlandı. Memluklular döneminde de “El-Kuds” (Kutsal) ya da “el-Kudsu’ş-Şerif” olarak anıldı. Kudüs” ismi ise, ancak XI. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanıyor.  (Kudüs Ve Tarih İçinde Aldığı İsimler, F.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi 2001,11)

3 “Sırat-ı Müstakim” (dosdoğru olan yol) ifadesi Kur’an’da 32 kez geçer: 1:6; 2:142, 213; 3:51, 101; 4:68, 175; 5:16, 6:39, 87, 126, 153, 161; 7:16; 10:25; 11:56; 15:41; 16:76, 121; 19:36; 22:54; 23:73; 24;46; 36:4, 61; 37:118; 42:52; 43:43, 61, 64; 48:2, 20; 67:22.

143. Böylece sizi de vasat1 (en hayırlı, en üstün) bir ümmet kıldık, insanlara karşı tanık olmanız, Resul’ün de size tanık olması için. Resul’e tabi olanlardan kimlerin ökçeleri üzerinde geri döneneceğini bilelim diye de üzerinde olduğunuz şeyi kıble kıldık.1 Allah’ın hidayete erdirdiklerinden başkasına bu büyük gelir (Müşrikler için ağır gelir). Allah da sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz ki Allah, insanlar için Rauf’tur2 (Çok Şefkatlidir), Rahîm’dir (Merhametlidir).

1 Geleneksel tefsirlerde “vasat” kelimesi genellikle “orta” olarak yorumlanmaktadır. Ancak, “وسط” (vesat) kelimesi, aslında “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” ya da “orta” anlamına gelir. Bu kelime, Arapça’da bazen “hayırlı, yararlı, üstün” gibi daha geniş anlamlarda da kullanılır. Bu nedenle, “وُسْطٰى” (vusta) kelimesi sadece “orta” değil, aynı zamanda “en üstün, en yararlı ve en hayırlı” anlamlarını da içerebilir. Kur’an’da “وسط” (vest) sözcüğünden türemiş 5 sözcük geçmektedir: 2:143, 238; 5:89; 68:28; 100:5.

Bu ifadeden, Muhammed Nebi’nin önceleri Yeruşalim’deki (Kudüs’teki) Beytü’l-Makdis’e doğru yönelerek salat (Allah’a yöneliş duasını) ettiğini öğreniyoruz.

2 Rauf, “Çok şefkatli, çok merhametli, yumuşak huylu, esirgeyen” demektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 12 kez geçer: 2:143, 207; 3:30; 9:117; 16:7, 47; 22:65; 24:2, 20; 57:9, 27; 59:10.

144. Yüzünü göğe çevirip durduğunu1 elbette ki görüyoruz! Bu nedenle razı olacağın kıbleye seni çevireceğiz.2 O hâlde yüzünü Mescid-i Haram’a3 çevir!2 Ve nerede olursanız olun yüzlerinizi o yöne çevirin.  Kendilerine kitap verilen kimseler de bunun Rablerinden bir hak olduğunu elbette ki bilirler. Allah da onların yaptıklarından gafil (habersiz) değildir.4

1 “تَقَلُّبَ” (tekallub) sözcüğü, “fikir değiştirmek, dönüp durmak, gidip gelmek” anlamlarına gelir.

2 “فَوَلِّ” (fevelli) kelimesi “çevir!”, “yönelt!”, “döndür!” anlamına gelir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 97 kelime geçer: 2:64, 83, 115, 137, 142, 144 (3 kez), 148, 149, 150 (2 kez), 177, 205, 246; 3:20, 23, 32, 63, 64, 82, 111, 155; 4:80, 89, 115 (2 kez); 5:43, 49, 92; 6:129; 7:79, 93; 8:15, 16, 20, 23, 40; 9:3, 25, 50, 57, 74, 76, 92; 10:72; 11:3, 52, 57; 12:84; 16:82; 17:46; 18:18; 20:48, 60; 21:57, 109; 22:4; 24:47, 54; 27:10, 28, 80; 28:24, 31; 30:52; 31:7; 33:15; 37:90, 174, 178; 40:33; 44:14; 46:29; 47:22, 38; 48:16 (2 kez), 17, 22; 51:39, 54; 53:29, 33; 54:6, 45; 57:24; 59:12; 60:6; 64:6, 12; 70:17; 75:32; 80:1; 88:23; 92:16; 96:13.   

3 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da  Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneler için kullanılmaktadır. Kur’an’da haram kılınmış olan hususlar şunlardır:

ı- Ölü (leş), akıtılmış kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına ilan edilenler (sunu, adak, ziyafet gibi ikramlar): 16:115, 116.

ıı- Müminlerin zani (zina eden erkek), zaniye (zina eden kadın) ile evlenmek: 24:3.

ııı- Mescidi Haram’a müşriklerin girmesi (9:28), o bölgede  savaşmak (2:191), orayı ziyaret edenleri engellemek (22:25; 48:25), o bölgede olanlara zarar vermek veya zulmetmek (22:25; 29:67), oraya gönderilen hediyeleri (hayvan veya yiyecek sunularını) engellemek (48:25) ve ihramlıyken o bölgede avlanmak (5:95).

ıv- Haram Aylarda savaşmak: 9:5, 36, 37: 2:191.

v- Masum bir canı haksız yere katletmek: 3:21, 22; 6:151; 17:33; 25:68.

4 İlk kıble Kabe’dir. Kıble, Davud Nebi zamanında Yeruşalim’deki Beyt-i Makdis’e çevrilmiştir. (2. Samuel, 24:16-25)

145. Kendilerine Kitap verilenlere tüm ayetleri (kanıtları) versen de senin kıblene uyacak değildirler. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onların bir bölümü de diğerlerinin kıblesine uymaz.1 Sana gelen ilimden sonra onların hevalarına (arzu ve isteklerine) uyarsan, şüphesiz ki artık zalimlerden olursun.

            1 Yahudilerin Kıblesi, Kudüs’teki Tapınak Tepesi’deki Beytü’l- Makdis’tir. Süleyman Nebi tarafından inşa edilen Beyt Makdis, tarihte iki defa yıkıldı.

İlk yıkılış: MÖ 586 yılında Babil Kralı II. Nebukadnezar tarafından Kudüs kuşatılıp ele geçirilmiş, Tapınak yıkılmış ve Yahudiler Babil’e sürülmüştür (Babil Sürgünü).

İkinci yıkılış: İsa Nebinin vefatından sonra, MS 70 yılında Roma İmparatorluğu tarafından Kudüs kuşatıldı ve Titus komutasındaki Roma ordusu tarafından tamamen yıkıldı.

Söz konusu gölgeye Emevî halifesi Abdülmelik bin Mervan zamanında (691 yılında) bir mescidin inşasına başlatılmış ve oğlu Velid bin Abdülmelik döneminde (705 civarı) tamamlanmıştır. Halife Velid, söz konusu mescide, İsra Suresinde adı geçen Mescid’i Aksa’nın ismini vermiştir.

            Hristiyanlar genellikle belirli bir yöne yönelmeden dua eder. Ancak tarihsel ve sembolik olarak, birçok eski kilisede dua ederken Doğu’ya (Güneş’in doğduğu yöne) dönülür. Bu gelenek, İsa’nın gelişinin "Doğu’dan olacağı" inancına dayanır (Matta 24:27).

            Bazı mezhepler (özellikle Ortodokslar) de kiliselerini doğuya dönük inşa etmeye özen gösterir.

146. Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, onu (Kur’an’ı) kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.1 Gerçekten de onlardan olan bir fırka (grup), bildikleri hâlde hak (gerçek) olanı gizlemektedir2.

1 Burada kastedilen, Kur’an’dır. Ayete dikkat edilirse Nebimiz Muhammed’in akrabaları ve çevresi olan Mekke’deki müşriklerden değil; ehl-i kitaptan söz edilmektedir. Benzer ifade, 6:20 ayetinde de kullanılmıştır.

2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.

147. Hak (gerçek), Rabbindendir. O hâlde şüphe edenlerden olma!

Benzer mesajlar: 3:60; 10:94.

148. Herkesin de yöneldiği bir yönü (bir gayesi) vardır. O hâlde hayratta (iyi, hayırlı işlerde) öne geçin!1 Nerede olursanız olun, Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz ki Allah, her şeye Kadir’dir (her şeye gücü yetendir).

1 “سَبَقَ” (sebekâ) sözcüğü, “önce olmak, önde olmak, önceden geçmek, öne geçmek, üstün gelmek” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 36 kez geçer: 2:148; 5:48; 7:80; 8:59, 68; 9:100; 10:19; 11:40; 11:110; 12:17, 25; 20:99, 129; 21:27, 101; 23:27, 43, 61; 29:4, 28, 39; 35:32; 36:40, 66; 37:171; 41:45; 42:14; 46:11; 56:10 (2 kez), 60; 57:21; 59:10; 70:41; 79:4 (2 kez).

149. Ve nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir! Şüphesiz ki bu, Rabbinden gelen bir haktır. Allah da yaptıklarınızdan habersiz değildir.

150. Ve nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Nerede olursanız yüzlerinizi ona çevirin ki, zalimlerin dışındaki  insanların size karşı bir hücceti1 (bahanesi, argümanı) kalmasın!  O hâlde onlara karşı da huşu (saygı) duymayın. Bana karşı huşu duyun ki üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Belki hidayet (kılavuzluk) edilirsiniz.

            1 “حُجَّة” (hüccet), “gerekçe”, “argüman”, “bahane” gibi anlamlara gelir. Bu kelime Kur’an’da 6 kez geçer: 2:150; 4:165; 6:83, 149; 42:16; 45:25.

151. Böylece aranızdan bir resul gönderdik. Ayetlerimizi size tilavet ediyor (okuyup aktarıyor) ve sizi arındırıyor. Kitabı ve hikmeti1 de size öğretiyor. Bilmediklerinizi de size öğretir.2

            1 Hikmet ile ilgili açıklama 2:129 ayetinde yer alır.

2 Bu ayet, İbrahim ve İsmail Nebilerin, Kabe’yi inşa ederken yaptıkları duanın kabul edildiğini göstermektedir. 

152. Öyleyse Beni zikredin (hatırda tutun, anın) ki sizi zikredeyim. Ve Bana şükredin ve küfretmeyin (ayetleri örtmeyin).

153. Ey iman edenler! Sabır1 ve salat (Allah’a yöneliş duası) ile yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle3 beraberdir.

1 Sabır, kararlılık göstermek, zorluklara dayanmak, güçlü ve dirençli olmak, gibi anlamlara gelir.  Kur’an’da bildirildiğine göre Allah insanları korku, açlık, yoksulluk, yakınların ölümü, ürün kaybı (zarar, iflas vb) gibi musibetlerle imtihan eder. Sabretmek ise; Pes etmemek, zorluklara göğüs germeye çalışmak, yılgınlık göstermemek, direnç göstermek ve Allah’a tevekkül etmektir.

154. Allah yolunda katledilenlere de “ölüdürler” demeyin. Hayır! Onlar diridirler, fakat onun şuurunda (bilincinde) değilsiniz.1

            1 Bilinen anlamdaki “şehit” kelimesi Kur’an’da geçmez. Kur’an’da şehit ve şüheda kelimeleri, “şahit” ve “şahitler” anlamındadır. Benzer mesaj: “Allah yolunda katledilenleri sakın ölüler sanmayın! Bilakis onlar diridir, Rablerinin katında rızıklandırılıyorlar. Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiklerine sevinirler. Kendilerine henüz yetişememiş olanlara da onlar için bir korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.” (3:169-170)

155. Korku ve açlık gibi şeylerle de mallarınızdan, canlarınızdan ve ürünlerinizden eksiltmeyle de mutlaka sizi sınarız! Sabredenleri ise müjdele.1

                1 Dünyadaki sınavımız, tüm koşullar altında yalnızca Yüce Allah’a kulluk (hizmet) ettiğimizi ispatlamak için tasarlanmıştır. Bu ayet 4:62,79; 28:47, 30:41, 42:30 ve 48 ayetleriyle birlikte okunmalıdır.

156. Kendilerine bir musibet geldiğinde “Şüphesiz ki bizler, Allah’a aitiz ve şüphesiz ki O’na döneceğiz.” dediler.

157. Rablerinden salavat (destekler) ve rahmet işte onlaradır. Hidayet (kılavuzluk) edilenler de işte onlardır.

158. Şüphesiz ki Safa ile Merve1 Allah’ın nişanlarındandır (işaret, sembol). O hâlde kim evi (Kabe’yi) hacceder2 ya da umre yaparsa, o zaman onları tavaf etmesinde kendisi için bir cünah (engel, sakınca)3 yoktur.  Kim de gönülden bir hayır işlerse, bilsin ki Allah Şâkir’dir, Alim’dir, (kullarının şükrünün ve hizmetlerinin karşılığını verendir; her şeyi bilendir).

1 Safa ile Merve, Mekke’de Kâbe’nin yakınında bulunan iki tepeciğin adıdır. Tavaf: Bir şeyin çevresini dolaşma veya bir yeri ziyaret etmek demektir.

2 Hac kelimesi, Arapça’daki “bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak” manasındaki hvc kökünden türetildiği belirtilir. Hac kelimesi, Arapça’da da “gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarında kullanılır. Ancak benzer bir kelime olan İbranice’deki “hag” kelimesi ise “bayram” anlamına gelmektedir. Hac kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 12 kez geçer: 2:158, 189, 196 (3), 197 (3); 3:97; 9:3, 19; 22:27; 28:27.

3 “kişiyi haktan saptıran davranış; engel, sorun, sakınca” anlamına gelen “cünah” kelimesi, Kur’an’da türevleriyle birlikte 25 iki defa geçer: 2:158, 198, 229, 230, 233 (2), 234, 235, 236, 240; 4:23, 24, 101, 102, 128; 5:93; 24:29, 58, 60, 61; 33:5, 51, 55; 60:10.

Hac veya umre yaparken burada sa’y denen bir uygulama yapılmaktadır.  Say; Safa ile Merve arasında dört gidiş ve üç dönüşten oluşmaktadır. Ancak, “Onları tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur.” İfadesinden hac veya umre yaparken Safa ve Merve’yi tavaf (say, ziyaret) etmenin zorunlu olmadığı anlaşılmaktadır.

159. İndirdiğimiz Kitap’ta (Tevrat, İncil ve Kur’an’da), insanlara apaçık beyan ettikten sonra, beyyineleri1 (apaçık kanıtları) ve hidayeti (yol gösteren bilgileri) gizleyenlere gelince: Şüphesiz ki Allah, işte onlara lanet eder; lanet edebilenlerin tümü de lanet eder.2

1 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.

2 Benzer mesajlar: 2:140, 159-162, 174-175, 283; 3:187.

160. Tevbe edip (tekrar Allah’a yönelip) kendilerini ıslah edenlere ve (gerçeği) beyan eden kimselere ise, işte onlara tevbe ederim (tekrar onlara yönelirim). Ben, Tevvâbur-Rahîm'im (Kuluna tekrar yönelenim, Merhametliyim).

161. Küfredip kâfir olarak ölenlere gelince: Şüphesiz ki Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti işte onların üzerinedir.

1 Bu ayet; 2:217, 3:86, 91, 4:137, 168 ve 47:34 ayetleriyle okunmalıdır.

162. Orada kalıcıdırlar. Azapları onlardan hafifletilmez. Onlara mühlet de verilmez!1

1 Bu ayet, 3:88 ayetinde de tekrarlanmaktadır. 

163. İlahınız da bir tek ilahtır. Ondan başka ilah (Yüce olan) yoktur! Râhmânir-Râhîm’dir (merhamet eden merhametlidir).

164. Göklerin (7 evrenin) ve  yerin yaratılışında da; gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde de; insanlara fayda sağlayan şeylerle denizde seyreden gemilerde de; ölümünden sonra toprağı diriltmesinde de; onda (yeryüzünde) tüm dabbelerden1 yaymak2 için gökten indirdiği suda da; rüzgârları yönlendirerek gökler ve yer arasında emre hazır bulutları evirip çevirmesinde de düşünen bir topluluk için ayetler (kanıtlar, ibretler) vardır.3

1 Dabbe: Bunun ne olduğu hakkında birçok tartışma yaşanmıştır. Buna; virüs, taşıt, canlılar, hareket eden canlı, yürüyen canlı, sürüngen hayvan, topraktaki elementler ve bilgisayar gibi anlam verenler vardır. Bu nedenle bir çeşit hareket kabiliyeti olan her şeyi kapsadığı kanaati oluşmaktadır.

2 “بَث” (bess) sözcüğü, “dağıtmak”, “sermek”, “dökmek” ve “yaymak” anlamına gelmektedir. Bu ifade Kur’an’da 9 kez geçer: 2:164; 4:1; 12:86; 31:10; 42:29; 45:4; 56:6; 88:16; 101:4.

3 Yüce Allah, kâinat kitabının çeşitli konu başlıklarını bu ayette vermekte ve bildirdiği hususlar başta olmak üzere, yaratılmış olan her şeyde iman edenler için nice deliller bulunduğunu ifade etmektedir. Bu bağlamda “ilk” olarak göklerin ve yerin yaratılışına dikkat çekmekte, bir anlamda yaratılan her bir şeyin çeşitli deliller içerdiğini ifade etmiş olmaktadır. Benzer mesajlar: 3:190; 10:6; 45:3-5.

165. İnsanlardan bazıları, Allah’ın dışındaki bazı şeyleri (O’na) denk tutarlar; onları Allah’ı sever gibi severler.1 İman eden kimselerin Allah’a olan sevgileri ise daha güçlüdür. Zulmeden kimseler, azabı gördükleri anı bir görebilselerdi! Şüphesiz bütün kuvvet Allah’a aittir. Ve şüphesiz Allah’ın azabı çok şiddetlidir.

1 İsa, Meryem, Muhammed, Ali ve diğer azizler, Hesap Günü’nde kendilerini putlaştıranları sahiplenmezler. Ayrıca 16:86, 35:14, 46:6 ve Matta İncili 7:21-23’e bakınız.

166. İşte O zaman kendilerine uyulan kimseler, kendilerine uyanlardan uzak durdular. Ve azabı gördüler ve aralarındaki bağlar koptu!

167. Uyanlar dedi ki: “Keşke tekrar1 (dünyaya) dönüş imkânımız olsaydı da (şimdi) bizden uzak durdukları gibi biz de onlardan uzak dursaydık!”2 Allah, yaptıklarını onlara artık bir hasret3 (keder, pişmanlık kaynağı) olarak gösterir. Onlar, ateşten çıkacak da değildirler.”4

1 “الْكَرَّةُ” (al-karrat) sözcüğü “tekrar” anlamına geldiği gibi “bir şeyin geri verilmesi, yeniden sağlanması” anlamına da gelmektedir. Bu ifade Kur’an’da 8 kez geçer: 2:167; 17:6; 26:102; 39:58; 67:4; 79:12.

2 Benzer mesajlar: 6:27; 7:53; 23:99-100; 32:12; 35:37; 39:58.

3 Hasrete; Sözlükte şiddetli pişmanlık anlamına gelmektedir. Ayrıca, artık geri getirilmesi mümkün olmayacak bir şekilde elden çıkıp gitmiş bir şey için üzüntü duymak, kederlenmek manasında da kullanılmaktadır. Bunun yanı sıra Kur’an’da kınama, tasalanma ve de kıyamet günü anlamında kullanılmaktadır. Geçtiği ayetler: 2:167; 3:156; 6:31; 8:36; 17:29; 19:39; 35:8; 36:30; 39:56; 69:50.

4 Benzer mesajlar: 5:37; 22:22; 23:107; 32:20; 35:37; 40:11; 45:35.

168. Ey insanlar, yerde bulunanların helal ve tayyib (iyi, güzel, hoş) olanlarından yiyin.1 Şeytanın adımlarına da uymayın2. Şüphesiz ki o, sizin için apaçık bir düşmandır.

1 Benzer ayetler: 2:172; 5:88; 16:114.

            2 “Şeytanın (saptıranın, aldatanın) adımlarına uymayın.” ifadesi, aynı sözcüklerle 2:208, 6:142 ve 24:21 ayetlerinde de tekrarlanmaktadır.

169. Şüphesiz ki o, size kötülüğü,1 fahşayı2 (çirkin işi, hayasızlığı, büyük günahı) ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

1 Bu sözcük, “سُوء” (sû’) kökünden türetilmiştir. Kök anlamı da “kötü”, “zarar”, “rahatsızlık”, “kötülük”, “çirkinlik” demektir. Aynı kökten türetilmiş olan “سَيِّـَٔا” (seyyie) sözcüğü ise, genellikle bir kötü eylem veya yasaklanmış bir davranışı ifade eder.

2 Fuhş: Meşru ölçü ya da sınırları aşan; çirkin, kötü, kaba demektir. Bu sınırları aşan şey için defahiş kelimesi kullanılmaktadır. Bir şeyin aşırı olduğu anlamına gelen fuhş, fahşa ve fahişe aynı köktendir. “Fahşa” sözcüğü Kur’an’da 7 yerde (2:169, 268; 7:28; 12:24; 16:90; 24:21, 95) geçmektedir. “fahişe” sözcüğü 14 yerde (3:135; 4:15, 16 19, 22, 25; 6:151; 7:28, 80; 17:32; 24:19; 27:54; 29:28; 33:30; 65:1) geçmektedir. Bunun çoğulu olan “fevahiş” sözcüğü de 4 yerde (6:151; 7:33; 42:37; 53:32) geçmektedir.

170. Onlara “Allah’ın indirdiğine uyun.” denildiği zaman da “Hayır! Atalarımızı neyin (hangi inancın) üzerinde bulduysak1 ona uyarız.” derler. Ataları, akıllarını kullanmamış ve hidayet (kılavuzluk) edilmemiş olsalar da mı?

1 Ayette geçen elfeynâ kelimesi elfev ve elfeyâ kalıplarında da Kur’an’da birer kez geçmekte ve “bulmak, karşılaşmak, bulup öğrenmek, görmek” gibi birbirine yakın anlamlar vermekte, müşriklerin taklitçilik üzere tercihlerini ifade etmektedir. Konuyla ilgili olarak 5:104 ve 31:21 ayetinde de benzer mesajlar verilmekte ve her iki ayette de vecednâ “bulmak” fiili kullanılmaktadır. O kullanımlardan hareketle, yorumunu yapmakta olduğumuz ayetteki elfeynâ fiilinin de benzer bir mana verdiğini söylemek hatalı olmasa gerektir. Burada konusu edilenler 2:165 ayetinde sözü edilen ve Allah’ın dışında putlar edinen müşrikler olsa gerektir. Yüce Allah 2:168 ayetinde şeytanın adımlarını izlememek gerektiğini ifade ettikten sonra, burada bir şeytan faaliyeti olan taklide dikkat çekmekte, kendisini taklide kaptıranların şeytanın adımlarını izlemiş olacağını ifade etmektedir. Taklit, şeytanın davet ettiği üzere sonu cehennem olan bir felakettir.

171. Kâfirlerin durumu, bağırış ve çağırıştan başka bir şey işitmediği hâlde bağıranlara benzer. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; artık akletmezler!1

1 Benzer mesajlar: 2:18; 6:39; 11:24.

172. Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların tayyib (iyi, güzel, hoş) olanlarından yiyin.1 Sadece O’na kulluk (ibadet, hizmet) ediyorsanız, Allah’a şükredin!

1 Bu ayet ile Müslimlere rahipler, hahamlar, hocalar, din bilginleri ve atalar tarafından konulan her tür gereksiz, yanlış ve gayri meşru yasağı kaldırmaları emredilmektedir. Söyledikleri gibi gerçekten Allah ile (O’nun ayetleri doğrultusunda) inanıyorlarsa, Allah’ın yasakladığı şeyleri yemekten kaçınmalı ve O’nun helâl kıldıklarını, hiç tereddüt etmeksizin yemelidirler. Benzer mesajlar: 2:168; 5:88; 16:114.

173. Şüphesiz ki (Allah), size ölüyü (leşi), (akıtılmış) kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına ilan edilenleri1 (sunuları, yemekleri, ikramları) haram kıldı.2 O hâlde kim sıkıntı içindeyse, azgınlık yapmaz ve haddi aşmazsa (bu durum) onun için ism2 değildir. Şüphesiz ki Allah Gafur’dur (Günahları Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).

            1 “ه ل ل” (h-l-l) kökünün temel anlamı, bir şeyin belirmesi, ortaya çıkması ve bu esnada sesin yükseltilmesi veya sevinçle bağırılmasıdır. Hilal, ayın ilk belirdiği, ilk göründüğü halidir. İnsanlar onu görünce yeni bir ayın başladığını anlar ve bunu sevinçle ilan ederlerdi. Kelime "belirme" ve "ilan etme" eylemiyle doğrudan bağlantılıdır. “اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ” (uhille liğayrillâh) ifadesi de “Allah’tan başkası adına ilan edilen”, veya “Allah’tan başkası adıyla belirtilen” anlamlarına gelir. Allah’tan başkasının adıyla ilan edilenler de sunular, yemekler, kurbanlar gibi yapılan ikramlardır. Kur’an’da bu kökten türemiş 4 ifade geçer: 2:173, 198; 5:3; 6:145; 16:115.

2 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına gelir ve genellikle Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneyi ifade eder. Aynı kökten türeyen “حَرَّمَ” (harrama) fiili ise, “bir şeyi yasaklamak,” “bir yerden veya nesneden birilerini mahrum bırakmak,” “bir durumu birilerine engellemek” ya da “bir şeyi dokunulmaz kılmak” anlamlarında kullanılır.  

Bu ayetteki ifade, benzer sözcüklerle 4 yerde (2:173, 5:3, 6:145, 16:115) tekrarlanmaktadır. Yüce Allah’ın haram Kur’an’da haram kıldığı etler dışında başka etlerin de haram olduğunu iddia edenlere uymak şirktir ve puta tapmakla eşdeğerdir. Haram etlerle ilgili ayrıntılı açıklama 6:145 ayetinde yer alır.

Domuz etinin Yahudiler için de haram kılınmış olduğunu Tevrat’tan öğreniyoruz: “Domuz çatal tırnaklıdır, ama geviş getirmez. Sizin için kirli sayılır. Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine (kendinden ölmüş olanına) de dokunmayacaksınız.” (Yasa’nın Tekrarı, 14:8)

4 İsm (إِثْم) kelimesi Arapçada 'günah', 'suç', 'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi anlamlara gelir. İbranice’deki ‏אַשָּׁם‎ (asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç', 'günah' ve 'kabahat' anlamlarını taşır.

174. Şüphesiz ki Allah’ın Kitap’tan indirdiğini gizleyen1 ve onunla (kitap ile) az bir semen (dünyalık bir değer; para, mal, makam, çıkar) satın alan kimseler; işte onlar karınlarında ateşten başka bir şey yemeyenlerdir. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır.  Onlar için elem dolu bir azap da vardır.

1 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.

175. İşte onlar, hidayet (kılavuz) karşılığında sapkınlığı, mağfiret karşılığında da azabı satın alan kimselerdir. Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!

176. Böyledir! Şüphesiz ki  Allah, Kitabı (Kur’an’ı) hak olarak indirdi. Kitap üzerinde muhalefet eden kimseler ise artık uzak1 bir ayrılık içindedir.

            1 “بَع۪يدٍ” (be’iyd), uzak demektir. “Uzak bir ayrılık” da “şiddetli/derin bir ayrılık/kopuş/anlaşmazlık" gibi anlamlara gelir. Kur’an’da bu kökten türemiş 36 sözcük bulunur: 2:176; 3:30; 4:60, 116, 136, 167; 9:42; 11:44, 60, 68, 83, 89, 95 (2 kez); 14:3, 18; 21:101, 109; 22:12, 53; 23:41, 44; 25:12; 27:22; 34:8, 19, 52, 53; 41:44, 52; 42:18; 43:38; 50:3, 27, 31; 70:6.  

177. Birr (iyilik, doğruluk, erdem ve takva), yüzlerinizi doğu ya da batı yönüne döndürmeniz1 değildir. Ama birr, kişinin Allah’la, ahir (son, ahiret) günle, meleklerle, kitapla ve nebilerle iman etmesidir; akrabalara, yetimlere, miskinlere,1 yolda kalanlara, yardım isteyenlere ve rikablara (esir, köle, iflas etmişlere, hacizli olanlara) da sevdiği malından vermesidir; salatı (Allah’a yöneliş duasını) doğru ve istikrarlı biçimde yapmak ve zekâtı vermektir; ahdettiği zaman da ahitlerine vefalı olmaktır; zorlukta2 da sıkıntıda3 da musibet4 zamanında5 da sabretmektir. Muttakiler (Allah’a karşı sakınanlar) işte onlardır.

1 “تَوَلَّ” "Tevelle" fiili “bir yakınlık durumundan uzaklaşmak, sorumluluktan kaçmak ya da bir göreve veya uyarıya sırt çevirmek” anlamına gelir. Bu bağlamda, “yüz çevirmek” veya “sırtını dönmek” şeklinde de ifade edilir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 97 kelime geçer: 2:64, 83, 115, 137, 142, 144 (3 kez), 148, 149, 150 (2 kez), 177, 205, 246; 3:20, 23, 32, 63, 64, 82, 111, 155; 4:80, 89, 115 (2 kez); 5:43, 49, 92; 6:129; 7:79, 93; 8:15, 16, 20, 23, 40; 9:3, 25, 50, 57, 74, 76, 92; 10:72; 11:3, 52, 57; 12:84; 16:82; 17:46; 18:18; 20:48, 60; 21:57, 109; 22:4; 24:47, 54; 27:10, 28, 80; 28:24, 31; 30:52; 31:7; 33:15; 37:90, 174, 178; 40:33; 44:14; 46:29; 47:22, 38; 48:16 (2 kez), 17, 22; 51:39, 54; 53:29, 33; 54:6, 45; 57:24; 59:12; 60:6; 64:6, 12; 70:17; 75:32; 80:1; 88:23; 92:16; 96:13.   

2 Miskin (yoksul): Temel ihtiyaçlarını (beslenme, barınma, sağlık vb.) dahi karşılayamayan veya büyük zorluk çeken kişi. Bu kelime Kur’an’da 24 kez geçer: 2:61, 83, 177, 184, 215; 4:8, 36; 5:89, 95; 8:41; 9:60; 17:26; 18:79; 24:22; 30:38; 58:4; 59:7; 68:24; 69:34; 74:44; 76:8; 88:18; 90:16; 107:3.

Fakir ise; Temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan ancak miskine göre daha az muhtaç olan kişidir. Bu kelime Kur’an’da 15 kez geçer: 2:268, 271, 273; 3:181; 4:6, 135; 9:60; 22:28; 24:32; 28:24; 35:15; 47:38; 59:8; 72:25.

3 Bu ifade, temel anlamı “Zarar vermek, sıkıntıya sokmak, darlık içinde bırakmak” olan “ض - ر – ر” (ḍ, r, r) kökünden türemiştir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 71 kez geçer: 2:102 (2 kez), 126, 173, 177, 214, 231, 233, 282; 3:111, 120, 134, 144, 176, 177; 4:12, 95, 113; 5:3, 42, 76, 105; 6:42, 71, 119, 145; 7:94, 95, 188; 9:39, 107; 10:12 (3 kez), 18, 21, 49, 106, 107; 11:10, 57; 12:88; 13:16; 16:53, 54, 115; 17:56, 67; 20:89; 21:66, 83, 84; 22:12, 13; 23:75; 25:3, 55; 26:78; 27;62; 30:33; 31:24; 34:42; 36:23; 39:8, 38, 49; 41:50; 47:32; 48:11; 58:10; 65:6; 72:21.  

            4 “بَأْس” (be’s), “belâ, musibet, zarar, sıkıntı, savaş, mücadele” anlamlarına gelir.

5 “ح۪ينٍ” (hîn) kelimesi bağlama göre belirli bir zaman, vakit, zaman gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 35 kez geçer: 2:36, 177; 5:101, 106; 7:24; 10:98; 11:5; 12:35; 14:25; 16:6 (2 kez), 80; 21:39, 111; 23:25, 54; 24:58; 25:42; 26:218; 28:15; 30:17 (2 kez), 18; 36:44; 37:148, 174, 178; 38:3, 88; 39:42, 58; 51:43; 52:48; 56:84; 76:1.

178. Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas (misilleme, bedel) yazıldı!1 Hür hürle, abd (hizmetkara) abd ile; kadın kadınla O hâlde kimin cezası (öldürülenin) kardeşi tarafından bir şey (bedel) karşılığında bağışlanırsa, artık maruf2 ile (meşru bir şekilde) davranmalı ve ona ihsan ile (güzel, iyi bir şekilde) ödenmelidir.3 Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa onun için elem verici bir azap vardır.

1 Kısas, bir suçluyu, başkasına vermiş olduğu kötülüğün aynısıyla cezalandırmak demektir. Ancak kısas (ölüm cezası), her öldürme vakası için geçerli değildir; kasıtlı olarak haksız yere işlenen suçlarda geçerlidir. İnsan öldürmenin karşılığının da ölüm olması hususu caydırıcılığı nedeniyle cinayet oranlarında düşüş meydana gelebilecektir. Bu nedenle 2:179’da “kısasta hayat vardır” ifadesine yer verilmektedir.

Kısas cezası, kişisel cinayetler ile ilgilidir. Kabilelerin, gurup ve devletlerin birbirine karşı açtığı savaşlarda öldürenler, kabile, gurup ve devletler arasında yapılan barış anlaşmasıyla affedilir. Savaşta ele geçen esirlerin kimseyi öldürüp öldürmediği araştırılmaz. Aksi takdirde barış anlaşmalarının pratikte gerçekleşmesi mümkün olmaz. (Kur’an; Son Ahit s:119)

Kısas ile ilgili diğer ayetler şunlardır:

“Orada da onlara şöyle yazdık: “Cana can, göze göz, burna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara kısas.” Artık kim onu ​​(hakkını) tasadduk ederse (hakkından vaz geçerse, bağışlarsa), o kendisi için kefaret (bağışlanma) olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” (Maide, 5:45)

“Ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle (benzeriyle) ceza verin. Ama sabrederseniz, bu sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16:126)

“Bir kötülüğün cezası da onun misli (benzeri) bir kötülüktür. Fakat kim affeder ve sulh yaparsa (barışırsa), onun mükafatı Allah’a aittir. O, zalimleri sevmez.” (Şura, 42:40)

42:40 ayeti cezalandırmayla ilgili bütün mesajların merkezini oluşturmaktadır. Bu nedenle suça verilecek cezaların en çok suç kadar olabileceği, fazlasına izin verilmediği anlaşılmakta, böylece hukuka çok önemli bir ilke kazandırılmış olmaktadır.

“Hür, hür ile ve abd (hizmetkar), abd ile ve kadın, kadın ile…” ifadesinden de; hür birini öldüren köleye, erkeği öldüren kadına veya bunların tam tersine kısas uygulanamayacağı kanaati oluşmaktadır.

2 “عرف” (urf) Arapça bir kelime olup “bilmek, tanımak veya öğrenmek” gibi anlamlara gelir.  “Tanınan, saygın, kabul edilen, iyi” anlamına “maruf”; “bilgi, tanıma, anlama, keşfetme” gibi anlamlara gelen “ma’rifet” de bu sözcükten türemiştir. Maruf ifadesi Kur’an’da genellikle Allah’ın razı olacağı doğru, iyi ve yararlı kabul edilen ve vahye uygun olan” şeklinde anlaşılmalıdır. Örneğin 2:180 ayetinde, ölümü yaklaşan bir müminin malı ile ilgili olarak, ana babaya ve yakınlara maruf ile (meşru bir şekilde) vasiyet etmenin farz olduğu belirtilmektedir. Miras ile ilgili bilinen, yani Maruf olan hususlar da 2:182, 240; 4:11, 12; 5:106 gibi ayetlerde belirtilmiştir. 

3 Kur’an, açıkça idamdan caydırır. Katilin hayatı da dâhil olmak üzere hayatların korunması için her türlü gerekçe sağlanır. Maktulün ailesi, belirli koşullar altında katilin hayatının adil bir tazminat karşılığı bağışlanmasını daha iyi bulabilir.

5:45 ayetinde de açıklandığı üzere benzer hususlar Tevrat’ta da geçmektedir.

179. Kısasta sizin için hayat vardır. Ey ulü’l-elbab (duruşu sağlam olanlar)1, belki takvalı (Allah’a karşı sakınan) olursunuz.

1 “أُو۬لُو” (ûlū) kelimesi, “sahipleri, yapıcıları, ehli” anlamlarına gelir. “اُو۬لِي الْاَلْبَابِ” الْأَمْرِ (ulü’l-elbab) dasağlam anlayış sahipleri” ve “sağlam duruşlu olanlar” anlamlarına gelir. “Onlar (her) sözü dinler; en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın hidayet (kılavuzluk) ettiği kimselerdir. ulü’l-elbab işte onlardır.” (39:18) “ulü’l-elbab” ifadesi Kur’an’da 16 kez geçer: 2:179, 197, 269; 3:7, 190; 5:100; 12:111; 13:19; 14:52; 38:29, 43; 39:9, 18, 21; 40:54; 65:10.

180. Birinize ölüm yaklaştığı zaman, bir hayır1 bırakacaksa, ebeveyne (ana-babaya) ve yakınlara maruf ile (meşru bir şekilde) vasiyet etmek, muttakiler (Allah’a karşı sakınanlar) üzerinde bir haktır.2 

            1 “الْخَيْرِ” (al-kḫayr) sözcüğü, yalnızca “iyilik”, “iyi şeyler” veya “faydalı şeyler” anlamına gelmektedir.

2 Yüce Allah ekonomik hayata dair çok önemli bir konuya, ölümden önce yakınlara vasiyet edilmesi gerektiğine değinmekte, bu konudaki hükmünün de “farz olduğunu” ifade etmektedir.

181. Artık kim işittikten sonra onu (vasiyeti) değiştirirse, bil ki artık onun ism’i1 (suçu, günahı, kabahati) onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz ki Allah, Semi’dir (İşitendir), Alim’dir (Bilendir).

            1 İsm (إِثْم) kelimesi Arapçada 'günah', 'suç', 'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi anlamlara gelir. İbranice’deki ‏אַשָּׁם‎ (asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç', 'günah' ve 'kabahat' anlamlarını taşır.

182. Artık kim vasiyet edenin adaletten ayrılacağından ya da ismden korkarsa, bu nedenle de (tarafların) aralarını ıslah ederse, bil ki artık ona ism (suç, günah) yoktur. Şüphesiz ki Allah, Gafur’dur (Günahları Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).

            1 “جَنَفًا” (cenefen), “sapmak, bir tarafa kaymak, adaletten ayrılmak” demektir. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:182; 5:3.

183. Ey iman edenler! Sizden öncekilere yazıldığı gibi size de siyam1 yazıldı ki belki takvalı (Allah’a karşı sakınan) olursunuz!

1 “صوم” (sâvm), Arapça’da bir şeyden kesin olarak sakınmak, korunmak demektir. Ayrıca dinginlik, hayvanın hasta hali, halsizlik, rüzgarın esmeyişi, durgunluk, konuşmamak anlamlarına da gelmektedir. Sâvm kavram olarak da gün boyunca yemekten, içmekten ve cinsel ilişkiden uzak durmak anlamına gelmektedir.

Tevrat’ta da “צ֔וֹם” (tsowm) şeklinde geçmektedir. “תענית” (ta’anit) Sözcüğü de ‘hem nefsi kırmak; nefsin/egonun isteklerini dizginlemek’ hem de ‘oruç tutmak’ anlamında kullanıldığını görüyoruz.

Türkçede kullanılmakta olan oruç kelimesi ise Farsça “rûz” lafzının Türkçeleşmiş halidir. Türkmencesi ise orazdır. Gitmekten, yürümekten, ya da yemden kendini tutan, geri duran ata denir. Görüldüğü üzere bu sözcüklerin, Kur’an’da geçen “sâvm” kelimesinin tam karşılığını vermemektedirler. Bu nedenle bu ifadelerin “sâvm” yerine kullanılmasının doğru olmadığı kanaati oluşmaktadır.

Bu buyruk; salat, sâvm, zekât, kurban vs. ibadetlerin eski ümmetlerden beri farz olduğunun delillerindendir. Benzer mesajlar: 2:83; 3:39; 5:12; 10:87; 14:40; 18:21; 19:31, 55, 59; 20:14; 22:26-30, 34-37; 21:73; 31:17; 42:13.

Sâvm (oruç), Tevrat’ta (Yeşaya 58:3,4), Zebur’da (Mezmurlar 35:13) ve İncil’de (Matta 6:16) de geçmektedir.

184. (Sâvm) sayılı günlerdedir. O hâlde sizden hasta veya seferde1 olanlar, başka günlerde sayısınca (sâvm eder). Takati2 yeten kimseler için, bir miskini3 doyuracak fidye4 (bedel) de vardır.5 Artık kim bir hayır işlerse, bu kendisi için daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, sâvm etmeniz sizin için daha hayırlıdır.

            1 Arapça’da, ‘örtüyü kaldırmak, açığa çıkarmak’ anlamına gelen س-ف-ر (s-f-r) kökünden türeyen “سَفَر” (sefer) sözcüğü, “yolculuk, seyahat” anlamına gelir.  Aynı kökten gelen “أَسْفَرَ” (asfera) fiili “aydınlandı, açığa çıktı”; “مُّسْفِرَةٌۭ” (musfiratun) sözcüğü “aydınlık, parlayan”; “سَفَرَةٍۢ” (seferatin) sözcüğü ise (yazıcılar, yazan melekler) anlamında kullanılır. س-ف-ر (s-f-r) kökünden türemiş kelimeler Kur’an’da 12 kez geçer: 2:184, 185, 283; 4:43; 5:6; 9:42; 18:62; 34:19; 62:5; 74:34; 80:15, 38.

İbranice’deki “סֵפֶר” (sefer) kelimesi “yazılı metin ve kitap”; “סְפָרָה” (sefārah) kelimesi “sınır çizgisi, bölge”; “סְפָר” (sfar) kelimesi ise “sınır, hudut” anlamlarına gelmektedir.

2 “طَاقَة” (takât) sözcüğü “güç”, “kuvvet”, “kapasite” anlamlarına gelir. Bu sözcük Kur’an’da 3 kez geçer: 2:184, 249, 286.

3 Miskin (yoksul): Temel ihtiyaçlarını (beslenme, barınma, sağlık vb.) dahi karşılayamayan veya büyük zorluk çeken kişi. Bu kelime Kur’an’da 24 kez geçer: 2:61, 83, 177, 184, 215; 4:8, 36; 5:89, 95; 8:41; 9:60; 17:26; 18:79; 24:22; 30:38; 58:4; 59:7; 68:24; 69:34; 74:44; 76:8; 88:18; 90:16; 107:3.

Fakir ise; Temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan ancak miskine göre daha az muhtaç olan kişidir. Bu kelime Kur’an’da 15 kez geçer: 2:268, 271, 273; 3:181; 4:6, 135; 9:60; 22:28; 24:32; 28:24; 35:15; 47:38; 59:8; 72:25.

4 Fidye; Arapça’da “bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için ödenen bedel, karşılık” anlamına gelir.

Fidye kelimesi Kur’an’da; 2 ayette terim manasında (2:184, 196), bir ayette “bedel ve karşılık” şeklindeki sözlük anlamında (57:15) geçerken 11 ayette de çeşitli türevleriyle geçmektedir. 2:48, 85, 229; 3:91; 5:36; 10:54; 13:18; 37:107; 39:47; 47:4; 70:11.

5 Hasta ve seferde (yolculukta) iken sâvm etmeye gücü yettiği hâlde tutmayanlar, hem oruç tutmalı hem de bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeli.

185. Ramazan ayı, insanlar için hidayet (kılavuz) olan; hidayet ve furkan (Hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran ölçü) içeren beyyineler (apaçık deliller) de bulunan Kur’an’ın indirildiği aydır. O hâlde, sizden kim o aya tanık olursa (erişirse), onda sâvm etsin! Kim de hasta olursa veya seferî ise, diğer günlerde sayısınca (sâvm etsin). Allah, sizin için kolaylık ister; sizin için güçlük istemez. Size hidayet etmesi için de sayıyı tamamlayın ve Allah’ı tekbir edin (yüceltin)! Belki şükredersiniz.

1 “قرا” (karae), okumak, çağırmak ve bildirmek anlamlarına gelir. İbranice’de de “קָרָ֣א” (kara) fiili, “çağırmak”, “seslenmek” veya “okumak” gibi anlamlara gelir.  Bu nedenle “ikra” oku, çağır ve bildir; “Kur’an” da çağrı, bildiri ve okunan gibi anlamlara gelir.

            2 Bu ayete istinaden Ramazan Bayramı’nda tekbirler getirilir.

186. Eğer kullarım Beni sana sorarlarsa, o zaman bil ki Ben yakınım. Eğer dai (dua eden) bana dua ederse, o zaman duasına icabet ederim1. O hâlde onlar da Bana icabet etsinler1 ve Benimle (Benim belirttiğim gibi) iman etsinler. Belki irşad olurlar (rehberlik edilirler).

1 “icabet” “ج-ب-ب” (c, b, b) kökünden türemiştir ve  bir davete veya çağrıya “cevap vermek” veya “karşılık vermek” demektir. Aynı kökten türemiş ifadeler Kur’an’da 43 yerde geçer: 2:186 (2 kez); 3:172, 195; 5:109; 6:36; 7:82, 194; 8:9, 24; 10:89; 11:14, 61; 12:34; 13:14, 18 (2 kez); 14:22, 44; 17:52; 18:52; 21:76, 84, 88, 90; 27:56, 62; 28:50, 64, 65; 29:24, 29; 35:14; 37:75; 40:60; 42:16, 26, 38, 47; 46:5, 31, 32.

2 “رُشْد” (rüşd), “doğru yol, rehberlik, olgunluk, doğruya yönelme” gibi anlamlar taşır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 19 kez geçer: 2:186, 256; 4:6; 7:146; 11:78, 87, 97; 18:10, 17, 24, 66; 21:51; 40:29, 38; 49:7, 72:2, 10, 14, 21.  Bu sözcükten türeyen “râşid” doğru yolda olan, “reşad” doğru yola ulaştıran, “irşâd” da doğru yola ulaştırmak anlamına gelmektedir.

187. Siyam gecesinde kadınlarınızla rafes1 (cinsel ilişki/cinsel konuşmalar) yapmak size helal kılındı.2 Onlar sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesiniz.3 Allah, gerçekten de nefislerinize ihanet ettiğinizi4 (eşlerinize hileli yaklaştığınızı) bildi ve size tevbe etti5 (size yöneldi) ve size affetti. Artık onlarla ilişkide bulunun6 ve Allah’ın sizin için yazdığı (takdir ettiği) şeyleri isteyin. Fecrin (tan yerinin) beyaz ipliği, siyah iplikten7 ayırt edilinceye kadar da yiyin ve için. Sonra da geceye kadar sâvmı tamamlayın8 ve mescitlerde ibadete (itikafa) çekilmişken onlarla ilişkide bulunmayın!6 Bunlar, Allah’ın hudutlarıdır; o hâlde onlara (sınırlara) yaklaşmayın!9 Allah, ayetlerini insanlara işte böyle açıklıyor. Belki takva sahibi olurlar.

1 “رَفَثَ” (refese), “cinsel ilişki veya cinsel konuşmalar” demektir. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:187, 197.

2 Teslimiyetteki tüm görevler gibi sâvm etmek (oruç tutmak) da İbrahim aracılığı ile hükme bağlandı (22:78, 2:183). Kur’an’ın vahyedilişinden önce oruçlu iken cinsel birleşme haram kılınmıştı (yani yasaklanmıştı). Böylece 2:187 ayeti ile bu kural, oruçlu olunmadığı vakitlerde birleşmeye izin verecek şekilde nesh edilmiş oldu (değiştirildi).

Yahudilikte Sâvm; Öncelikle nefsin isteklerine gem vurma vasıtası kabul edilen ve “tzom” veya “innah nefeş” kalıbıyla Eski Ahid’de kullanılan sâvm ibadeti, “Canlarınıza eziyet edeceksiniz” emrinin bir gereği (Levililer, 16:29) ya da Kral Dâvud’un yaptığı gibi (2. Samuel, 12:16-18) Yahve’ye dua öncesi yapılması gereken bir hazırlık ritüeli olarak algılanmıştır. İşaya’da (58:3-8) gerçek orucun kötülüklerden uzak durmak, mütevazi olmak, mazlumlara ve düşkünlere yardım etmek gibi iyi fiillerle desteklenmesi gerektiği bildirilmiştir. Yahudi kutsal metinlerindeki ifadelerden orucun, insanların bilinçli veya bilinçsizce yaptıkları kötü fiillere kefâret ve böyle bir durumdan ötürü duyulan pişmanlığın dışa vurulması için tutulduğu anlaşılır. Kefâreti gerektiren fiil kişinin bizzat kendisinin işlediği bir eylem olabileceği gibi ailesinin veya aynı soydan hatta milletten birinin gayri ahlâkî bir eylemi veya kusuru da olabilir (I. Krallar, 21:1-10; I. Samuel, 14:17-29; Yeremya, 36:3-10). Yahudilikteki en önemli sâvm, kefâret günü (Yom Kipur) orucudur. O gün Yahudiler bir yıl içerisinde işledikleri hatalardan ötürü duydukları pişmanlığı dile getirerek Yahve’den af dilerler. Tevrat’ın Levililer bölümünde (16:29-31; 23:27-32) Yahudilerin bugün de yaptıkları dinî törenler ayrıntılı biçimde anlatılır. Hasta ve düşkün olmayan, şeriat önünde sorumlu tutulma çağına gelmiş bütün Yahudilere farz olan bu sâvm Yahudi ay takviminin birinci ayı olan tişrinin onuncu günü tutulur. Sâvm, arefe günü güneş batımından yaklaşık bir saat önce başlar ve ertesi gün (10. gün) gün batımından yaklaşık 45 dakika sonraya kadar devam eder. Yirmi beş saati aşan bu süre içinde yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma, yıkanma ve her türlü temizlik yapma, yağlanma ve ayakkabı dahil, deriden yapılmış bir şey giyme haramdır (Mişna, 8:1).

Nasara’da Sâvm (oruç); Yahudi sâvm geleneğine uygun olarak Yeni Ahid’de İsa ve havarilerin sâvm tuttuklarından söz edilir (Matta, 6:16; Resullerin İşleri, 13:2; 14:23). Kaynaklardan İsa’nın vaazlarına başlamadan önce kırk gün sâvm ettiği, ayrıca Yahudilikteki “Kefaret” orucunu da eda ettiği anlaşılmaktadır. İncil’de: “İsa, kırk gün kırk gece sâvm ettikten sonra acıktı.” (Matta 4:2) bilgisi yer alır. İsa’nın ihdas ettiği özel bir sâvm günü veya biçimi olmamakla birlikte Nasraniler ilk dönemlerde bilhassa her çarşamba ve cuma günü oruç tutmuş, yılın belirli dönemlerinde genelde et ve süt ürünlerine karşı perhiz uygulamışlardır.

Süryânî Hıristiyanlarda yıllık sâvm ibadeti şöyle sıralanır: 1- Büyük sâvm; Diğer kiliselerce de kabul edilen kırk günlük Paskalya öncesi sâvm etmeye yedi günlük “elem haftası” sâvm etmenin de eklenmesiyle tutulur. 2- Ninevâ (Ninova) orucu; Şubat ayında tutulan üç günlük oruçtur. 3- Haziran başı perhizi; Üç gündür ve havârilerin sâvm etmesi olarak kabul edilir. 4- Ağustos perhizi; Meryem ana sâvmı (orucu) olarak bilinir. 5- Aralık perhizi; 5-25 Aralık arasında Noele hazırlık amacıyla tutulur. Katolik kilisesinde oruca başlama yaşı 20 iken Ortodoks ve Süryânî kiliselerinde 14-15’tir.

3 Bu cümle ile eşlerin birbirini tamamlayan ve birbirlerinin hatalarını örten özelliklerine dikkat çekilmektedir.

4 “ختان” (khatana), “ihanet etmek, güveni kötüye kullanmak, hileli davranmak” gibi anlamlara gelir. Kur’an’da bu kökten türemiş 10 kelime geçer: 2:187; 4:105, 107 (2 kez); 5:13; 8:27 (2 kez), 58 (2 kez), 71 (2 kez); 12:52 (2 kez); 22:38; 40:19; 66:10.

            5  Arapça’da “التوبة” tevbe (tevb, metâb) “geri dönmek, dönüş yapmak” demektir. “فَتَابَ عَلَيْكُمْۜ” (fe tabe aleykum) yani “size/üzerinize tevbe etti” ifadesi de “tekrar size döndü, size yöneldi” demektir. Bu ifade Kur’an’da 5 yerde geçer: 2:37, 54, 187; 20:122; 73:20.

6 “باشَرَ” (bâşere), bedene temas etmek, ilişki, fiziksel birliktelik” gibi anlamlara gelir.” Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:187 (2 kez).

7 Buradaki “beyaz ip” ve “siyah ip” ifadeleri, ayetteki el-fecr kelimesi gereği “ufuktaki beyazlık karanlıktan ayrılıncaya kadar” demektir. Yoksa bilinen anlamdaki ip/iplik kastedilmemektedir.

Fecr, gecenin sonuna doğru güneşten ufka ulaşan hafif kızıllıktır (Lisan). Bu kızıllığın başladığı, doğu ufkunda sönük yıldızların kaybolmasıyla anlaşılır. Bu vakitte tabiat uyanır, vücut ısımız artar, seher ve sahur vakti başlar. Buna astronomik tan (Astronomical Twilight) da denir.

8 Kur’an literatüründe “gece” sözcüğü, güneşin batışından doğuşuna kadar olan süreyi tanımlar.

9 Uç sınırlarla ilgili emrin ifade tarzı çok dikkat çekicidir. Bu emir sadece bu sınırları aşmayı değil, bu sınırlara yaklaşmayı da yasaklar. Yasak bir bölgenin sınırları etrafında dolaşmak çok tehlikelidir; çünkü, yanlışlıkla bu sınırları aşmak muhtemeldir. Bu nedenle bu sınırlara yaklaşmak da yasaklanmıştır.

188. Mallarınızı da kendi aranızda batıl ile (haksız bir yolla) yemeyin!1 İnsanların mallarının bir kısmını da ism (suç, kabahat) ile yiyesiniz diye de bile bile ondan (maldan) hâkimlere sunmayın2!3

1 Bu cümle 4:29 ve 83:1-3 ayetleriyle birlikte okunmalıdır.

2 “د ل و” (dâl - lâm - vâv) harfinde oluşan bu kök, temel olarak “bir şeyi sarkıtmak, indirmek veya sunmak” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 3 kez geçer: 2:188; 12:19 (2 kez); 53:8.

3 Bu ayet rüşveti yasaklamaktadır. Rüşvet, başkasının malını bile bile haksız yere yemek için yetkililere mal vermektir. Kişi, kendi hakkını almak için yetkililere mal vermek zorunda kalırsa verene değil, alana haram olur. Buradaki el-hukkâm kelimesi, 4:35 gereği herhangi bir işteki her bir hakem, bilirkişi, yargıç, ilgili kişi vs.dir; mesaj sadece “hakimler”le sınırlı değildir; rüşvet verilen herkesi içermektedir.

189. Sana hilalleri1 de soruyorlar. De ki: “O, insanlar için ve hac2 için zaman ölçüsüdür.3 Evlerinize arkalarından (habersiz bir şekilde ön kapı dışından) girmeniz de birr (iyilik, doğruluk, erdem ve takva) değildir.4 Fakat birr, takvalı (sakınan) olmaktır. Evlere de kapılarından girin ve Allah’a karşı takvalı olun! Belki felaha (kurtuluşa, saadete) erersiniz.

            1 “ه ل ل” (h-l-l) kökünün temel anlamı, “bir şeyin belirmesi, ortaya çıkması ve bu esnada sesin yükseltilmesi veya sevinçle bağırılması”dır. Hilal, ayın ilk belirdiği, ilk göründüğü halidir. İnsanlar onu görünce yeni bir ayın başladığını anlar ve bunu sevinçle ilan ederlerdi. Kelime, bu "belirme" ve "ilan etme" eylemiyle doğrudan bağlantılıdır. Kur’an’da bu kökten türemiş 4 ifade geçer: 2:173, 198; 5:3; 6:145; 16:115.

2 Hac kelimesi, Arapça’daki “bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak” manasındaki hvc kökünden türetildiği belirtilir. Hac kelimesi, Arapça’da da “gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarında kullanılır. Ancak benzer bir kelime olan İbranice’deki “hag” kelimesi ise “bayram” anlamına gelmektedir. Hac kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 12 kez geçer: 2:158, 189, 196 (3), 197 (3); 3:97; 9:3, 19; 22:27; 28:27.

3 Yeni ay, güneşten sonra batan hilal ile başlar. “Güneş ile ay, bir hesaba göredir.” (55:5)

4 Bu, onların bâtıl geleneklerinden biri idi. Araplar İhram (hac için belirlenen kıyafet) giydiklerinde, evlerine ön kapılarından girmezler, arka pencerelerden eve atlarlardı. Bu ayette Allah, onları bu bâtıl gelenek nedeniyle eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda onları, atalarının bâtıl gelenek ve inançlarını körü körüne takip etmenin doğru olmadığı hususunda uyarıyor.

190. Ve sizinle kital eden (savaşan) kimselerle siz de Allah yolunda kital edin (savaşın). Ve sakın aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez.1

1 Savaşlar, 60:8-9’daki temel kurala göre düzenlenir. Savaşa kati surette kendini savunmak için izin verilirken, Kur’an’da saldırganlık ve zulüm şiddetle kınanmaktadır. Bu ayet 2:191-193,256; 4:89-91; 8:39-40, 9:2-4,12,36,73,123; 22:39; 60:8-9; 66:9 ayetleriyle birlikte okunmalıdır.

191. Onları (antlaşmayı ihlal edip size saldıranları) yakaladığınız1 yerde de katledin ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın! Fitne2, katilden (öldürmekten) daha şiddetlidir. Mescid-i Haram’da3 onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi katlederlerse o zaman siz de onları katledin. Kâfirlerin cezası (karşılığı) işte böyledir.

            1 “ث ق ف” (th-q-f), bir şeyi bulmak, yakalamak, ele geçirmek veya ona yetişmek gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 6 kez geçer: 2:191; 3:112; 4:91; 8:57; 33:61; 60:2.

2 “فِتْنَ” (fitne), “sınama, deneme, ateşte eritme, karışıklık/ayrışma durumu” gibi anlamlara gelir. Fitne kelimesi Kur’an’da 70 kez geçer: 2:102, 191, 193, 217; 3:7; 4:91, 101; 5:41, 49, 71; 6:23, 53; 7:27, 155; 8:25, 28, 39, 73; 9:47, 48, 49 (2 kez), 126; 10:83, 85; 16:110; 17:60, 73; 20:40 (2 kez), 85, 90, 131; 21:35, 111; 22:11, 53; 24:63; 25:20; 27:47; 29:2, 3, 10; 33:14; 37:63, 162; 38:24, 34; 39:49; 44:17; 51:13, 14; 54:27; 57:14; 60:5; 64:15; 68:6; 72:17; 74:31; 85:10.

3 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da  Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneler için kullanılmaktadır. Kur’an’da haram kılınmış olan hususlar şunlardır:

ı- Ölü (leş), akıtılmış kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına ilan edilenler (sunu, adak, ziyafet gibi ikramlar): 16:115, 116.

ıı- Müminlerin zani (zina eden erkek), zaniye (zina eden kadın) ile evlenmek: 24:3.

ııı- Mescidi Haram’a müşriklerin girmesi (9:28), o bölgede  savaşmak (2:191), orayı ziyaret edenleri engellemek (22:25; 48:25), o bölgede olanlara zarar vermek veya zulmetmek (22:25; 29:67), oraya gönderilen hediyeleri (hayvan veya yiyecek sunularını) engellemek (48:25) ve ihramlıyken o bölgede avlanmak (5:95).

ıv- Haram Aylarda savaşmak: 9:5, 36, 37: 2:191.

v- Masum bir canı haksız yere katletmek: 3:21, 22; 6:151; 17:33; 25:68.

192. Eğer (savaşa) son verirlerse, o zaman bilin ki Allah Gafur’dur (Günahları Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).1

1 Allah, azılı günahkârları ve suçluları bile bağışlar ve onlara merhamet eder. Siz de kendinizi bu modele göre biçimlendirmeye çalışmalısınız. Yaptığınız savaş kana susamışlığınızdan değil, Allah rızasından kaynaklanmalı. Onlar, Allah’ın yoluna engel oldukları müddetçe onlarla savaşın. Onlar vazgeçerse, siz de savaşı bırakın.

193. Ve fitne1 (karışıklık) kalmayıncaya kadar onlarla savaşın, din2 (hüküm) de Allah’ın olsun! O hâlde son verirlerse, o zaman zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.

1 “فِتْنَ” (fitne), “sınama, deneme, ateşte eritme, karışıklık/ayrışma durumu” gibi anlamlara gelir. Fitne kelimesi Kur’an’da 70 kez geçer: 2:102, 191, 193, 217; 3:7; 4:91, 101; 5:41, 49, 71; 6:23, 53; 7:27, 155; 8:25, 28, 39, 73; 9:47, 48, 49 (2 kez), 126; 10:83, 85; 16:110; 17:60, 73; 20:40 (2 kez), 85, 90, 131; 21:35, 111; 22:11, 53; 24:63; 25:20; 27:47; 29:2, 3, 10; 33:14; 37:63, 162; 38:24, 34; 39:49; 44:17; 51:13, 14; 54:27; 57:14; 60:5; 64:15; 68:6; 72:17; 74:31; 85:10.

2 “دين” (diyn) kelimesinin, Arapça’da “itaat” ve ceza (karşılık)” (el-Müfredât, “dyn” md.). veya “hesap, İslâm” (Lisânü’l-ʿArab, “dyn” md.) anlamına geldiği belirtilir. Ârâmî-İbrânî dilinde de “דִּין” (dîn) ifadesi var ve “Yargı, hüküm, dava, adalet” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla da  üç dildeki "dīn" kelimesi aynı kökünden gelir ve ortak olarak "hüküm, adalet, karşılık, hesap, yargı" anlamlarına sahiptir.

194. Haram ay, haram aya karşılıktır.1 Hürmetler (ihlâli yasak olan ödev, hak) de karşılıklıdır. O hâlde kim size saldırırsa, o zaman siz de onun misliyle (benzeriyle) saldırın. Ve Allah’a karşı takvalı (sakınan) olun. Ve bilin ki Allah, şüphesiz muttakilerle (sakınanlarla) beraberdir.

1 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına gelir ve genellikle Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneyi ifade eder. Aynı kökten türeyen “حَرَّمَ” (harrama) fiili ise, “bir şeyi yasaklamak,” “bir yerden veya nesneden birilerini mahrum bırakmak,” “bir durumu birilerine engellemek” ya da “bir şeyi dokunulmaz kılmak” anlamlarında kullanılır.  

“Haram Aylar” ifadesi, Allah tarafından yasaklar konulmuş 4 ay için kullanılmaktadır. Söz konusu aylarda savaşmak yasaktır. Ancak bu yasak, o yasağa saygı gösterenlere uygulanır. Bkz: 2:191; 9:5, 36, 37.

Günümüz İslam dünyasında yaygın olan Haram Aylar, senesinin 7, 11, 12 ve 1. ayları olan Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Halbuki 2:197, 217; 9:2, 5, 36 ayetleri ve ayların isimleri incelendiğinde, kutsal ayların, birbirlerini izleyen Zilhicce, Muharrem, Safer ve Rabiül evvel (12, 1, 2, ve 3’üncü aylar) olduğu görülecektir.

195. Allah yolunda da infak edin ve kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.1 Ve hasenat (iyilik, güzellik) yapın. Şüphesiz ki Allah, muhsinleri (Allah rızası için karşılıksız iyilik yapanları) sever.

            1 Bu ifade “infak etmeyerek kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” Şeklinde de anlaşılabilir; “tüm malınızı infak ederek kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” Şeklinde de anlaşılabilir.

196. Allah için haccı1 ve umreyi tamamlayın. Eğer engellenirseniz, o zaman hediyeden2 kolayınıza geleni (verin). Hediye yerine varıncaya kadar da başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden hasta olan ya da başından bir rahatsızlığı bulunan varsa (ve bu nedenle tıraş olursa), sâvmdan, sadakadan3 veya nusuktan4 (kurban, hediye veya sadakadan) fidye (versin). Güvenliğe kavuştuğunuzda ise, hac vaktine kadar umreden faydalanmak5 isteyen kimse, hediyeden kolayına geleni (versin). İmkân bulamayan ise, hac günlerinde üç gün; döndüğünüzde de yedi (gün) oruç tutsun. Böylece tamamı ondur. Bu, yakınları Mescid-i Haram’da6 olmayanlar içindir. Allah’a karşı da takvalı (sakınan) olun ve bilin ki Allah’ın cezalandırması (verdiği karşılık) çetindir.

1 Hac kelimesi, Arapça’daki “bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak” manasındaki hvc kökünden türetildiği belirtilir. Hac kelimesi, Arapça’da da “gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarında kullanılır. Ancak benzer bir kelime olan İbranice’deki “hag” kelimesi ise “bayram” anlamına gelmektedir. Hac kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 12 kez geçer: 2:158, 189, 196 (3), 197 (3); 3:97; 9:3, 19; 22:27; 28:27.

2 Sadaka: Sözlükte “(haber) gerçek olmak; doğruluk” gibi anlamlara gelen sıdk kökünden türeyen sadaka kelimesi (çoğulu sadakāt), Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için ihtiyaç sahiplerine yapılan gönüllü veya dinen zorunlu maddi yardımları (2:196; 9:103; 48:25), bu çerçevede verilen para ve eşyayı ifade eder. Ancak “Sadaka” kelimesinin İbranice “sadâqâ” kelimesinin Arap harfleri ile yazılmış şekli olduğu ve “sıdk ve hulûs (hâlislik, saflık, temizlik, doğruluk)” anlamına geldiği yönünde bir görüş daha bulunmaktadır. Nikâh akdi kendisi ile tamamlanan mehir için kullanılan “sadâk” sözcüğü de aynı kökten türemiştir.

Sadaka sözcüğü türevleri ile birlikte Kur’an’da 18 defa (2:196, 263, 264, 271, 276; 3:95, 152; 4:114; 9:58, 60, 79, 103, 104; 33:22; 36:52; 39:74; 48:27; 58:12) geçmektedir. Sadakaların farz olarak verileceği 8 sınıf 9:60’ta belirtilmektedir.

3 Hedy: hediye edilen, armağan olarak sunulan şey demektir. Ancak birçok çeviride “hedy” sözcüğü kurban olarak çevrilmektedir.  Oysa   Bu sözcük Kur’an’da 5 defa (2/196; 5/2, 95, 97; 48/25) geçmektedir.

Hac veya umre için yola çıkmak isteye bir kimse yoluna devam edemeyecekse, bulunduğu yerde bir hediye vermeli. Hediye ihtiyaç sahiplerine teslim edildikten sonra da hac/umre görevini tamamlamış gibi artık saçını kesebilir.          

4 Nusuk ile ilgili açıklama 2:128’de yer alır.

5 “المتعة” (metâ), faydalanılan şey; yani eş, mal, ürün, sermaye vb  anlamlara gelmektedir. “المتعة” (mût’a) sözcüğü de faydalanma ve menfaat sağlama anlamına gelmektedir.

6 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da  Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneler için kullanılmaktadır. Kur’an’da haram kılınmış olan hususlar şunlardır:

ı- Ölü (leş), akıtılmış kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına ilan edilenler (sunu, adak, ziyafet gibi ikramlar): 16:115, 116.

ıı- Müminlerin zani (zina eden erkek), zaniye (zina eden kadın) ile evlenmek: 24:3.

ııı- Mescidi Haram’a müşriklerin girmesi (9:28), o bölgede  savaşmak (2:191), orayı ziyaret edenleri engellemek (22:25; 48:25), o bölgede olanlara zarar vermek veya zulmetmek (22:25; 29:67), oraya gönderilen hediyeleri (hayvan veya yiyecek sunularını) engellemek (48:25) ve ihramlıyken o bölgede avlanmak (5:95).

ıv- Haram Aylarda savaşmak: 9:5, 36, 37: 2:191.

v- Masum bir canı haksız yere katletmek: 3:21, 22; 6:151; 17:33; 25:68.

197. Hac,1 bilinen aylardadır.2 O hâlde kim o aylarda haccı kendine farz kılarsa, o zaman hac sırasında kadınla rafes (cinsel ilişki/cinsel konuşmalar) yapmasın; fasıklık da etmesin (Allah’ın emirlere aykırı davranmasın) ve cedelleşmesin3 (çekişmesin, kavga etmesin).4 Hayırdan her ne işlediyseniz, Allah onu bilir. Kendinize de azık edinin; bilin ki azığın en hayırlısı takvadır (Allah’a karşı sakınmaktır). Ey ulü’l-elbab5 (duruşu sağlam olanlar), Bana karşı takvalı (sakınan) olun!

1 Hac kelimesi, Arapça’daki “bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak” manasındaki hvc kökünden türetildiği belirtilir. Hac kelimesi, Arapça’da da “gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarında kullanılır. Ancak benzer bir kelime olan İbranice’deki “hag” kelimesi ise “bayram” anlamına gelmektedir. Hac kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 12 kez geçer: 2:158, 189, 196 (3), 197 (3); 3:97; 9:3, 19; 22:27; 28:27.

                2 Hac, Kutsal Aylar süresince herhangi bir zamanda yerine getirilebilir: Zilhicce, Muharrem, Safer ve Rebiülevvel (12, 1, 2, ve 3. hicri aylar). Siyasi otoriteler, Haccı kendi çıkarları için birkaç gün ile sınırlamaktadır. Bakınız: 9:36, 37.

3 Bu ifade “cedelleşmek”, “delillerle tartışmak” ve “mücadele etmek” gibi anlamlara gelen “جَدَلَ” (cedel), kelimesinden türemiştir.  Mücadele, bir sorunu çözmek, bir hedefe ulaşmak veya bir tehdidi bertaraf etmek için kararlılıkla gösterilen çabadır. “جَدَلَ” (cedel), kelimesinden türemiş kelimeler Kur’an’da 29 kez geçer: 2:197; 4:107, 109 (2 kez); 6:25, 121; 7:71; 8:6; 11:32 (2 kez), 74; 13:13; 16:111, 125; 18:54, 56; 22:3, 8, 68; 29:46; 31:20; 40:4, 5, 35, 56, 69; 42:35; 43:58; 58:1.

“Tartışmak” kelimesinin Arapça karşılığı ise “نَاقَشَ” (münakaşa) kelimesidir. Bu kelime Kur’an’da geçmez. Türkçe’de de kullanılan “مُنَاظَرَةٌ” (Münazara) kelimesi ise “karşılıklı görüş alışverişi”, “yapıcı bir tartışma” demektir. Bu kelime de Kur’an’da geçmez. Arapça’daki “خَاصَمَ” (khâsâmâ) kelimesi ise “çekişmek”, “düşmanca tartışmak”, “kavga etmek” ise demektir. Hasım kelimesi ise Kur’an’da 18 kez geçer: 2:204; 3:44; 4:105; 16:4; 22:19 (2 kez); 26:96; 27:45; 36:49, 77; 38:21, 22, 64, 69; 39:31; 43:18, 58; 50:28.

4 Bu ayete göre hac yaparken göre “cidal” yasak ise, demek ki ondan daha ağır olan tartışmak da kavga etmek de hac yaparken yasaktır.

5  ulü’l-elbab, ifadesi 2:179 ayetinde açıklanmıştır.

198. Rabbinizin bir fazlını (lütfunu, cömertliğini) aramanızda sizin için bir cünah (sakınca) yoktur.1 O hâlde, haram aylarda Arafat’tan aktığınız zaman Müzdelife’de Allah’ı zikredin (anın) ve O’nu size hidayet (kılavuzluk) ettiği gibi zikredin. Sizler de daha önce delalette (sapkınlıkta) olanlardandınız.

1 Bu cümlede haçta ticaret yapmanın bir sakıncasının olmadığının söylendiği belirtilmektedir.

199. Ardından, insanların aktığı yerden (Müzdelife’den Mina’ya doğru) siz de akın edin ve Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz ki Allah, Gafur’dur (Günahları Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).

200. Hac menseklerinizi1 (hacda yapılması gerekenleri) bitirince de atalarınızı zikrettiğiniz (andığınız, hatırda tuttuğunuz) gibi, hatta daha güçlü bir zikir ile Allah’ı zikredin. İnsanlardan bazıları ise: “Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver.” derler. Onun ahiretten bir payı2 yoktur!

            1 Mensek ile ilgili açıklama 2:128 ayetinde yer alır.

2 “خَلَاقٍ۠” (khalâkin) ifadesi, “yaratılmış şeyden nasip, pay, hisse” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:102, 200.

201. Onlardan kimi de: ‘Rabbimiz! Bize dünyada da hasene (iyilik, güzellik) ver, ahirette de hasene ver ve bizi ateşin azabından koru.’ der.

202. İşte onlar için kazandıklarından bir nasip (takdir edilen pay, kısmet) vardır. Allah da hesabı çabuk görendir.

203. Sayılı günlerde de (Mina’da) Allah’ı zikredin (anın). O hâlde kim iki gün içinde acele edip (Mekke’ye) dönerse, bundan dolayı ona ism (günah) yoktur. Kim de (dönüşünü) ertelerse, takvalı (sakınan) olduğu takdirde ona da ism (günah) yoktur. Allah’a karşı takvalı olun ve bilin ki şüphesiz sizler, O’nun huzurunda toplanacaksınız.

204. İnsanlardan bazılarının dünya hayatı ile ilgili söylediklerine de hayret edersin.1 Kalbinde olana da Allah’ı tanık tutar. O, hasımların (düşmanca davrananların) en azılısıdır.2

            1 Bu sözcük, bağlama göre “şaşırmak”, “hayret etmek”, “etkilenmek”, beğenmek” gibi anlamlara gelen “عَجَبَ” (‘âcebe) kökünden türemiştir.  Bu ifade Kur’an’da 12 kez geçer: 2:204, 221 (2 kez); 5:100; 9:25, 55, 85; 33:52; 48:29; 57:20; 63:4; 72:1.

2 Hasım kelimesi, Arapça’da “خَاصَمَ” (khâsâmâ) şeklinde geçer ve “çekişmek”, “düşmanca davranmak”, “kavga etmek” anlamına gelir. Kur’an’da, hasım kökünden türemiş 18 kelime geçer: 2:204; 3:44; 4:105; 16:4; 22:19 (2 kez); 26:96; 27:45; 36:49, 77; 38:21, 22, 64, 69; 39:31; 43:18, 58; 50:28.

205. Eğer dönerse, arḍda (egemenliğindeki yerde) fesat çıkarmaya, ekini ve nesli yok etmeye çalışır. Allah da fesadı sevmez.

206. Ona “Allah’a karşı takvalı (sakınan) ol!” denildiğinde ise, izzeti (kendisini üstün görmesi) kendisini ism’e (suça, günaha) sevk eder. Artık böylesine cehennem yeter. O, ne kötü hazırlanmış bir yerdir!1

1 “مهد” (mehede) kökü, üzerine oturulacak, yaşanılacak ya da dinlenilecek şekilde hazırlanmış yer anlamında kullanılır. “مِهَاداًۙ” (mihâd) sözcüğü ise “yayılmış yer”, “hazırlanmış yer”, “yaygı” veya “döşek” gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 16 kez geçer: 2:206; 3:12, 46, 197; 5:110; 7:41; 13:18; 19:29; 20:53; 30:44; 38:56; 43:10; 51:48; 74:14 (2 kez); 78:6.

207. İnsanlardan bazıları da Allah’ın rızasını kazanmak için nefsini (kendisini, kendinden olanları) satın alır!1 Allah da kullarına Rauf’tur (çok lütufkar ve şefkatlidir).

1 Kur’an çevirilerinde, bazı kelimelere bilerek ya da bilmeyerek farklı anlamlar verilerek bir çok ayetin anlamından saptırıldığı kanaati oluşmaktadır.

Bu husus ile ilgili en güzel örneklerden biri de bu ayette geçen “نَفْسَهُ” (nefsehu) ile “يَشْرِي” (yeşri) sözcükleridir.

“شري” (şeraye) satın almak demektir. Bu sözcük, türevleri ile birlikte Kur’an’da 25 kez geçer: 2:16, 41, 79, 86, 90, 102 (2 kez), 174, 175, 207; 3:77, 177, 187 (2 kez), 199; 4:44, 74; 5:44, 106; 9:9, 111; 12:20, 21; 16:95; 31:6.

“can, ruh, varlık, insan, kişi vb” gibi anlamlara geldiği belirtilen “نَفْس” (nefs) sözcüğü ile ilgili aşağıdaki sözcüklerin de genellikle tek bir anlamı varmış gibi çevrildiğini görüyoruz;

“أَنْفُسِكُمْ” (enfusikum), kendi nefsiniz yani canlarınız, benliğiniz;

“أَنْفُسِهِمْ” (enfusihim), kendi nefisleri yani canları, benlikleri;

“أَنْفُسَهُمْ” (enfusehum), kendilerinden olanlar;

“أَنْفُسُكُمُ” (Enfusukum), sizden olanlar;

“أَنْفُسَكُمْ”  (enfusekum), nefisleriniz, yani sizden olanlar;

“أَنْفُسُهُمْ” (enfusuhum) de nefisleri yani onlardan olanlar.

Yukarıdaki açıklamalardan sonra bu ayetin şu şekilde anlaşılması gerektiği kanaatindeyiz: “İnsanlardan bazıları da Allah’ın rızasını kazanmak için kendilerinden olanları (esirleri, borç nedeniyle rehin kalmış veya tutuklanmış müminlere maddi olarak destek olup özgürlüklerine kavuşturursa, Allah da bunu yapan kullarına şefkatle davranır.”

208. Ey iman edenler! Hep birlikte silm’e (İslam’a, teslimiyete) girin ve şeytanın adımlarına uymayın.  Şüphesiz ki o, size apaçık düşmandır.1

            1 “Şeytanın (saptıranın, aldatanın) adımlarına uymayın.” ifadesi, aynı sözcüklerle 2:168, 6:142 ve 24:21 ayetlerinde de tekrarlanmaktadır.

209. Eğer beyyineler (apaçık deliller) size geldikten sonra ayağınız kayarsa,1 o zaman bilin ki Allah Aziz’dir (mutlak güç ve otorite sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle hükmedendir).

            1 “زلل” (zelâl) fiili, "ayağı kaymak, yanıltılmak, aldatılmak" gibi anlamlara gelir. Bu fiil Kur’an’da 4 kez geçer: 2:36, 209; 3:155; 16:94.

210. Yoksa onlar, Allah’ın ve meleklerin gölgeler içinden, buluttan çıkıp gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar? İşler ise Allah’a döndürülür.1

1 Bu dünya bir sınavdır; puta tapmayı kınayarak kendimizi Yüce Allah’ın hükümranlığına geri aldırmak için son şansımızdır. Yüce Allah ve melekleri göründüğü (yani kıyamet koptuğu) an herkes iman edecek ve artık sınav geçerli olmayacaktır.

211. İsrailoğullarına sor: Onlara ayetlerden kaç beyyine1 verdik? Kim, kendisine geldikten sonra Allah’ın nimetini (vahyi) değiştirirse, bilsin ki Allah’ın cezalandırması (verdiği karşılık) çetindir.

1 “Kesin kanıt, sağlam kanıt, apaçık delil” gibi anlamlara gelen “Beyyine” kelimesi Kur’an’da 19 kez geçer (2:211, 6:57, 157; 7:73, 85, 105; 8:42, 42; 11:17, 28, 53, 63, 88; 20:133; 29:35; 35:40; 47:14; 98:1,4). Sonradan anlaşıldı ki Musa’nın kitabı da “19” ortak paydası ile matematiksel olarak oluşturulmuştu.

212. Küfreden (vahyi örten) kimseler için dünya hayatı ziynetlendirildi1 (donanımlı, süslü hale getirildi). (Onlar), iman eden kimselerle de alay ederler! Takva sahibi kimseler ise kıyamet gününde onlardan üstündür. Allah da dilediğine hesapsız rızık verir.

1 “Ziynet” (زينة) kelimesi Arapça’da genel olarak süs, güzellik, donatı, süs olarak kullanılan şeyler anlamına gelir. Diğer Sâmî dillerden olan  Aramice / Süryanice’de “zaynutha” (زينوثا) kelimesi süs, güzellik, ihtişam anlamına gelir. Akadca’da da “ṣēnu / zīnu” kökünden türeyen kelimeler de süs, donanım, takı, güzellik anlamına gelir. Bu kelime Kur’an’da 46 kez geçer: 2:212; 3:14; 6:43, 108, 122, 137; 7:31, 32; 8:48; 9:37; 10:12, 24, 88; 11:15; 13:13, 15:16, 39; 16:8, 63; 18:7, 28, 46; 20:59, 87; 24:31 (3 kez), 60; 27:4, 24; 28:60, 79; 29:38; 33:28; 35:8; 37:6 (2 kez); 40:37; 41:12, 25; 47:14; 48:12; 49:7; 50:6; 57:60; 67:5.

213. İnsanlar tek bir ümmet idi. Bunun üzerine Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak nebileri gönderdi.1 İhtilafa düştükleri konularda insanlar arasında hüküm vermeleri için de Kitabı hak (bir amaç) olarak indirdi.2 Ancak (kitap) verilmiş olanlar, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki kıskançlık ve ihtiras nedeniyle anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah da ihtilafa düştükleri hususlarda iman edenlere kendi izniyle hidayet (kılavuzluk) etti. Allah, istediği3 kimseyi sırat-ı müstakime (doğru olan yola) yöneltir.4

1 Benzer mesajlar: 2:213; 4:164-165; 6:48; 18:56.

2 Bu ayet “nebilere kitap verilmediği” şeklindeki anlayışın yanlışlığının delillerindendir. Benzer mesajlar: 17:55; 19:30.

3 “Şae” sözcüğü, “istediğini” anlamına gelmektedir. Benzer mesajlar: 2:142, 272; 6:88; 10:25; 13:27; 14:4; 16:93; 22:16; 24:35, 46; 28:56; 35:8; 39:23; 42:13; 74:31.

4 “Sırat-ı Müstakim” ile ilgili açıklama 1:6’da yer alır.

214. Sizler, sizden öncekilerin başına gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız!1 Yoksulluk ve sıkıntı onlara isabet etmiş ve sarsılmışlardı. Hatta resul de onunla iman edenler de: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyorlardı.2 İyi bilin ki şüphesiz Allah’ın yardımı yakındır.

1 Benzer mesajlar: 3:142; 9:16; 29:2,3,27.

2 Benzer mesaj: 6:34; 12:110; 22:40; 37:171-173; 40:51; 47:7

215. Sana, ne infak edeceklerini soruyorlar.1 De ki: “Hayır olarak infak ettiğiniz şey, ebeveynler (ana-baba), akrabalar, yetimler, miskinler ve yol oğlu (yolda kalmış çaresiz kişiler) içindir.2 Hayır (iyi ve doğru iş) olarak ne yapıyorsanız, şüphesiz ki Allah onu bilendir.”

            1 Kur’an’ı incelendiğinde infakın, zekatı da zorunlu ve gönüllü verilen sadakaları da kapsadığı görülür. Örneğin 63:10 ayetinde infak ile sadaka kastedilir. Bu ayette ise zekat kastedilir. Çünkü 17:26 ve 30:38 ayetlerinde de “Akrabaya, miskine ve yol oğluna hakkını ver...” haklarının verilmesi emredilmektedir. İnfak, elde edilen kazanca göre ayni ve/veya nakdi varlıkları kapsar.

2 Zekât verilecek kişiler bu ayette açıklanmaktadır. Zekât ayeti ise 6:141 ayetidir. Zekât ile ilgili açıklama 6:141’de yer alır.

Zekât, ayette belirtilen sıraya göre verilmelidir:

ı. Ana-baba,

ıı. Akrabalar (kardeşler de dahil),

ııı. Yetimler,

ıv. Miskinler, (Temel ihtiyaçlarını (beslenme, barınma, sağlık vb.) dahi karşılayamayan veya büyük zorluk çeken kişi)

v. İbnu’s-sebili “yol oğlu” demektir. Bu bir deyimdir. Seyahatte iken parasız kalmış olanlar, yolda kalmış olanlar, sığınmacılar ve mülteciler bu kapsama girmektedir.

216. Size kıtal (savaş) farz kılındı. O ise hoşunuza gitmez. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir; hoşunuza giden bir şey de şer (kötü) olabilir. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.

217. Sana haram ayda savaşmayı soruyorlar.1 De ki: “Onda savaşmak büyüktür (büyük günahtır). (İnsanları) Allah yolundan alıkoymaktır.  Onunla küfretmek (hakkı örtmek) ve Mescid-i Haram2 ve onun halkını oradan çıkarmak ise Allah katında daha büyüktür. Fitne (zulüm, işkence) de kitalden (savaştan, öldürmekten) daha büyüktür. Güçleri yeterse, dininizden döndürünceye kadar durmadan sizinle savaşırlar. Sizden kim dininden dönerse3 ve ölürse, o da kâfirdir! Bundan dolayı onların yaptıkları, dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ateşin halkı da işte onlardır; onlar orada kalıcıdırlar.

1 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına gelir ve genellikle Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneyi ifade eder. Aynı kökten türeyen “حَرَّمَ” (harrama) fiili ise, “bir şeyi yasaklamak,” “bir yerden veya nesneden birilerini mahrum bırakmak,” “bir durumu birilerine engellemek” ya da “bir şeyi dokunulmaz kılmak” anlamlarında kullanılır. 

“Haram Aylar” ifadesi, Allah tarafından yasaklar konulmuş 4 ay için kullanılmaktadır. Söz konusu aylarda savaşmak yasaktır. Ancak bu yasak, o yasağa saygı gösterenlere uygulanır. Bkz: 2:191; 9:5, 36, 37.

Günümüz İslam dünyasında yaygın olan Haram Aylar, senesinin 7, 11, 12 ve 1. ayları olan Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Halbuki 2:197, 217; 9:2, 5, 36 ayetleri ve ayların isimleri incelendiğinde, kutsal ayların, birbirlerini izleyen Zilhicce, Muharrem, Safer ve Rabiül evvel (12, 1, 2, ve 3’üncü aylar) olduğu görülecektir.

2 Mescid-i Haram yani Kabe ile ilgili olarak Allah’ın koymuş olduğu  yasaklar şunlardır:

ı-  Müşriklerin Kabe’ye yaklaşması yasaklanmıştır. Bkz: 9:28.

ıı- Kabe bölgesinde birilerini öldürmek, birileriyle savaşmak veya birilerine saldırmak yasaklanmıştır. Bkz: 2:191; 29:67; 27:91.

ııı- Kâbe’yi ziyaret etmek isteyen müminleri engellemek yasaklanmıştır. Bkz: 48:25; 22:55.

ıv- Kâbe’yi ziyaret etmek isteyen müminlerin ihramlıyken avlanmaları yasaklanmıştır. Bkz: 5:95, 96.

3 Benzer mesajlar: 5:54; 47:38. Bu ayetlere göre, mürted yani dinden dönen kişi öldürülemez. Dinden dönenlere dünyada uygulanacak herhangi bir cezadan söz edilmemektedir. 47:38’de de dinden yüz çevirenlerin öldürülmesinden değil, yerlerine başkalarının değiştirileceğinden söz edilmektedir. 6:89, 133, 14:19 ve 35:16 gibi ayetlerde de verilmek istenen mesaj bu şekildedir. Konuyla ilgili bilinmesi gereken ayetlerden birisi ise şu ayettir: “Özür dilemeyin! Andolsun ki imanızdan sonra küfrettiniz (hakkı örttünüz). İçinizden bir grubu affetsek bile, mücrim (azılı suçlu) olmalarından dolayı bir gruba azap ederiz.” (Tevbe, 9:66)

218. Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden kimseler ve Allah yolunda cihad1 eden kimseler, işte onlar Allah’ın merhametini umar. Allah da Gafur’dur (Günahları Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).

1 “Cihad” sözcüğü Arapça’da bir amaca ulaşmak için kişinin elinden gelen çabayı sarfetmesi anlamına gelir. Ancak çoğu Kur’an çevirilerinde buna genellikle savaşmak anlamı verilmektedir. “Cihad edenler” ifadesini de “Savaşanlar” biçiminde çevirmektedirler. Oysa “Cehd” kökünden gelen sözcükler, akılcı ve düşünsel çabalar anlamına gelir. Savaş ise “Kital” kökünden gelen sözcüklerle Kur’an’da bildirilmiştir.

Mücahid ise; her zaman idealini elde etmeye çalışan, onu dili ile, kalemi ile başkalarına ulaştıran ve onun yolunda tüm kalbi ve bedeni ile çalışan kimsedir.

Böylece, bir Müslim’in cihadının “kâfirleri ortadan kaldırmak için açılmış genel bir savaş” olmadığı açığa kavuşur.

219. Sana hamr1 ve meysir’i2 soruyorlar. De ki: “Şüphesiz ki ikisinde büyük bir ism3 (suç, günah, kabahat) vardır. İnsanlar için bazı menfaatler (çıkarlar) de (vardır). Ancak onların ism’i faydasından daha büyüktür.” Sana neyi infak (karşılıksız yapılan yardım, destek) edeceklerini de soruyorlar. De ki: “Affı!”4 Allah ayetleri size işte böyle açıklıyor. Belki tefekkür edersiniz.

1 Arapça “خ م ر” (hmr) kökünden türemiş olan bu ayetteki خمر (hamr) kelimesi, “alkollü içecek ve üzüm şarabı” gibi anlamlara gelir.  Mecaz olarak “sarhoşluk veren, örten, gizleyen” anlamında kullanıldığı da belirtilmektedir. Arapça’daki “hamr” sözcüğü ile eş anlamlı olan Süryanice (Aramice) kökenli “חֲמַ֣ר” (hamar) sözcüğü de “şarap” ve “fermente içki” anlamlarına gelmektedir. Bu ifade Tevrat’ın (Eski Ahit’in) Aramice bölümlerinde geçmektedir: Ezra, 6:9; 7:22; Daniel, 5:1, 2, 4, 23.

Bu kelimenin sadece “şarap” veya “içki” olarak çevrilmesi, ayetin kapsamını daraltmaktadır. Kur’an, alkollü içeceklerin bazı yararları olmasına rağmen zararlarının daha büyük olduğunu bildirir ve müminlere yasaklar (2:219; 5:90,91).

2مَيْسِرِ (meysir), “kolaylaşmak, kolay olmak” anlamındaki yesr kökünden türeyen bir kelimedir. Arap toplumunda oklarla oynanan bir şans oyununu ifade eder. Bu oyun, kesildikten sonra eti paylara bölünen bir hayvandan (çoğunlukla dişi deve) pay kazanmak amacıyla üzerlerinde pay ve risk değerleri yazılı, her biri ayrı isimle anılan belirli sayıdaki okların çekilmesi suretiyle oynanırdı.

Kelimenin terim anlamı, hem çaba göstermeden bir malı kolayca ele geçirmeyi hem de maddî kazanç sağlamayı ifade ettiği için sözlük manasıyla paralellik göstermektedir. Bir diğer görüşe göre ise meysir kelimesinin kökünde “bölüşmek” anlamı olup oyun için kesilen hayvan bölüştürüldüğünden bu şekilde adlandırılmıştır. Meysirde etlerin bölüştürülmesini yöneten kişiye yâsir yahut kaddâr, bu oyunu oynayan topluluğa eysâr (tekili yeser ve yâsir) adı verilir.

Kur’an’da üç ayette hamr ile birlikte zikredilen meysir, Bakara suresi 2/219 ayetiyle kınanmış, Mâide suresi 5/90-91 ayetleriyle de kesin olarak yasaklanmıştır.

Türkçede kullanılan kumar sözcüğü de Arapça’daki “القمار” (kımar) sözcüğünden türemiştir. Bu nedenle de Meysirin özel bir kumar türünü mü yoksa bütün kumar çeşitlerini mi kapsadığı ihtilaflı bir konu olmakla birlikte bu ayetlerle bütün kumar çeşitlerinin yasaklandığı kanaati daha güçlüdür.

3  İsm (إِثْم) kelimesi Arapçada 'günah', 'suç', 'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi anlamlara gelir. İbranice’deki ‏אַשָּׁם‎ (asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç', 'günah' ve 'kabahat' anlamlarını taşır..

4 عَفْوَۜ (Afv), “silmek, iz bırakmadan ortadan kaldırmak, affetmek, geçip gitmek, yok etmek ve artan, fazlalık kalan şey” gibi anlamlara gelir.

220. Dünyada da ahirette de. Ve sana yetimleri soruyorlar. De ki: “Onlar için ıslah etmek (durumlarını düzeltmek) hayırlıdır. Onlara karışırsanız, o zaman onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah da  fesat edeni ıslah edenden bilir (ayırt eder). Allah isteseydi sizi de sıkıntıya sokardı1.2 Şüphesiz ki Allah Aziz’dir (mutlak güç ve otorite sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle hükmedendir).

            1 “أعنَتَ” fiili, “zorlaştırmak, güç duruma sokmak, zora koşmak” demektir. Bu ifade Kur’an’da 4 kez geçer: 2:220; 3:118; 4:25; 49:7.

2 Yetimler, toplumun en önemli sınav ve takvayı elde etme yoludur. Mekke dönemi surelerde bu kelime el-yetîm şeklinde tekil kullanılmaktayken, Medine döneminde kelimenin el-yetâmâ kalıbında çoğul getirilmektedir. Bunun sebebi ekonomik işleyişlerde özellikle yetimlerin öncelenmesi gerektiğine dair bir bilinçlendirmede bulunmak ve artık yetimlerle ilgilenmenin toplumsal bir görev olarak kabul edilmesi gerektiğini öğretmektir. Bu ayette bu sorumluluğun nasıl yerine getirilmesi gerektiğine dair prensipler ele alınmakta ve ilahi bildirimler Müslimlerin gündemine getirilmektedir.

221. Müşrik kadınları da iman edinceye kadar (mümin erkeklerle) nikahlanmayın! İman eden bir emet1 (ihtiyaç nedeniyle para veya iaşe karşılığı çalışan hizmetkar), beğenmiş olsanız bile müşrik bir kadından daha hayırlıdır! Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar (mümin kızlarla) nikahlamayın! Mümin bir abd2 (kul/hizmetkar) de, beğenmiş olsanız bile müşrik bir erkekten hayırlıdır! İşte onlar (müşrikler) ateşe çağırırlar!3 Allah ise kendi izniyle (izin verdiklerini) cennete ve mağfirete (affa) çağırır. İnsanlara da ayetlerini açıklar; belki zikrederler (hatırda tutarlar, anarlar).4

            1 Cariye kelimesi Arapça olduğu hâlde Kur’an’da geçmez. Ancak maalesef bir çok kişi “emet/âmât” gibi kelimeleri cariye şeklinde çevirir. Oysa söz konusu kelime Sami dillerde kullanılan ortak kelimelerden biridir ve “אֲמָת” (âmât), genellikle daha zorlu işlerde, tarım işlerinde çalışan kız ya da kadın hizmetçi için kullanılır.

Bunların hakları şöyledir: “Bir adam kızını âmât olarak satarsa; o (kız), erkek kulların yaptığı gibi çıkmayacak (başıboş bırakılmayacak). Onu kendine (nişanlı, eş) belirleyen efendisini memnun etmezse, o zaman (efendisi) onu kurtaracak (onu özgür kılacak ve onun güvende kalmasını sağlayacak). Kendisine aldatıcı davrandığı için de onu yabancıya (mümin olmayana) satma hakkı yoktur.  Onu oğluyla evlendirirse, kendi kızlarına davrandığı gibi davranacak. (Efendisinin oğlu) kendisine başka bir eş (daha) alırsa, onun yiyeceğinden de giysisinden de vakit haklarından (evlilik haklarından) da eksiltmeyecek. Ve (efendisi) bu üçünü ona yapmazsa, o zaman (kız) ücretsiz olarak çıkacak (karşılıksız olarak serbest kalacak).” (Çıkış, 21:7-11).

2 Sâmî dillerde kullanılan ve İbranicede de “abd/ebed” (עבד) (çoğulu: abadim) olan sözcük, çalışmak anlamına gelen “bd” kökünden türemiştir.  “ebed” sözcüğü, “işçi” ve “efendisine hizmet eden; onun emirlerini yerine getiren memur/hizmetkar” anlamlarına gelmektedir.

Bu nedenle kulluk sistemini “Ücret karşılığı Çalışan Kullar” ve “Zorunlu Olarak Çalışan Kullar” şeklinde gruplara ayırmayı daha uygun gördük.

I- Ücret karşılığı Çalışan Kullar: Ücret karşılığına, bir evde veya sarayda çalışan tüm işçi ve memurlar bu sınıfa girmektedir. Bunlar kesinlikle hürdürler, sözleşmelerine uygun olarak da istedikleri zaman işlerinden ayrılabilirlerdi.

Bu ayetlerde (Başlangıç, 24:2-4) geçen ve İbrahim Nebinin, oğlunu evlendirmesi için yardım istediği ve kendisinden rica edip yemin ettirdiği kul (hizmetkar), bu statüde olan biridir.

Aynı şekilde; “Ve avimelek (kral) sabah erkenden kalktı ve tüm kullarını çağırdı ve tüm bunları kulaklarına anlattı ve adamlar çok korkmuştu.” (Başlangıç 20:8) ifadelerinin yer aldığı ayetten da kralın kulları ile onun emri altındaki önemli makamlardaki görevlilerin kastedildiğini anlıyoruz.

ıı- Zorunlu Olarak Çalışan Kullar:

a- Yahudi (İbrani/Mümin) Kullar (Hizmetkarlar): Bir erkek için iki yol vardır; Birinci yol; Kişi hırsızlık yaparsa, çaldığının karşılığını kesinlikle ödemelidir. Çaldığı mal –öküz, eşek ya da koyun– sağ olarak elinde yakalanırsa, iki katını ödeyecektir. Hiçbir şeyi yoksa, hırsızlık yaptığı için kul olarak satılacaktır (Çıkış, 22:4). Yahudi mahkemesi onu “Eved Ivri”, yani “İbrani abd (kul)” statüsünde satar ve elde ettiği geliri de mağdurun zararını ödemek için kullanır. (Yasanın Tekrarı, 15:12-18)

İkinci yol ise; Kişi geçimini sağlamakta zorluk yaşıyorsa, son çare olarak kendisini bu statüye satma seçeneğine sahiptir. İbrani olan kullar, 6 yıl kulluk edecek, ama 7’nci yıl karşılık ödemeden özgür olacak. (Çıkış, 21:2) Ayrıca İbraniler, kul olarak bir başkasına satılamazlar. (Levililer, 25/42)

Eğer bir adam İbrani kızını kul olarak satarsa, o kız ergenliğe girdiğinde özgür statüsü kazanır. Ancak özgür kaldığında gidecek yeri yoksa, erkek kullar gibi özgür bırakılmayacak ve efendisi ona ücret ödeyecek ya da kendi kızı gibi bakacak. (Çıkış, 21:7-9)

Borcu yüzünden kul (hizmetkar) durumuna düşen bir İbrani’ye efendilik edilmeyecek ve sert davranmayacak. Ona, yanında çalışan ücretli bir işçi ya da yabancı gibi davranılacak. (Levililer, 25/39, 40, 43, 46)

Borcu olan bir kişi, borcu karşılığında bir müddet kendisini veya ailesinden birilerini borçlu olduğu kişiye bir senet/vesika karşılığında satıp ona hizmetkarlık edebiliyordu.

İbrani asıllı olup borcu sebebiyle köle olanların köleliğine gelince; borcu ne kadar olursa olsun, yubil’in ilk yılında sonar ermektedir (Levililler, 25:41). Aynı durum, fakirler için de geçerlidir. O yılda toprağını ve mülkünü geri alır (Levililler, 25:10,13) ve kendi ailesinin yanına dönebilir (Levililler, 25:41)

“Yubil”, İbranicede “koç boynuzu” demektir. Yubil yılında araziler nadasa “dinlenmeye” bırakılır, bütün borçlar affedilir, sahiplenilmiş araziler ilk sahiplerine iade edilir ve fakirlik nedeniyle başkalarının yanında kul (hizmetkar) olarak çalışmak zorunda olan Yahudiler azat edilir. “Yubil” sözcüğü Latinceye “jubilaeus”, Fransızcaya da “jubile” şeklinde geçmiş.

b- Yahudi olmayan Kullar (Hizmetkarlar): Tevrat’a göre yabancılardan olan âmâtlar (kadın hizmetkarlar) ve kullar (erkek hizmetkarlar) satın alınabilir. Yahudi, onları miras olarak çocuklarına bırakabilir. Yabancılar sürekli olarak kul kalabilirler, çünkü onların kulluk edecekleri yılları kısıtlayan bir madde de yoktur. (Levililer, 25:44-46)

c- Savaş Esiri Kullar: Normalde savaşın galipleri, esirleri tasfiye ederken mübadele ve fidyenin dışında, müracaat edilen yöntemlerin başında da öldürme gelmektedir. Bu tasfiyenin bir başka yolu ise köle statüsüne sokup, öldürülmelerini engellemektir.

Tevrat da bugün bilinen anlamdaki kölelik sistemini kabul etmemektedir. O dönemlerde hapis sistemi de olmadığından dolayı  savaş esirleri de cezalarını aynı kulluk (işçilik) sistemiyle çekiyorlardı. (Sayılar, 31:25, 27). Savaş mahkûmlarının veya suçluların kulluk yıllarını kısıtlayan bir madde de yoktur. (Levililler, 25:46)

Kulların (Hizmetkarların) Tevrat’taki haklarından bazıları da şunlardır:

1- Kim, birini kaçırırsa, onu ister satmış olsun, ister elinde tutsun, kesinlikle öldürülecektir. (Çıkış, 21:16)

2- Kullar, efendilerinin ailesinden sayılırlar. Bunun için de Şabatta (cumartesi günü) çalıştırılmayacak (Çıkış, 20:10, 23:12; Yasanın Tekrarı, 5:14) ile dini bayramların (Yasanın Tekrarı, 16:11-14, 12:18) hak ve sorumluluklarını taşırlar.

3- Efendisi nelerden yiyorsa kulu da o ondan yiyecek. (Levililer 25:6)

4- Başkasının kuluna kötü davranmak suçtur (Çıkış, 20:17)

5- Kişi, kendisi ile ters düşen kul ve hizmetkarın hakkını yemeyecek. (Eyüp, 31:13, 14)

“Ey efendiler, gökte sizin de bir Efendiniz olduğunu bilerek kullarınıza adalet ve eşitlikle davranın.” (İncil, Koloseliler, 4:1)

6- Bir kişi erkek ya da kadın kulu değnekle döverken öldürürse, kesinlikle cezalandırılacaktır. (Çıkış, 21:20)

7- Efendisi tarafından gözü kör edilen veya dişi kırılan kadın veya erkek kul artık özgürdür. (Çıkış, 21:26, 27)

8- Sahiplerinin malı olmalarına rağmen kendileri başka mallara sahip olabilirler. Bir kul, eğer gücü yeterse, kendisi bedelini ödeyerek özgür kalabilir. (Levililer, 25/48, 49)

9- Kulun satın alındığı ücret, 6 yıla göre bölünecek ve kul geri kalan yılların ücretini ödeyebilirse özgürlüğünü geri alabilecek. (Levililer, 25/50-53)

10- Kul, özgür bırakırken, eli boş gönderilmeyecek. Efendisi ona davarlarından, tahıllarından ve şarabınızdan bol bol verecek. (Yasanın Tekrarı, 15:13, 14)

11- Bekâr geldiyse, yalnız kendisi özgür olacak; evli geldiyse, karısı da özgür olacak. (Çıkış, 21:3)

12- Efendisi kendisine bir kadın verir ve o kadından çocukları olursa, kadın ve çocuklar efendisinde kalacak ve yalnız kendisi gidecek. (Çıkış, 21:4)

13- Kullardan ergenliğe giren kızlar özgür statüsü kazanır. Ancak özgür kaldığında gidecek yeri yoksa, erkek kullar gibi özgür bırakılmayacak. Efendisi ya onu ücretli kul olarak ile çalıştıracak ya da kendi kızı gibi bakacak. (Çıkış, 21:7-9)

14- Efendisi kızla nikahlanırsa artık özgür sayılır. Ama nişanlanır sonra kızdan hoşlanmazsa, yabancıya satamaz. Kızın, kendi ailesi tarafından geri alınmasına izin verir. (Çıkış, 21:8)

15- Efendisi ikinci bir kadınla evlenirse, ilk karısını nafakadan, giysiden, karılık haklarından yoksun bırakmamalıdır. (Çıkış, 21:10)

16- Kul (hizmetkar) bir kızı oğlu ile nişanlarsa, ona kendi kızı gibi davranmalıdır. (Çıkış, 21:9)

17- Eğer efendisi ona kızı gibi bakmazsa ve ailesine göndermezse ve nafakasını, giysilerini karşılamaz, onu karılık haklarından mahrum bırakırsa o kız artık özgür olur. (Çıkış, 21:11)

18- Efendisinden kaçıp size sığınan kul, efendisine teslim edilmeyecek ve özgür bırakılacak. (Yasanın Tekrarı, 23/15, 16)

19- Çalışma şartlarından memnun olan kullar, borçları bittikten sonra bir maaş karşılığında aynı sahibin evinde çalışmayı isterlerse yaşamını aynı evde sürdürebiliyorlardı. Nitekim böyle yapanlar, evin sahibiyle ant içip eve (“Beyt”e) olan bağlılıklarının bir sembolü olarak kulaklarını delerlerdi (Çıkış, 21:5-6)

Yemin eden kullar, ailenin bir parçası sayılır ve belirli koşullara göre efendilerinin mirasçısı da olabilirler. (Çıkış, 12:45; Başlangıç, 15:3)

20- İman eden kullar sünnet edilir (Başlangıç, 17:27)

21- Tevrat’taki “hizmetkarlarınızı çocukları” ve “evinizde doğanlar” ifadesinden kulların çocuklarının da kul statüsünde olduğu anlaşılmaktadır. Sahibin çocukları gibi kulların çocuklarına da temel dini bilgiler vermek efendinin vazifeleri arasındadır.  Ancak bu kulun Museviliği kabul etme şartına bağlıdır (Çıkış, 23:12; Başlangıç, 17:12-13; Levililer 22:11)

Açıklama: Tevrat’ta kadın hizmetkarlar için “שִפְחָה” (şifha), “אֲמָת” (âmât), “פִֽלַגְשִׁ” (filegeş) ifadeleri kullanılmaktadır. Gelenekçi Müslüman din adamlarının, Arapça bir kelime “cariye” sözcüğü Kur’an’da geçmediği hâlde Kur’an’da geçen bazı kelimelere cariye anlamı verdikleri gibi; Yahudi din amları da bu sözcüklere, Talmud gibi kitaplarında cariye anlamı da vermiş ve Tevrat’ta kullanıldığından farklı şekilde anlamlar yüklemişler. 

            3 Bu ayet her türlü şirkin nikâha engel olduğunun delilidir.

4 İslam öncesi Arap toplumunda; savaş esirleri, memleketinden veya kervandan kaçırılmış olanlar, yüksek faiz veya başka bir nedenle borçlu duruma düşmüş kişiler köleleştirilir; alınıp satılır ve kadın olanları (cariyeler) da her türlü gayri ahlaki iş için de kullanılırdı.  İslam, ilk yıllarından bu kölelik sitemine ve cariyeliğe karşı çıkmış ve tamamen kaldırmıştır. Ancak Kur’an’da savaş hukuku gereği savaş esirlerinden söz edilmektedir. Onların da bedelli (ücret karşılığı) veya bedelsiz bırakılmaları (47:4), durumu müsait olanlarla özgürlük sözleşmesi yapılması (24:33), bazı kefaret (günah ve hataları örten, telâfi eden) uygulamalarında bazen ilk sıradaki seçenek olarak sunulması (4:92; 5:89; 58:3) gibi hususlar, savaş esirleri için de özgürlük yolları açmıştır. Hatta sadaka verilecek sekiz gruptan biri olması (9:60), iyilik ve takvada (duyarlılıkta) onlara yardımın öne çıkartılması (2:177; 4:36; 24:33) ve akabe denen sarp yokuşu aşmanın boyunduruk altında olanı özgürleştirmek olduğu (90:11-13) gibi ifadeler ile gayrimüslimlerin elindeki kölelerin ve savaş esirlerinin özgürleştirilmesi için müminlerin teşvik edildiğini görüyoruz. Ayrıca bu ayet ile de müminlerin müşrik biriyle evlenmesi yasaklandığını ve müminlerin mümin erkek veya kadın kölelerle nikah kıyarak evlenmesini, 23:32 ayetinde de maddi durumu olmayan kölelere maddi destek sağlayarak evlendirilmelerinin ve özgürlüklerine kavuşturulmalarının teşvik edildiğini görüyoruz.

Ancak maalesef gelenekçi Müslümanlar, Arapların cahiliye dönemindeki kölelik ve cariyelik sistemini meşrulaştırmak için hadisler uydurmuşlar, hatta istedikleri kadar cariye ile nikahsız cinsel birliktelikte bulunmayı bir hak imiş gibi göstermişlerdir. Bununla da yetinmemişler, Kur’an’da 4:25 ve 24:33 ayette geçen ve “gençleriniz” anlamına gelen “feteyâtikum” sözcüğünü; 4:3, 21, 24, 25; 16:71; 23:6; 24:31,33, 58; 30:28; 33:50, 52, 55 ve 70:30 ayetlerinde geçen ve “sözleşme ile emriniz altında olanlar” anlamına gelen “ma meleket eymanuküm” gibi ifadelerini de (erkekleri de kapsadığı hâlde) özellikle “cariye” şeklinde yorumlayarak ayetleri tahrif etmektedirler. Bazı müfessir ve alimler de bununla da yetinmemiş, mahrem konularla ilgili 4:3, 23:6, 24:31, 33:50 ve 33:55 gibi ayetlerde bu ifadelerle sadece “kadın köleler, cariyeler” kastedildiğini iddia ederek kendi görüşlerine yeniden yorum getirmektedirler.  

222. Sana regl dönemini¹ soruyorlar. De ki: ‘O, bir eziyettir. O hâlde, regl döneminde olan kadınlara (cinsel olarak) uzak durun. Temizleninceye kadar da onlara yaklaşmayın. Temizlendiklerinde ise Allah’ın size emrettiği yerden (kadının cinsel organından) onlara yaklaşın. Şüphesiz ki Allah, tevbe edenleri de temizlenenleri de sever.’2

            1 “مَح۪يضِ” (mehiyd) sözcüğü, genellikle “adet dönemi” veya “adet kanaması” anlamına gelir. Kadınların üreme döngüsüyle ilgili bir terimdi. Bu ifade Kur’an’da 4 kez geçer: 2:222 (2 kez); 65:4 (2 kez).

2 Kadınların aybaşı (regl, adet) durumunda yalnızca cinsel ilişki yasaklanmıştır. Benzer yasak Tevrat’ta da yer alır:

“Âdet hali kirliliğinde olan kadınla ilişkiye girmek için ona yaklaşmayacaksın.” (Levililer 18:19)

Bu durumdaki kadınların; Kur’an okuması, dua etmesi, Allah’ı zikretmesi, hac yapması (tavaf dışındaki bütün görevleri yapması) ve camilere girmesi ise yasaklanmamıştır.

Ancak bazı kesimler veya mezhepler, Tevrat’ta bulunan bazı ayetleri (Levililer 15:19-24) bahane ederek regl halindeki kadını kirli göstermeye çalışmaktadır. Tevrat’ta Musa Nebi zamanında inmiş olan söz konusu ayetlere göre adetli ve lohusa kadın kirlidir, kanaması bitip üzerinden yedi gün geçmedikçe dokunduğu ve üstüne oturduğu her şey kirlenir. Ona veya onun dokunduğu şeylere dokunan da akşama kadar kirli kalır. O kadınla cinsel ilişki haramdır.

Oysa bu ayetlerin ilk defa İncil’de anlatılan bir olay ile nesh edildiği (kaldırıldığı) kanaatindeyiz. Çünkü söz konusu ayette adetli olan kadın İsa’ya dokunur, ancak İsa Nebi elbisesinin kirlendiğinden söz etmez: “Kendisine (İsa’ya) tekrar tekrar yalvarıp, “Küçük kızım ölüm döşeğinde. Ne olur gel, ellerini onun üzerine koy da iyileşsin, yaşasın” diyordu. İsa onunla gitti. Büyük bir kalabalık da ardından gidiyor ve onu sıkıştırıyordu. Orada, on iki yıldır kanaması olan bir kadın vardı. Birçok hekimin elinden çok çekmiş, varını yoğunu harcamış, ama iyileşeceğine daha da kötüleşmişti. Kadın, İsa hakkında anlatılanları duymuştu. Bu nedenle, kalabalıkta O’nun arkasından gelip giysisine dokundu. İçinden “Giysilerine bile dokunsam kurtulurum” diyordu. O anda kanaması kesiliverdi. Kadın, bedeninin derinliğinde acıdan kurtulduğunu hissetti. İsa ise, kendisinden bir gücün akıp gittiğini hemen anladı. Kalabalığın ortasında dönüp, “Giysilerime kim dokundu?” diye sordu. Öğrencileri O’na, “Seni sıkıştıran kalabalığı görüyorsun! Nasıl oluyor da ‘Bana kim dokundu’ diye soruyorsun?” dediler. İsa kendisine dokunanı görmek için çevresine bakındı. Kadın da kendisindeki değişikliği biliyordu. Korkuyla titreyerek geldi, İsa’nın ayaklarına kapandı ve O’na bütün gerçeği anlattı. İsa ona, “Kızım” dedi, “İmanım seni kurtardı. Selametle git, derdinden şifa bul.” (Markos, 5:23-34; Benzer olay Matta 9: 20-22 ve Luka 8: 43-48 ayetlerinde de anlatılmaktadır.)

Ayrıca Kur’an’daki bu ayet de Tevrat’taki bu uygulamaları da nesh etmiş (kaldırmış) olmaktadır.

223. Kadınlarınız sizin için bir ekinliktir.1 O hâlde ekinliğinize dilediğiniz şekilde varın; nefsiniz (kendiniz, sizden olanlar) için de (salih ameller, iyilikler, ahiret azığı) takdim edin (yapın, hazırlayın). Allah’a karşı da takvalı (sakınan) olun ve bilin ki şüphesiz Onunla buluşacaksınız.” Müminleri de müjdele!

            1 Bu ifadeyle kadın aşağılanmamış, aksine ‘insanın yaratıldığı öz’ anlamındaki toprak benzetmesiyle yüceltilmiştir. İnsan kadında yaratılır; dolayısıyla kadın verimin, üretkenliğin ve değerin kaynağıdır. ‘Ekim yeri’ ifadesi, ürün alınan yer olan rahme işaret eder. Dolayısıyla cinsel ilişkinin de ancak rahme ulaşan yoldan gerçekleşmesi meşru kılınmıştır.

224. Allah’ın adını anarak ettiğiniz yeminleri, birr¹ (iyilik, doğruluk, erdem), takvalı (sakınan) olmanız ve insanların arasını düzeltmeniz için bir engel yapmayın! Şüphesiz ki Allah, Semi’dir (İşitendir), Alim’dir (Bilendir).

            1 “بِرّ” (birr) Arapçada, “iyilik, doğruluk, erdem” gibi anlamlara gelir.

2 Bu ayet her türlü iyiliği kapsamakta olup, önceden edilmiş yeminlerin iyilik yapmaya engel olmadığını hükme bağlamaktadır. Yanlış yeminlerin bozulması gerektiği 66:2’de de yer alır.

225. Allah, yeminlerinizdeki boş sözlerden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin kazandıklarından (niyetinize göre) sizi sorumlu tutar. Allah, Gafur’dur (günahları örten ve bağışlayandır), Halim’dir (Azgın kullarına hemen ceza vermeyen; sabreden, gözeten ve affı bol olandır).

226. Kadınları üzerine ilâ’da1 bulunan kimseler için dört ay mühlet (bekleme hakkı) vardır. Eğer (bu hatadan) dönerlerse, şüphesiz ki Allah, Gafur’dur (Günahları Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).

1 “أ ل ي” (ilâ), bir şey üzerine yemin etmek demektir. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:226; 24:22.

Nebî'den sonra uydurulan mezheplerin âlimleri, kendi hükümleriyle sayısız ailenin dağılmasına sebep olmuşlardır. Bununla da yetinilmemiş; kızgınlıkla veya kazara sarf edilen bir sözden pişman olan ve eşiyle yeniden evlenmek isteyen kimseler, din adamlarından fetva almak zorunda bırakılmıştır. (Bkz. Bakara 2:229).

227. Eğer boşamaya kararlı iseler, o hâlde şüphesiz ki Allah, Semi’dir (işitendir), Alim’dir (bilendir).

228. Boşanan kadınlar da nefisleriyle (kendilerinden olanlarla) üç kur (adet/regl dönemi) beklerler.1 Eğer Allah ve ahir (son, ahiret) gün ile iman etmişlerse, o halde rahimlerinde Allah’ın yarattığını gizlemeleri2 onlar için helal değildir. Eğer barışmak isterlerse, kocalarının3 onları geri almada daha çok hakkı vardır. Onların (kadınların) da (kocaları) üzerinde maruf (vahye uygun, meşru) ve benzeri hakları vardır. Adamların da onların üzerinde bir derece fazla (hakkı vardır). Allah da Aziz’dir (mutlak güç ve otorite sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle hükmedendir).

1 Boşanmanın gerçekleşebilmesi için üç adet/regl döneminin dolması gerekmektedir. Bu süreyi de kocalarının evlerinde geçirme hakları vardır: “Ey Nebi! Kadınları boşayacağınız zaman, iddet sürelerini gözeterek boşayın ve iddetlerini sayın. Rabbiniz Allah’a karşı takvalı olun. Açıkça fahşa (çirkin bir iş, büyük bir günah) yapmadıkça onları evlerinden çıkarmayın, onlar da çıkmasınlar.” (Talak, 65:1)

2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.

3 “بَعْل” (ba’l), “koca, eş (erkek)” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 6 kez geçer: 2:228; 4:128; 11:71; 24:31 (3 kez).

229. Talak (boşama) iki defadır. O zaman ya maruf ile (meşru, vahye uygun şekilde) barındırmak ya da güzellikle bırakmaktır. Kadınlara vermiş olduklarınızdan (hakları olan mehir ve hediyelerden) bir şey almanız da size helal olmaz. Ancak o ikisi Allah’ın koyduğu sınırlarını koruyamamaktan1 korkarlarsa, o zaman sizin de onların bu sınırları koruyamayacaklarından korkarsanız, kadının fidye (boşanmak için bedel, tazminat) vermesinde her ikisi için de bir cünah (engel, sakınca) yoktur.2 İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır! O hâlde onları aşmayın! Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, zalim olanlar işte onlardır!

1 Bu kelime “sağlamlık, doğruluk, istikrar ve dik duruş” gibi anlamlara gelen 'ق و م' (k-v-m) kökünden türemiştir. “أَقِيمُو” (âkîmû) fiili de 'düzgün şekilde yerine getirin', ‘doğru ve istikrarlı bir şekilde yapın’, 'istikamet üzere uygulayın' gibi anlamlara gelir.

2 Boşanmada hakem ve şahitlerin gerekliliğiyle ilgili olarak 4:35, 33:37 ve 65:2’nci ayetlerini de okumak gerekmektedir. Kadın ayrılmak isterse, biri kadının ailesinden diğeri de erkeğin ailesinden olmak üzere iki hakem görevlendirilir (4:35).  Hakemler kadının gerçekten birlikte yaşamak istemediği kanaatine varırlarsa, kadına yetki verirler. Hakemlerin kararına göre kadın eşinden aldığı mehir ve hediyelerin ya tamamını ya da bir kısmını vererek ayrılır.

230. Eğer (erkek ikinci kez) onu boşarsa, (boşadığı kadın) başka bir kocayla nikahlanmadıkça kendisine helal olmaz. Eğer (o koca da) onu boşarsa, Allah’ın sınırlarını doğru bir şekilde yerine getireceklerine inanırlarsa, yeniden birbirlerine dönmelerinde bir cünah (engel, sakınca) yoktur.1 İşte Allah’ın sınırları bunlardır; bilen bir topluluk için de bunları açıklamaktadır.

1 Yani koca, hanımını üç defa boşama yetkisine sahiptir. İslam’dan önce Araplar, karılarını istedikleri kadar boşar, belli bir süre sonra tekrar ona döner, yine boşar, yine döner, böylece 2:226’ncı ayette açıklanan ila’da olduğu gibi bu yolla da kadına işkence ederler; ne ona hürriyetini verirler, ne de ona eş gözüyle bakarlardı.

Ayrıca bu ayet, Tevrat’taki bir hükmü de nesh etmektedir: “Bir adam evlendiği kadında yakışıksız bir şey bulur ve evden kovarsa; sonra kadın başka biriyle evlenir, ama ikinci kocası tarafından da kovulursa veya adam ölürse, kadını boşayan ilk kocası onunla yeniden evlenemez...” (Yasa’nın Tekrarı 24:1-4)

231. Kadınları boşadığınızda ve böylece (üç aylık bekleme) sürelerinin sonuna geldiklerinde, ya maruf ile (meşru bir şekilde) tutun ya da maruf ile serbest bırakın. Onlara haksızlık edip zarar vermek için de onları tutmayın. Kim böyle yaparsa, kendi nefsine zulmetmiş olur. Allah’ın ayetlerini de alay1 konusu edinmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini de zikredin (hatırda tutun, anın). Onunla vaaz etmeniz (öğüt vermeniz, uyarmanız) için Kitap’tan ve hikmetten2 indirdiklerini de (hatırda tutun). Allah’a karşı da takvalı (sakınan) olun ve bilin ki şüphesiz Allah, her şeyi bilendir.

1 “هزا” (hâzea), küçümsemek, alay etmek, dalga geçmek anlamına gelir. Asıl anlamı küçümseyerek alay etmektir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 34 kez geçer: 2:14, 15, 67, 231; 4:140; 5:57, 58; 6:5, 10 (2 kez); 9:64, 65; 11:8; 13:32; 15:11, 95; 16:34; 18:56, 106; 21:36, 41 (2 kez); 25:41; 26:6; 30:10; 31:6; 36:30; 39:48; 40:83; 43:7; 45:9, 33, 35; 46:26.

2 Hikmet ile ilgili açıklama 2:129 ayetinde yer alır.

232. Kadınları boşadığınızda ve böylece (üç aylık bekleme) sürelerinin sonuna geldiklerinde, ikisi kendi aralarında maruf bir şekilde anlaşmışlarsa, o halde onların kocalarıyla (tekrar) nikah yapmalarına engel olmayın.1 İşte bu, aranızdaki Allah ve ahir (sonraki) gün ile iman eden kimselere bir vaazdır (öğüttür, uyarıdır). İşte bu, sizin için en temiz (ethar) ve en arı (ezka) olandır. Allah bilir; siz ise bilmezsiniz.

1 Yani, iddet süresinin bitiminden sonra her ikisi de tekrar evlenmek isterlerse, boşanan kadının akrabaları onu, kendisini iki kez boşayan eski kocasına dönmekten alıkoymamalıdırlar. Aynı şekilde hiçbir erkek de boşadığı karısının iddeti dolduktan sonra başka biriyle evlenmesine engel olmamalıdır.

233. Emzirmeyi tamamlamak isteyen valideler (doğuran anneler) evlatlarını iki tam yıl emzirirler. Onların maruf (meşru, uygun) şekilde beslenmesi ve giydirilmesi çocuğun babasına aittir.1 Bir kişi, gücünün yettiğinden fazlasından sorumlu tutulmaz. Anne de çocuğun babası da çocuğundan dolayı zarara uğratılmasın. Eğer (baba ölürse) onun benzeri (sorumluluklar) de mirasçının üzerinedir. Eğer anne ve baba aralarında rızayla ve istişareyle (sütten) ayırmak2 isterlerse, o zaman onlara cünah (engel, sakınca) yoktur.3 Eğer çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, o zaman da maruf ile (meşru bir şekilde) verdiğiniz şeyi (ücreti) verdiğiniz sürece size cünah (engel, sakınca) yoktur. Allah’a karşı da takvalı (sakınan) olun ve bilin ki şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.

1 Yüce Allah boşanmış olmalarına rağmen çocuklarını emzirmeye devam eden kadınların hem gıdalarının hem de giyim ihtiyaçlarının örfe göre karşılanmasının babaların görevi olduğunu ifade etmektedir. Bu cümleden anlaşılacağı gibi, burada emzirmesinden söz edilen kadınlar boşanmış eşler olmalıdır. Aksi takdirde, onların gıda ve giyim ihtiyaçlarının karşılanmasının babalara ait olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Söz konusu ihtiyaç babayı zor duruma düşürecek şekilde değil de hâkim tarafından örfe göre, babanın ekonomik durumu gözetilerek, mağduriyetlere sebep olmayacak şekilde ve belli bir standart esas alınarak yerine getirilmelidir. Nitekim 65:7’de şöyle buyrulmaktadır: “Geniş imkanı olan, varlığına göre nafaka ödesin. Durumu müsait olmayan da Allah ne verdiyse ondan versin. Allah, bir kimseyi, kendisine verdiğinden fazlasıyla sorumlu tutmaz. Allah, zorluğun ardından bir kolaylık yaratacaktır.” Boşanmış annelerin çocuklarının emzirilmesi sürecinde ihtiyaçlarını karşılamak çocuğun babasına aittir; ancak bu aidiyette örfe göre hareket etmek gerekmekte, babanın gücünün yetmeyeceği şeyler babadan istenmemelidir. Çünkü kişi kaldıramayacağı bir şeyle yükümlü tutulamaz, tutulmamalıdır.

2 Bu sözcük, “ف-ص-ل” (fa-sa-la) kökünden türetilmiştir.  Kök anlamı “ayırmak, açıklamak, detaylandırmak” demektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 41 kez geçer: 2:233, 249; 6:55, 57, 97, 98, 114, 119, 126, 154; 7:32, 52, 133, 145, 174; 9:11; 10:5, 24, 37; 11:1; 12:94, 111; 13:2; 17:12 (2 kez); 22:17; 30:28; 32:25; 37:21; 38:20; 41:3, 44; 42:21; 44:40; 46:15; 60:3; 70:13; 77:13, 14, 38; 78:17; 86:13.

Benzer mesaj: 65:6.

234. Sizden vefat eden bir kimsenin bıraktığı karıları da kendilerini dört ay on gün gözetirler (iddet beklerler). Sürelerini (iddetlerini) bitirdiklerinde, maruf olanı kendileri için yapmalarında size bir cünah (engel, sakınca) yoktur. Allah da yapıyor olduklarınızdan haberdardır.

1 Boşanan kadının bekleme süresi 3 ay iken (2:228 ve 65:4), kocası ölen kadının bekleme süresinin 4 ay 10 gün olduğu belirtilmektedir. Dul kalan hamile ise bundan istisnadır. Onun iddeti (bekleme süresi) çocuğu doğuncaya kadardır (2:228).

235. (İddet süresini bekleyen) kadınlara üstü kapalı bir şekilde evlenme teklifinde bulunmanızda1 veya bunu nefsinizde gizlemenizde size bir cünah (engel, sakınca) yoktur. Allah, o kadınları zikredeceğinizi (hatırda tutacağınızı, anacağınızı) şüphesiz ki bilendir. Fakat maruf (meşru) olan dışında onlarla sakın gizlice vaatleşmeyin (sözleşmeyin).2 Yazılmış olana ulaşıncaya kadar (iddet süresi bitinceye kadar) da onlarla nikah akdi yapmaya kalkışmayın. Bilin ki Allah, nefsinizdekileri (içinizden geçeni) bilir. O hâlde O’ndan sakının ve bilin ki şüphesiz Allah Gafur’dur (günahları örten ve bağışlayandır), Halim’dir (Azgın kullarına hemen ceza vermeyen; sabreden, gözeten ve affı bol olandır).

            1 “خِطْبَة” (khitâbe), evlenme teklifinde bulunmak demektir. Bu ifade Kur’an’da sadece bu ayette geçmektedir.

            2 “كِنَّ” (kinne) sözcüğü, “saklamak”, “perdelemek” anlamlarına gelir. Bu söz Kur’an’da 12 kez geçer: 2:235; 6:25; 16:81; 17:46; 18:57; 27:74; 28:69; 37:49; 41:5; 52:24; 56:23, 78.

3 Ayette, eşi ölen hanımlar iddet süresi içerisindelerken diğer erkeklerin onlarla evlenmeye yönelik üstü kapalı sözler söyleyebileceği veya bu niyeti içlerinde saklayabileceği belirtilmekte, söz konusu kişilerin ilgili kadınlara yönelik evlilik tekliflerini ileteceklerinin Allah tarafından bilindiği ifade edilmektedir. Yine ayette, söz konusu kadınlarla gizli gizli buluşmak ve onlarla gizli şekilde vaatleşmek (sözleşmek, antlaşmak) yasaklanmakta, evlilik taleplerini meşru yani örfe uygun bir şekilde kendilerine söyleyip iletebilecekleri hükme bağlanmakta ve gizli saklı davranmaktan engellenmektedirler.

4 “مَحْذُورٌ” (mahzûr) sözcüğü, “Sakınılan, dikkat edilen, korkulan şey” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 21 kez geçer: 2:19, 235, 243; 3:28, 30; 4:71, 102 (2 kez); 5:41, 49, 92; 9:64 (2 kez), 122; 15:57; 24:63; 26:56; 28:6; 39:9; 63:4; 64:14.

236. Henüz dokunmadan (Nikahlanan ancak henüz cinsel ilişkiye girmeden) veya ücret miktarını farz etmediğiniz (nikah akdi ile  mehir bedelini belirlemediğiniz) kadınları boşarsanız, size bir cünah (engel, sakınca) yoktur. Eli geniş olan (zengin), gücü oranında, (geçim) sıkıntısı1 olan da maruf (meşru, uygun) bir geçimlikle onları faydalandırsın2. (Bu) muhsinlerin (Allah rızası için karşılıksız iyilik yapanların) üzerinde bir haktır.

            1 “قَتَرَ” (katârâ) sözcüğü, “karanlık, duman, sıkıntı, karamsarlık, kasvet” gibi anlamlar gelmektedir. Bu sözcük, Kur’an’da 5 kez geçer: 2:236; 10:26; 17:100; 25:67; 80:41.

2 “المتعة” (metâ), faydalanılan şey; yani eş, mal, ürün, sermaye vb  anlamlara gelmektedir. “المتعة” (mût’a) sözcüğü de faydalanma ve menfaat sağlama anlamına gelmektedir.

Mehir, erkeğin kadına ödemesi gereken ekonomik bir güvencedir. Evlilik anlaşmasının gerekli olan bedelidir. Kadın, evlenmekle daha büyük bir risk alır. Çocuk sahibi olup da boşanmış kadınlar genelde boşanmış erkeklerden daha çok sıkıntı çeker. Kur’an, kadının ayrılma veya boşanma durumunda belli bir süre geçimini sağlayabilecek bir imkana sahip olmasını ister. Böylece, kadınlar sokakta kalma korkusuyla kocalarının işkencesine katlanmazlar. Nikahtan önce iki taraf arasında tartışılarak karara bağlanan mehrin, başlık parası ile hiçbir ilgisi yoktur. Mehir, kadının hakkıdır.

237. (Nikah akdi ve mehir bedeli) farz kıldıktan sonra, henüz kendilerine dokunmadan onları boşarsanız, farz kılınan şeyin (mehrin) yarısını1 (onlara bırakın). Ancak kadın (mehir hakkından) vazgeçer veya nikah bağı elinde olan (koca, mehri kadına) bağışlarsa, o zaman başka. Sizin (kocaların) affetmeniz (mehri kadına bırakmanız) ise takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazlı (lütfu, cömertliği) da unutmayın.2 Şüphesiz ki Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.

1 Bu cümle 33:49 ile birlikte okunmalıdır. Söz konusu ayette aynı ifade yer almakla birlikte kadının iddet bekleme zorunluğunun olmadığını da belirtmektedir.

2 Bu mesaj insanlara, boşansalar bile birbirlerine saygı çerçevesi içinde davranmaları gerektiğini öğretmektedir.

238. Salavatı (Allah’a yöneliş dualarını, elçiye ve müminlere yardım ve desteği) ve salatı vustayı1 muhafaza edin.2 Ve Allah için kanitin (gönülden itaat edenler, huşu içinde kulluk edenler) olarak kıyam edin (kalkın, ayakta durun)!

1  Geleneksel tefsirlerde “salatil-vusta” kelimesi genellikle “orta salat” olarak yorumlanmakta ve bununla da genellikle “sabah, ikindi veya cuma salatının” kastedildiği belirtilmektedir.

  Ancak, “وسط” (vesat) kelimesi, aslında “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” ya da “orta” anlamına gelir. Bu kelime, Arapça’da bazen “hayırlı, yararlı, üstün” gibi daha geniş anlamlarda da kullanılır. Bu nedenle, “وُسْطٰى” (vusta) kelimesi sadece “orta” değil, aynı zamanda “en üstün, en yararlı ve en hayırlı” anlamlarını da içerebilir. Kur’an’da “وسط” (vest) sözcüğünden türemiş 5 sözcük geçmektedir: 2:143, 238; 5:89; 68:28; 100:5.

            2 “حَفِظَ” (hafizu) sözcüğü, “muhafaza edin, koruyun, dikkat edin, özen gösterin” anlamlarına gelir. Ancak “عَلَى” (alâ) edatı eklendiğinde, “üzerine dikkatle eğilin, üzerinde titizlikle durun” anlamına gelir. Eğer “حَافِظُوا الصَّلَوَاتِ” (hafizû’s-salavât) denilmiş olsaydı, o zaman sadece “namazları koruyun” gibi genel bir anlam taşırdı.

239. Eğer yaya veya binekli iken1 korkarsanız, o zaman güvene kavuştuğunuzda, bilmediklerinizi size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin (hatırda tutun, anın).

240. Sizden vefat eden ve geride eşler (dul kadınlar) bırakan kimseler, eşlerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıl boyunca metalarını (geçimliklerini) sağlayacak bir vasiyet bıraksınlar! Eğer evlerinden çıkarılmadıkları hâlde kendileri çıkarlarsa, o zaman sizin için bir cünah (günah, sakınca) yoktur. Kendileri hakkında maruf olan bir şey yapmalarından dolayı da (sizin için bir vebal yoktur). Allah da Aziz’dir (mutlak güç ve otorite sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle hükmedendir).

1 “المتعة” (metâ), faydalanılan şey; yani eş, mal, ürün, sermaye vb  anlamlara gelmektedir. “المتعة” (mût’a) sözcüğü de faydalanma ve menfaat sağlama anlamına gelmektedir.

Bu ayet, eşi ölen veya boşanılan bir kadının, bir yıl süreyle evden zorla çıkarılmaması hükmünü içermektedir. Kadının kocasının evinde kalma zorunluluğu yoktur, ancak onun kalma hakkı vardır ve o hakkını kullanıp kullanmamakta özgürdür.  Ayrıca, kadına, ölen kocasının mirasından belli bir pay verilmesini öngören miras ayetinin (4:11), bu vasiyet zorunluluğunu kaldırdığı zannedilmemelidir. Miras ayrı bir hak, nafaka ise apayrı bir haktır. Koca, ölümünden sonra veya boşadığı hanımının bu hakkını garantiye almak üzere vasiyette bulunmak zorundadır. Ölen erkek vasiyette bulunmamışsa, onun mirasından nafaka payı alınıp kadına verilmelidir.

241. Boşanmış kadınların maruf ile (uygun biçimde) geçimliklerini sağlamak da muttakilerin (Allah’a karşı sakınanların) üzerinde bir haktır.

242. Allah, aklınızı kullanasınız diye ayetlerini size işte böyle açıklar.

243. Binlerce (kişi) oldukları hâlde, ölümden korunmak için yurtlarından çıkan kimseleri görmedin mi? Bunun üzerine Allah, onlara “Ölün!” dedi. Ardından onları diriltti. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı fazl (lütuf, cömertlik) sahibidir. Ancak insanların çoğu şükretmez.

1 “مَحْذُورٌ” (mahzûr) sözcüğü, “Sakınılan, tehlikeli görülen, korkulan şey” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 21 kez geçer: 2:19, 235, 243; 3:28, 30; 4:71, 102 (2 kez); 5:41, 49, 92; 9:64 (2 kez), 122; 15:57; 24:63; 26:56; 28:6; 39:9; 63:4; 64:14.

244. Allah yolunda savaşın ve bilin ki, şüphesiz Allah Semi’dir (İşitendir), Alim’dir (Bilendir).1

1 Kur’an tüm insanları barışa çağırır (2:208). Nitekim evrensel parola olarak seçilen ‘Selam’ veya ‘Selamun Aleyküm’ ifadeleri insanları sürekli barışa çağırır (4:94). Savaşa sadece savunma için izin verilir. Savaşın temel prensipleri için bkz; 60:8-9. Ayrıca bu ayet; 2:190-193, 4:89-91, 22:39 ve 60:8-9 ayetleriyle birlikte okunmalıdır.

245. Kim, Allah’a güzel bir borç verirse,1 Allah onu kat kat fazlasıyla artırır. Allah, rızkı daraltır2 da genişletir3 de! Ve O’na döndürüleceksiniz!

1 Karz-ı hasen kavramı, Yüce Allah’a verilen “güzel borç” anlamında “karşılığı sadece Allah’tan beklenen yardım” demektir. Bu kavram için bkz: 2:245; 5:12; 57:11, 18; 64:17; 73:20.

2 “قبض” (kabz) sözcüğü, ““yakalamak”, “tutmak”, “sıkıştırmak” ve “kapmak” anlamlarına gelir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 8 kelime geçer: 2:245, 283; 9:67; 20:96 (2 kez); 25:46 (2 kez); 39:67; 67:19.

            3 “بَسْطَةً” (bâstâtân) sözcüğü Arapçada “yaymak, genişletmek, açmak” ve “kolaylaştırmak” anlamlarına gelir. Bu kelime, bir şeyin yayılması, genişletilmesi, ya da bir şeyin daha geniş bir alanda, rahatlıkla sağlanması anlamında kullanılır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:245, 247; 5:11, 28 (2 kez), 64; 6:93; 7:69; 13:14, 26; 17:29 (2 kez), 30; 18:18.

246. Musa’dan sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini (melelerini) görmedin mi? Hani nebilerine: ‘Bize bir melik (kral) tayin et de Allah yolunda savaşalım.’ demişlerdi.2 (Nebileri) dedi ki: ‘Ya savaş size farz kılınır da (sonra) savaşmazsanız?’ Dediler ki: “Ne diye Allah yolunda savaşmayalım ki? Üstelik yurtlarımızdan çıkarıldık, çocuklarımızdan da (ayrı bırakıldık)!” Bunun üzerine kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç dönüverdiler.3 Allah da zalimleri iyi bilendir.4

1 Bu olay burada müminlere savaşın zorluklarını anlatmak için ele alınmıştır. M.Ö. 1000 yıllarında Amalikalılar, İsrailoğullarına saldırdılar ve Filistin’in birçok bölümünü ele geçirdiler. O dönemde İsrailoğullarının işlerine bakan nebi Samuel çok yaşlanmıştı. Bu nedenle İsrailoğullarının büyükleri Samuel’e gittiler ve “Allah yolunda savaşacak bir hükümdar (kral) tayin et” dediler. Onlar da diğer milletler gibi kendilerini yönetecek bir kral istiyorlardı.

Böyle bir istekte bulunmuşlardı, çünkü dine bağlı olmayan yabancı yöneticilerin etkisi ile ilâhî kanun yönetimi arasındaki farkı unutmuşlardı. Bu nedenle bu istek “Samuel’i kızdırdı” ve Rabbin gazabına neden oldu. Burada 1. Samuel Kitabının 7, 8, 12. bölümlerinden bazı ayrıntıları sunuyoruz: “Ve Samuel bütün hayatı boyunca İsrail’e hükmetti... Samuel çok yaşlanınca tüm İsrail uluları toplandı, Rama’ya, Samuel’in yanına geldiler ve şöyle dediler: Bak, sen yaşlısın, oğulların da senin yolundan gitmiyorlar. Diğer ülkelerdeki gibi bize hükmedecek bir kral tayin et. Fakat onlar bize hükmedecek bir kral tayin et deyince, bu söz Samuel’in hoşuna gitmedi. Samuel de Yahve’ye dua etti. Yahve, Samuel’e seslendi: Kavminin sana söylediklerini tut. Onlar seni değil, beni reddediyorlar. Benim onları yönetmemi reddediyorlar... Daha sonra Samuel, Yahve’nin söylediklerini kendisinden bir kral isteyen kimselere tekrarladı. Size hükmedecek olan kral şöyle olacak dedi: Sizin oğullarınızı alacak ve kendi atları arabaları için kendisine hizmet ettirecek. Oğullarınızdan bazıları arabaların önüne koşulacak. Onları binlerce, yüzlerce kişiye kumandan yapacak, onlara kendi toprağına baktıracak, harmanını dövdürecek savaş araçlarını arabalarını yaptıracak. Kızlarınızı da terzi, aşçı ve ekmekçi olarak alacak. Sizin tarlalarınızı ve bahçelerinizi ellerinizden alacak ve kendi kölelerine verecek... Sizin ürününüzün ve bahçenizin onda birini alacak ve kendi memurlarına, hizmetçilerine verecek. Sizin erkek hizmetçilerinizi, kadın hizmetçilerinizi, en iyi gençlerinizi ve merkeplerinizi kendi hizmetine alacak. İşte o gün siz kendi seçtiğiniz kralınız nedeniyle ağlayacaksınız ve o gün Rab sizi duymayacak. Buna rağmen kimse Samuel’in sözlerine aldırmadı. Hayır, dediler, bizim de bir kralımız olacak. Biz de diğer milletler gibi olacağız. Kralımız bizi yönetecek, önümüzden gidecek ve bizim savaşlarımızda savaşacak. Yahve de Samuel’e onları dinle ve onlara bir kral tayin et dedi...”

“Ve Samuel tüm İsrail’e şöyle dedi: Sizin sözünüzü dinledim... Size de bir kral tayin ettim... Siz Amun Oğulları soyundan gelenlerin kralı Nahash’ın üzerinize saldırdığını gördüğünüzde, Yüceniz olan Yahve sizin melikiniz iken, bize bir kral gerek dediniz. O hâlde şimdi istediğiniz ve seçtiğiniz kralı alın! İşte Yahve’nin seçtiği kral. Eğer Yahve’den korkar, O’na hizmet eder, O’nun sözüne itaat eder ve O’nun emrine isyan etmezseniz, o zaman siz ve sizi yöneten kral, Yüceniz olan Yahve’nin yolundan gitmeye devam edersiniz.

Fakat, Yahve’nin sözüne itaat etmez ve onun emrine isyan ederseniz o zaman Yahve’nin kudreti aynen babalarınız gibi, sizin de aleyhinize olacaktır. Bana gelince, Yahve sizin için dua etmeyi terk etme günahından beni korusun. Bilakis ben size iyiyi ve doğru yolu öğreteceğim... Fakat siz günah işlemeye devam ederseniz, o zaman siz ve kralınız mahvolursunuz.”

3 Burada, insanların nankörlüğü ve sözlerinde durmamaları anlatılmakta, verilen sözde durmamanın sebep olacağı sıkıntılara dikkat çekilmektedir.

4 Bu kişilere “zalim” denmesinin sebebi, yapılması gerekeni yapmamalarıdır. Çünkü “adalet”, bir şeyi yerli yerince yapmak; “zulüm” ise bir şeyi yerinden etmek, yapılması gerekeni yapmamak, yapılmaması gerekeni yapmaktır.

247. Nebileri onlara dedi ki: “Şüphesiz Allah size melik (kral) olarak Talut’u gönderdi.”1  Dediler ki: “Nasıl olur da ona bizim üzerimizde bir mülk (krallık) verilir? Oysa biz mülke (krallığa) ondan daha layığız!  Üstelik ona maldan (servetten) da bol verilmemiş!” Dedi ki: “Şüphesiz ki Allah, onu sizin için (kral) seçti; ona ilimde ve bedende de genişlik verdi!2 Şüphesiz Allah, mülkünü (krallığını) istediğine verir.  Allah Vâsi’dir (Nimeti, rahmeti ve ilmi) sınırsız olandır), Alim’dir (Bilendir).

1 Tevrat şöyle der: “Benjaminli adı Kiş olan bir adam vardı.... Onun da Saul (Talut) adında seçkin genç ve iyi bir oğlu vardı. İsrailoğulları arasında ondan iyisi yoktu. O herkesten uzundu ve Talut’un (Saul) babasının merkepleri kayboldu. Kiş, oğlu Talut’a şöyle dedi: Hizmetçilerden birisini yanına al ve merkepleri aramaya git... Onlar şehre girdiklerinde, Samuel onların ardından geldi... Samuel Talut’u gördüğünde Rabb ona: İşte sana bahsettiğim adam! dedi. Halkı bu yönetecek... Samuel Talut’u ve hizmetçisini aldı ve onları misafir odasına götürdü. Orada en önemli otuz kişi için ayrılan yerlerden en iyisine onları oturttu. Daha sonra Samuel ufak bir şişe yağ aldı ve onun başına boşalttı... Rabb de seni mülküne varis kıldı, dedi... Samuel de diğer insanlara, Rabbin sizin için seçtiği adamı görün dedi... (I Samuel, 9-10 bölüm).

Talut da aynen elçiler gibi Allah tarafından İsrailoğullarına lider olarak seçilmiştir. Fakat O’nun aynı zamanda elçi seçilip seçilmediği hakkında bir bilgi yoktur.

            2 “بَسْطَةً” (bâstâtân) sözcüğü Arapçada “yaymak, genişletmek, açmak” ve “kolaylaştırmak” anlamlarına gelir. Bu kelime, bir şeyin yayılması, genişletilmesi, ya da bir şeyin daha geniş bir alanda, rahatlıkla sağlanması anlamında kullanılır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:245, 247; 5:11, 28 (2 kez), 64; 6:93; 7:69; 13:14, 26; 17:29 (2 kez), 30; 18:18.

248. Nebileri de onlara dedi ki: “Şüphesiz ki onun hükümdarlığının ayeti (kanıtı), tabutun size gelmesidir.  Onda Rabbinizden bir sekine (teskin eden, huzur veren) ve Musa’nın ailesinden1 ve Harun’un ailesinden1 geride bıraktıklarından bir kalıntı vardır. Onu melekler taşır. Eğer müminler iseniz, şüphesiz sizin için bunda bir ayet vardır.”2

1 “اٰل” (âl) ifadesi bir kişinin “ailesi, halkı, takipçileri, yandaşları, onun yolunu benimseyenler” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 25 kez geçer: 2:49, 50, 248 (2 kez); 3:11, 33 (2 kez); 4:54; 7:130, 141; 8:52, 54 (2 kez); 12:6; 14:6; 15:59, 61; 19:6; 27:56; 28:8; 34:13; 40:28, 46; 54:34, 41.

2 Tabut, Musa ve Harun’un evinin kutsal emanetlerini ihtiva ediyordu. Bunlar Musa’ya Sina dağında verilen levhalardı. Bunun yanı sıra Musa’nın rehberliğinde yazılan ve Tevrat’ın orijinal bir nüshası da vardı. Tabut’ta, gelecek İsrail nesillerinin atalarına çölde lütfettiği nimetler için Allah’a şükretmelerini sağlamak üzere bir şişe de (ballı gözleme/kağıt helva) vardı. Büyük bir ihtimalle Allah’ın bir mucizesi olan Musa’nın asası da bunlarla birlikteydi.

Bu konu Tevrat’ın, I Samuel’in 4, 5, 6. bölümlerinde şöyle anlatılır: “Rabbin Tabut’u İsrailoğullarının yaptığı bir savaşta Filistilerin eline geçti. İsrailoğulları cesaretlerini kaybetmişlerdi: “Tabut’un elden çıkmasıyla İsrailoğullarının şerefi kayboldu” diye bağırıyorlardı. Tabut yedi ay boyunca Filistîlerin elinde kaldı; fakat, “Allah onlara büyük bir yük yüklediği” için Filistî şehirlerinde büyük bir panik başladı. Öyle ki: “İsrail İlahının Tabut’u (sandık) bizde kalmamalı, çünkü O bize karşı çok acımasız” diye bağırmaya başladılar. Daha sonra Tabut’u İsrail’e geri göndermeye karar verdiler. “İki tane sığır alıp bir arabaya koştular. Sığırlar da Beyt-Şemes yönüne doğru yol aldı.” Arabada sürücü olmadığına göre, araba Allah tarafından tayin edilen melekler vasıtasıyla İsrail’e doğru götürülüyordu.

249. Talut, askerleriyle (yurdundan) ayrıldığında dedi ki: “Şüphesiz Allah, sizi bir nehirle sınayacak! O hâlde Kim ondan içerse, bilsin ki artık benden değildir! Kim de ondan tatmazsa şüphesiz ki o bendendir; eliyle bir avuç alan hariç!” Böylece onlardan pek azı hariç ondan (doyasıya) içtiler.1 O ve onunla iman eden kimseler (nehri) geçtikleri zaman ise (sudan fazla içenler) dediler ki: “Bugün bizim Calut’a ve askerlerine karşı savaşacak takatimiz yok.”2 Allah ile buluşacaklarına kesin inanan3 kimseler ise dedi ki: “Nice az topluluk, Allah’ın izni ile çok sayıdaki nice topluluğa galip geldi. Allah da sabredenlerle beraberdir.”4

1 Bu nehir, Talut’un İsrail ordusu ile geçmek zorunda olduğu Ürdün nehri veya başka bir nehir olmalıdır. Talut toplulukta disiplin eksikliği olduğunu bildiğinden dolayı, korkağı cesurdan, yetenekliyi yeteneksizden ayırt etmek için bu sınavı uygulamıştır. Bir müddet için susuzluklarını kontrol edemeyen kişilere, bir süre önce yenildikleri düşmanla karşılaştıklarında disiplini korumaları konusunda güvenilemeyeceği açıktır. Aynı sınamayı Talut’tan önce Gideon da yaptığı için Palmer ve Rodwell burada (249’uncu ayet) Saul (Talut) ile Gideon’un karıştırılmış olduğu sonucuna varmışlardır. Bununla, aslında Kur’an’ın vahyî bir kitap değil Muhammed’in bir eseri olduğunu göstermek istiyorlardı. Bu iddia kendi kendisini çürütmektedir. İki benzer olaydan sadece biri Tevrat’ta yer almışsa, bu kitapta yer almadığı için diğer olayın olmadığı anlamına gelmez. Bundan başka Tevrat’in İsrailoğullarının tüm tarihini eksiksiz bir şekilde ele aldığı da söylenemez. Tevrat’ta değinilmeyen birçok olayın Talmud’da yer alması bunu ispatlamaktadır.

2 Calut, Talut’un savaştığı ve sonunda mağlup ettiği düşman ordusunun liderinin ismidir. Bunu söyleyenler, büyük bir ihtimalle bunlar bir avuçtan fazla su içen ve nehir kıyısında sabredemeyen kimselerdi.

3 “Zan” ile ilgili açıklama 49:12 ayetinde yer alır.

4 İsrailoğullarının su ile sınanmaları, Tevrat, I. Samuel 14:24-28 ayetlerinde, şöyle yazılıdır: “İsrailoğulları, o gün tükenmişti. Çünkü Saul ‘Ben düşmanlarımdan öç alıncaya değin, akşama dek, kim yemek yerse, lanetli olsun!’ diye yemin ettirmişti. Bu yüzden kimse bir şey yememişti. Askerler, her yanı bal dolu bir ormana girince, toprakta akan balları gördüler. Ama ettikleri yeminden korktukları için hiçbiri bala dokunmadı. Saul’un oğlu, babasının halka yemin ettirdiğini duymamıştı. Elindeki değneği uzatıp, ucunu bal gümecine batırdı; biraz bal tadar tatmaz gözleri parladı. Bunun üzerine, oradakilerden birisi, şöyle dedi: ‘Baban, ‘bugün kim yemek yerse, lanetli olsun!’ diye askerlere yemin ettirdi; askerlerin güçsüz düşmesi bundandır.”

250. Calut ve askerleri göründüğü1 zaman da dediler ki: “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır,2 ayaklarımızı da sabit kıl. Kafirler topluluğuna karşı da bize yardım et!”3

1 “بَرَزُو” (barazu) sözcüğü, “açığa çıkmak, görünmek, ortaya çıkmak” anlamına gelen “بَرَزَ” (bereze) kökünden türemiştir ve “göründüler, ortaya çıktılar” anlamlarına gelir.

2 “فَرَغَ” (fereğ) sözcüğü “boşalmak”, “boşaltmak” ve “işi bitirmek” anlamlarına gelir. Bu sözcük Kur’an’da 5 kez geçer: 2:250; 7:126; 18:96; 28:10; 55:31; 94:7.

3 Yüce Allah, Talut’un ordusunun, Calut ve askerleriyle savaşmak üzere savaş meydanına çıktıklarında ve muhtemelen savaşa tutuştuklarında, savaşın ancak ve ancak sabırla ve Allah’ın yardımıyla kazanılacağını bildikleri için Allah’a dua ettiklerini haber vermektedir.

251. Böylece Allah’ın izniyle onları yenilgiye uğrattılar. Davud da Calut’u katletti.1 Allah da ona (Davud’a) mülk (krallık) ve hikmet verdi2 ve ona dilediği şeyleri öğretti. Allah, insanların bir kısmını bir kısmıyla defetmeseydi, arḍı (egemenliğindeki yeri) bozguna uğrardı.3 Allah ise bütün alemlere karşı fazl (lütuf, cömertlik) sahibidir.

1 Calut’u öldüren Davud, Süleyman’ın babası olan hükümdar Nebi Davud’dur. Yüce Allah ona mülk yani hükümdarlık vermiş, ayrıca hikmet denen “kararlarında isabet edebilecek muhakeme gücü” kendisine ihsan etmiştir. Bu özellikler Davud’a Nebilik verildiğinin ifadesidir. 21:79’da Davud’a “hüküm ve ilim”, 27:15’te de “ilim” verildiği ifade edilmektedir ki burada sözü edilen ilmin kaynağı, yorumunu yapmakta olduğumuz ayette geçen “dilediğinden ona öğretmişti” şeklinde ifade edilmektedir. 38:20’de ise ona hikmetle beraber çok güzel konuşabilme özelliğinin de verildiği bildirilmektedir.

Tevrat’a göre Davud o zaman genç bir delikanlıydı. Şans eseri olarak Filistilerin şampiyonu olan Calut İsrailoğullarını tehdit ettiğinde Talut’un ordusu içindeydi. Calut şöyle diyordu. “İsrail kuvvetlerine meydan okuyorum. Bir adam çıkarın karşıma da onunla dövüşeyim.” Bunu duyan İsrailoğullarının cesareti kırılmıştı; fakat Davud, Talut’a: “Onun böyle dik başlılık etmesine izin vermeyin, bırakın hizmetkârınız gitsin ve Filistilerle savaşsın” dedi. Talut izin vermedi, fakat Davud ısrar edince kabul etti. Calut onu görünce gençliğiyle alay etti ve: “Gel de senin etini gökteki kuşlara ve dağlardaki hayvanlara yedireyim” dedi. Buna cevap olarak Davud şöyle dedi: “Allah seni benim ellerime teslim edecek ve bütün dünya İsrail’in bir Allah’ı olduğunu anlayacak. Hatta bütün buradakiler Allah’ın kılıç ve mızrakla korunmadığını öğrenecekler... Savaş O’nun elindedir; O, seni bize teslim edecek.” Daha sonra Davud onu öldürdü ve İsrailoğulları arasında çok meşhur oldu. Talut kendi kızını onunla evlendirdi. Davud da Talut’tan sonra İsrail’in meliki (kral) oldu. (1. Samuel, 17 ve 18. bölüm)

Kur’an’da Davud Nebi’den 6  surede söz edilmekte, adı da 16 kez geçer: Elçi Samuel zamanında yaşanan Talut-Calut savaşında küçük yaştaki Davud, düşman ordusunun hükümdarı ve komutanı olan Calut’u öldürdüğü (2:251); Kendisine hidayet edildiği (yol gösterildi) ve vahyedildiği (6:84) ve Zebur’un verildiği (4:163, 17:55); Kendisine mülk (hükümranlık ve hikmet verildiği (2:251); kendisine hüküm (egemenlik) ve ilim verildiği (21:79; 27:15) Başkasının ekinini bozan koyun sürüsü ve tarla davası ile ilgili hüküm verdiği (21:78,79); Davud’a Allah tarafından ilim verildiği ve Davud’un Allah’a hamd ettiği (27:15); Davud’la beraber tesbih etsinler diye dağların ve kuşların buyruk altına alındığı (21:79; 27:16-17; 34:10; 38:18-20); demiri işlediği (34:10); Ona, savaşta koruyacak zırhlı giysi yapımının öğretildiği (21:80; 34:11); Koyun davası kendisinin sınandığı (38:17-30) muhsinlerden (6:84), salihlerden (6:85), alemlere faziletli (üstün, ayrıcalıklı) kılınanlardan olduğu (6:86; 27:15; 34:10) ve kendisine kitap ve hüküm verildiği (6:84,89) belirtilen bir nebidir (4:163; 6:89).

Tevrat ve İncil’deki Davud Nebi ile ilgili bölümler: 28 ayrı kitapta yer alır. Ancak en çok 1 ve 2. Samuel, 1 ve 2. Krallar, 1 ve 2. Tarihler kitaplarında anılmaktadır. Söz edilen başlıca konular şunlardır; Davud’un, Golyat’ı öldürmesi ve Filistliler’i yenmeleri  (2. Samuel 5:17-25, Tarihler 14:8-16); İsrail’e kral oluşu (2. Samuel 5:1-5, 1. Tarihler 11:1-3); Allah’ın Davud’a söz vermesi (2. Samuel 7:2-17, 1. Tarihler 17:2-15); Duası (2. Samuel 7:18-29, 1. Tarihler 17:16-27); Başarıları (2. Samuel 8:1-14, 1. Tarihler 18:1-13); Görevlileri (2. Samuel 8:15-18, 1. Tarihler 18:14-17); Ammonlular ile Aramlıları yenilgiye uğratması (2. Samuel 10:1-19, 1. Tarihler 19:1-19); Filistlilere karşı yapılan savaş (2. Samuel 21:15-22, 1. Tarihler 20:4-8); Davud’un yaptığı sayım (2. Samuel 24:1-25, 1. Tarihler 21:1-26).

2 Hikmet ile ilgili açıklama 2:129 ayetinde yer alır.

3 Yeryüzünde barış ve düzeni korumak amacıyla Allah farklı grup, millet ve partilerin belli bir sınıra kadar güç kazanmalarına izin verir. Fakat onlar bu sınırları aşarlarsa, o zaman onların gücünü kırar ve yerlerine yenilerini getirir. Allah, bir milletin veya bir grubun sonsuza dek hakimiyette kalmasına izin verseydi, o zaman yeryüzü karışıklık ve düzensizliklerle dolardı.

252. İşte bunlar, sana hak olarak tilavet ettiğimiz (okuyup aktardığımız) Allah’ın ayetleridir. Ve şüphesiz ki sen, elçilerdensin.

253. İşte bu resullerin bir kısmını, bir kısmına (farklı yönleriyle) faziletli kıldık.1 Allah, onlardan bazılarıyla konuştu, bazılarının ise derecelerini yükseltti. Meryem oğlu İsa’ya da apaçık kanıtlar (beyyineler) verdik ve onu Rûhu’l-kuds (Kutsal Ruh)2 ile destekledik. Eğer Allah isteseydi, onlardan sonraki kimseler, kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat onlar ayrılığa düştüler; böylece onlardan kimisi iman etti, kimisi ise küfretti. Eğer Allah isteseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah istediği şeyi yapar.3

1 Birçok Kur’an çevirisinde, faziletli” kelimesi “üstün” anlamında tercüme edilmiştir. Oysa resuller arasında ayırım yapılmadığı ayetlerde belirtilmektedir (2:285, 4:152 ve 13:4). Buradaki belirtilen husus; resuller belirli hususlarda birbirlerinden farklı oldukları ve farklı oldukları bu hususlarda birbirlerinden faziletli olduklarıdır.

2 Kutsal Ruh ile ilgili açıklama 2:87 ayetinde yer alır.

3 Allah, kullarını imtihandan geçirmektir. Benzer mesajlar: 3:40, 47; 5:1; 11:107; 14:27; 22:14, 18; 85:16.

254. Ey iman edenler! Ne bir satımın,1 ne bir dostluğun,2 ne de bir şefaatin3 olmadığı gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan infak edin (karşılıksız destek verin)! Küfredenler (hakkın üstünü örtenler) de zalimlerin ta kendileridir.”

1 بَيْع” (bey‘) kelimesi kök itibariyle satmak anlamına gelir. Bazı çevirilerde “bey’” sözcüğü “alışveriş” veya “ticaret” şeklinde çevrilmiştir. Bunun doğru bir çeviri olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü “bey” sözcüğü ile “ticaret” yani alışveriş sözcükleri 24:37 ayetinde ayrı ayrı belirtilmektedir.

2 Hullet; dostluk, arkadaşlık demektir.

            3 Şefaat ile ilgili açıklama, 2:48 ayetinde yer alır.  

255. Allah (Yüce olan Yüce), O’ndan başka ilah (yüce olan) yoktur. O, Hâyyr (hayatın kaynağı ve diri olan) ve Kayyum’dur (varlıkları ayakta tutan, yönetendir). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku.1 Semalarda (7 evrende, göklerde) ve arḍda (yeryüzünde, egemen olduğu alanlarda) ne varsa O’nundur. O’nun izni olmadan yanında kim şefaat edebilir ki? Onların önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir. İstediği hariç, kimse O’nun ilminden bir şeyi kavrayamaz.2 Onun kürsüsü3 (tahtı, otoritesi) semaları ve arḍı kuşatmıştır;4 onların koruması da O’na ağır gelmez!5 Ve O, Aliyyul-Azim’dir (Yüce olan mutlak güç ve otorite sahibidir).6

1 Bu, eksik ve muhtaç insanoğlu gibi bazı zayıflık ve sınırlılıklara sahip bir Allah fikrini reddetmektedir. Örneğin Tevrat’ta şöyle der: “Ve yüceler, yapmakta oldukları tüm işi yedinci günde tamamladı ve yedinci günde yapmış oldukları tüm işleri bıraktı.” (Tekvin, 2:2), “Rab sanki uykudan uyanır gibi ve güçlü bir adamın şarap nedeniyle nara atması gibi uyandı.” (Psalms 78:65.) Elbette Allah tüm bu zayıflıklardan uzaktır.

2 “يُحِيطُ” (yuhit) sözcüğü, “kuşatmak, çevrelemek, sarıp sarmalamak, bilgisine tamamen sahip olmak, kavramak” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:19, 81, 255; 3:120; 4:108, 126; 8:47; 9:49; 10:22, 39; 11:84, 92; 12:66; 17:60; 18:29, 42, 68, 91; 20:110; 27:22 (2 defa), 84; 29:54; 41:54; 48:21; 65:12; 72:28; 85:20.

3 Arapça “kürsî” (sandalye) kelimesi burada iktidar ve otorite olarak çevrilmiştir; çünkü kürsî burada iktidarın sembolü olarak kullanılmıştır. Dilimizdeki koltuk kelimesi bile iktidar yerine kullanılmaktadır.

4 “وَسِعَ” (vasi’a) sözcüğü, “Kapsamak, içine almak, kuşatmak, yetmek, yeterli olmak” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 32 kez geçer: 2:115, 233, 236, 247 (2 kez), 255, 261, 268, 286; 3:73; 4:97, 100, 130 (2 kez); 5:54; 6:80, 147, 152; 7:42, 89, 156; 20:98; 23:62; 24:22, 32; 29:56; 39:10; 40:7; 51:47; 53:32; 65:7 (2 kez).

5 “يَـُٔودُهُ” (yeuduhu), “O'na ağır gelmez, O'nu yormaz” gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’n’da sadece bu ayette geçer.

6 Bu ayet, “ayet’el-kürsî” olarak bilinir. Bu ayet Allah hakkında öyle yetkin bir bilgi verir ki, buna başka hiçbir yerde rastlanmaz.

256. Dinde zorlama yoktur.1 Artık rüşd (doğruluk, hidayet) ğayydan2 (sapıklıktan, batıldan) kesin olarak ayrılmıştır. Artık kim tağutu3 (yanlış otoriteyi, putları) küfreder (örter, reddeder) ve Allah ile iman ederse, işte o sağlam bir kulpa tutunmuştur. Allah, Semi’dir (İşitendir), Alim’dir (Bilendir).

1 Arapça “din” kelimesi hem inancı hem de bu inanç üzerine kurulan hayat tArḍını ifade eder. Burada, önceki ayetlerde ortaya konulan inanç ifade edilmektedir. Bu ayete göre İslâm, iman ve onun hayat tarzı hiç kimseye zorla kabul ettirilemez demektir. Ancak bu gerçek, dinde yerine getirilmesi gereken zorunlulukların olmadığı anlamına da gelmemektedir. Bu mesaj, 10:85 ve 60:5 ayetleriyle okunmalıdır.

2 “غَىِّ” (ğayy) sözcüğü, “boş ve anlamsız şeyler” anlamlarına gelir. Bu sözcük Kur’an’da 4 kez geçer: 2:256; 7:146, 202; 19:59.

3 Tağut ve tuğyan ile ilgili açıklama 2:15’te yer alır.

257. Allah, iman eden kimselerin velisidir (yoldaşı, rehberi, koruyucusudur). Onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. Küfreden kimselerin evliyaları (yoldaşları, gözeticileri, kılavuzları) ise tağuttur; onlar da insanları nurdan karanlıklara götürür. Ateş halkı işte onlardır; orada ebedi kalacaklardır.1

1 Benzer mesajlar: 5:16; 14:1; 33:43; 57:9; 65:11

258. Allah, kendisine mülk1 (yetki, krallık) verdi diye, İbrahim ile  Rabbi hakkında delil sunarak iddialaşanı2 görmedin mi?3 İbrahim, “Benim Rabbim hem yaşatır hem de öldürür” deyince, “Ben de yaşatır ve öldürürüm!” dedi. Bunun üzerine İbrahim, “Bil ki Allah, Güneş’i doğudan getirir; öyleyse sen de onu batıdan getir!” deyince, o küfre sapan kişi donakaldı.4 Allah da zalim kavme hidayet (kılavuzluk) etmez.

1 Burada değinilen kimse İbrahim’in doğduğu ülke olan Irak’ın kralı Nemrut’tur. Tevrat bu iddialaşmadan bahsetmez; fakat Talmud, ayrıntılarıyla ele alır ve özde Kur’an’daki pasaja çok benzemektedir. Talmud, İbrahim’in babasının Nemrut’un baş memurlarından biri ve efendisinin gözde kulu olduğunu bildirmektedir. Oğlu İbrahim ise çok küçük yaşından beri derin bir Allah sevgisi taşımaktaydı. Büyüdüğünde açıktan Allah’ın “Birliğini” ilân etmeye ve Allah’a koşulan ortak ve eşleri kötülemeye başladı. Bu inancını göstermek amacıyla putları kırdı. Babası aceleyle kralın huzuruna çıktı ve İbrahim’i ihbar etti. Böylece İbrahim, kralın huzuruna çıkarıldı ve aralarında burada bahsedilen iddialaşma geçti.

2 “حاجّ” (hâcce) kelimesi “delil sunarak iddialaşmak” veya “delille karşılık vermek” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 13 kez geçer: 2:76, 139, 258; 3:20, 61, 65, 66, 73; 6:80 (2 kez); 40:47; 42:15, 16.

3 Müşrikler, Allah’ı ilâhların en yücesi ve rablerin rabbi olarak görürlerdi, ama O’nu tek Rab ve ibadet edilecek tek ilâh olarak kabul etmezlerdi. Başka ilâhlar ve rableri Allah’a ortak koşmak, hemen tüm müşrik toplumlarda yaygındı.

Onlar ilâhlığı ikiye ayırmışlardı: tabiatüstü ilâhlık ve hükümde ilâhlık. Her türlü sonucu etkileyen tabiatüstü güçleri Allah’a atfeder, zorluk anında O’ndan yardım isterlerdi. Ancak melekler, cinler, yıldızlar gibi varlıklara da dua eder, onlara ibadet eder ve adaklar sunarlardı.

Sadece Allah’a ait olan, yani hayatın kurallarını koyma ve dünyadaki tüm işlerde mutlak yetkiye sahip olma hakkı, müşrik toplumlarda çoğu zaman iktidardaki kişilere veya gruplara devredilir. Hükümdarlar, otoritelerini ilâhi bir yetkiye dayandırarak güçlendirir. Din adamları da bu iddiayı savunur.

Nemrut, kendisini Irak’ın ve halkının mutlak hâkimi olarak görüyordu. Allah’ın varlığını veya evrenin yöneticisi olduğunu iddia etmedi. Onun anlayışı şuydu: “Ben ne dersem kanundur ve söylediklerimden başka kimseye hesap vermem.” Bu yüzden onu efendi olarak kabul etmeyenler asi sayılırdı.

İbrahim’in “Alemlerin Rabbini tek Rab olarak kabul ediyorum; O’ndan başka her şeyin rabliğini ve ilâhlığını reddediyorum” demesi, Nemrut’un bu iddiasını doğrudan tehdit ediyordu. Bu yüzden İbrahim, Nemrut’un önünde sorguya çekildi.

4 İbrahim ilk cümlesinden itibaren Allah’tan başka Rab olamayacağını apaçık ortaya koyduysa da, Nemrut yine de O’nun iddiasını çürütmeye çalıştı. Fakat ikinci delilden sonra Nemrut o denli köşeye sıkıştırılmıştı ki, başka bir sebep öne sürecek gücü kalmamıştı. Çünkü kendisi de güneşin İbrahim’in Rab olarak kabul ettiği Allah’ın emrinde olduğunu biliyordu. Fakat buna rağmen O, bu apaçık gerçeği kabul edemezdi; çünkü bunu kabul etmesi, despotluk yönetiminden vazgeçmesi demek olurdu. İçindeki isyan buna hazır olmadığı için, apaçık farkına vardığı hâlde Nemrut, nefse tapınmanın karanlığından Hakk’ın aydınlığına çıkmadı. Eğer nefsi yerine, Allah’ı ilâh olarak kabul etseydi, İbrahim’in davetiyle doğru yolu bulurdu.

Talmud’da bu tartışmadan sonra Nemrut’un İbrahim’i hapse gönderdiği ve İbrahim’in orada on gün kaldığı yazılıdır. Daha sonra kral ve adamları O’na canlı canlı yanma cezası verdiler. Bu olaya Kur’an’da da değinilmektedir. (21:51-74, 29:16-24, 37:85-98).

259. Veya o kimse gibi temelleri üzerine yıkılmış ve terk edilmiş1 beldeye uğrayanı (görmedin mi?) Dedi ki: “Ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?”2 Bunun üzerine Allah, onu öldürüp 100 yıl3 sonra diriltti. (Allah ona) dedi ki: “Ne kadar süre ölü kaldın?” Dedi ki: “1 gün veya 1 günden daha az.” (Allah) dedi ki: “Hayır! 100 yıl3 kaldın! Buna rağmen yiyeceğine ve içeceğine bak; henüz bozulmamış. Bir de eşeğine bak! (Bu), seni insanlara ayet (işaret, kanıt) kılmamız içindir. Şu kemiklere de bir bak! Onları nasıl ayaklandırıyoruz,4 sonra da et giydiriyoruz.”5 Durum kendisine apaçık belli olunca dedi ki: “Biliyorum! Şüphesiz ki Allah, her şeye Kadir’dir (her şeye gücü yetendir).”

1 “خَاوِيَةً” (khaviye) sözcüğü, “boş, terk edilmiş, harabe, yıkılmış” gibi anlamlar. Bu sözcük Kur’an’da 5 kez geçer: 2:259; 18:42; 22:45; 27:52; 69:7.

2 Bu kişinin kim olduğu ve şehrin hangi şehir olduğu konusunda net bir bilgi mevcut değildir. Ancak olayın geçtiği yerin adı (Kudüs veya başka bir yer) veya olayın kahramanının adının Ezra, Hezekiel veya Nehemya olduğuna dair iddialar vardır.

Yahudi kaynaklarına göre; Yeruşalim’deki (Kudüs’teki) Mescidin (Beyt-i Makdis’in) ilk yıkılışından sonra (İsra 17:5) Buhtunnasr (Nabukadnessar) Yahudileri Babil’e sürgün etti. M.Ö. 539’da Babil’i fetheden Pers kralı Koreş, Üzeyir (Ezra), Nehemya ve diğerlerini, Mescidi yeniden inşa etmeleri için geri gönderdi (Tevrat, Ezra 1:1-3). Üzeyir Yeruşalim’i görünce: “Allah bu kenti ölümünden sonra nasıl canlandıracak?” dedi. “Allah da onu öldürdü ve yüz yıl sonra tekrar diriltti.” Bu arada Mescit, Darius’un krallığının ikinci yılında inşa edilmişti. (Ezra 4:11-24) Üzeyir, 2. Artahşasta’nın krallığının yedinci yılının beşinci ayında yani M.Ö. 437’de Yeruşalim’e vardı (Ezra 7:8). Bu, onun Yeruşalim’e ikinci varışıydı. İlk varışı ile ikincisi arasındaki 100 yıllık sürede Allah “Onu insanlara bir mucize yapmak için” öldürmüş ve tekrar diriltmişti.

Bu kaynaklara göre “Ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?” sorusunu soran kişinin bir elçi olduğu görülmektedir. Bu soru, bir resulün tekrar dirilişe inanmadığı veya bu konuda şüphe duyduğu anlamına gelmez. Bu sadece O’nun da diğer nebiler gibi, gerçekliği kendi gözleriyle görmek istediği anlamına gelir.

3 “عوم” (ââm) ve “سنو” (sene) sözcükleri eş anlamlıdır. Ancak “عوم” (ââm) sözcüğü mecazen bir dönemi, çağı ya da belirli bir zaman aralığını da ifade edebiliyor. Ancak, huruf-u mukatta (başlangıç harfleri) ile oluşturulmuş olan Kur’an’daki matematiksel sayı sistemi doğrultusunda bu ayette “سنو” (sene) yerine eş anlamlısı olan “عوم” (ââm) sözcüğünün kullanıldığı kanaati oluşmaktadır. Çünkü “عوم” (ââm) sözcüğü yerine iki yerde de “sene” sözcüğü kullanılmış olsaydı ‘Elif, Lam, Mim’ Başlangıç harfleri ile başlayan bu surede 2 tane “mim” harfi eksik olacaktı.

4 “nüşuz” ile ilgili açıklama 4:34 ayetinde yer alır.

5 Ölülere yeniden yaşam verilmesinin örneklerle insana gösterilmesi, Tevrat, Hezekiel 37:1-13 ayetlerinde, özetle, şöyle yazılıdır: “Rabbin eli üzerimdeydi. Beni dışarı çıkardı; kurumuş kemiklerin her yere yayılmış olduğu bir ovanın ortasına koydu. ‘İnsanoğlu! Bu kemikler canlanabilir mi?’ diye sordu. ‘Sen bilirsin, ey Egemen Rab!’ diye yanıtladım. ‘Bu kemikler üzerine nübüvvet (nebilik) et!’ dedi. ‘Onlara, de ki: ‘Kuru kemikler; Rabbin sözünü dinleyin: Size kaslar vereceğim, üzerinizde et oluşturacağım; sizi deriyle kaplayacağım, içinize ruh koyacağım ve canlanacaksınız. O zaman, Benim Rab olduğumu anlayacaksınız.’ Bir takırtı duyuldu; kemikler birleşiyordu. Kaslar, etler oluşuyor, üstlerini deri kaplıyordu; ama onlarda ruh yoktu. Sonra, bana, şöyle dedi: ‘İnsanoğlu! Rüzgâra nübüvvet et ve şunu söyle: ‘Egemen Rab, diyor ki: Ey rüzgar! Gel, dört yandan es! Bu öldürülmüş olanların üzerine üfle ki, canlansınlar.’”

260. İbrahim de demişti ki: “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.” Dedi ki: “Yoksa iman etmiyor (inanıp güvenmiyor) musun?” Dedi ki: “Hayır! Fakat kalbimin mutmain olması (kalbimin yatışması, emin olması) için.” Dedi ki: “Öyleyse kuşlardan dördünü tut ve onları kendine alıştır. Sonra her dağın1 üzerine onlardan birer parça koy. Sonra onları çağır; sana hızlıca hareket2 edip gelecekler.”3 Ve bil ki şüphesiz ki Allah Aziz’dir (mutlak güç ve otorite sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle hükmedendir).

1 “جَبَلٍ” “cebel” sözcüğü “dağ” demektir. Bu sözcük Kur’an’da 39 kez geçer: 2:260; 7:74, 143 (2), 171; 11:42, 43; 13:31; 14:46; 15:82; 16:68, 81; 17:37; 18:47; 19:90; 20:105; 21:79; 22:18; 24:43; 26:149; 27:88; 33:72; 34:10; 35:27; 36:62; 38:18; 52:10; 56:5; 59:21; 70:9; 73:14 (2 (kez); 77:10; 78:7, 20; 79:32; 81:3; 88:19; 101:5.

2 “سَعْي” (sa’y), “çaba, gayret, çalışma, koşmak, hızla hareket etme” anlamlarına gelir.

3 Burada diriltilmenin nasıl olduğuyla ilgili İbrahim’in merakı, dört kuşun evcilleştirilmesiyle yani insana alıştırılmasıyla ilişkilendirilerek cevaplandırılmaktadır. Bir süreliğine sahibine alıştırılan kuşların bir müddet sonra uzak bir yere bırakılmaları halinde bile sahibinin sesini tanıyıp ona koşmaları (uçmaları) ile aslında insan ruhunun da sahibi olan Yüce Allah’ın mahşer için diriltilme çağrısına koşarak geleceği hakkında bir mesaj verilmek istenmektedir. Kuşun kesilip parçalanması, sonrasında da canlandırılmasından söz edilmemektedir.

261. Mallarını Allah yolunda infak eden kimselerin (karşılık beklemeden harcayanların) misali, yedi başak bitiren ve her bir başakta yüz dane (habbe, tahıl tanesi) olan bir danenin misali gibidir. Allah da istediğine kat kat verir.1 Ve Allah Vâsi’dir (sınırsız ilim, nimet ve rahmet sahibidir), Alim’dir (Bilendir).

1 Yüce Allah, surenin başından itibaren çeşitli ayetlerde infaktan söz ederek, din adına kurtuluşun ekonomik ve diğer alanlarda yapılan infakla yakından ilişkili olduğunu ortaya koymak istemiştir. Bu bağlamda bu surenin 2:3, 177, 195, 215, 219, 245, 254 gibi ayetlerinde ele aldığı infak konusuna tekrar bir başlık açmakta ve bir çeşit cihad demek olan Allah yolunda infakta bulunanların alacağı ödülle ilgili olarak sıra dışı bir ifadede bulunarak müminlere moral vermeyi amaçlamaktadır. Bu ayette Allah yolunda infaka verilecek ödülün kat kat olacağı müjdelenmektedir. Bu mesaj 6:160, 10:26, 27:89, 39:20 ve 78:36’ncı ayetlerle birlikte okunmalıdır.

262. Mallarını Allah yolunda infak eden, ardından da infak ettiklerini başa kakmayanlar ve (yardım ettiklerini) incitmeyen kimseler için Rableri yanında ecirleri (yaptıklarının karşılığı) vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar hüzünlenmeyecekler!

263. Maruf (vahye uygun, meşru) söz söylemek ve bağışlayıcı olmak, ardından eziyet edilen sadakadan daha hayırlıdır. Ve Allah Gani’dir (Zengin, her şeyin sahibidir), Halim’dir (Azgın kullarına hemen ceza vermeyen; sabreden, gözeten ve affı bol olandır).

264. Ey iman edenler! Allah ve ahir (sonraki) günü ile iman etmeyen, malını da insanlara gösteriş için1 infak eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve inciterek iptal etmeyin! Böylesinin misali, üzerinde toprak bulunan kayanın misalidir. Ona bir sağanak (yağmur)2 isabet ederse, o zaman (toprağı) onu terk eder ve çorak kalır; (böyleleri de) kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler.3 Allah da kâfirler topluluğuna hidayet (kılavuzluk) etmez.

1 “riya yapmak, gösteriş yapmak, başkalarına gösteriş olsun diye bir işi yapmak” gibi anlamlara gelen “رَاءَى” (râ-â) sözcüğünden türemiş olan “رِئَآءَ” (ri’ae) sözcüğü, “riyakar olanlar, gösteriş yapanlar” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 6 yerde geçer: 2:264; 4:38, 142; 8:47; 19:74; 107:6.

2 “وبل” (vebil) sözcüğü “sağanak” yani “sürekli ve bol gelen” demektir. Bu sözcük kullanıldığı cümledeki bağlama göre, 2:265 ayetinde olduğu gibi bazen “yağmur ve bereket” anlamı kazanırken; 73:16 ve 2:264 ayetinde olduğu gibi bazen de “azap” anlamı kazanmaktadır.

3 Kaya üzerindeki toprak benzetmesi, İncil, Markos 4:3-9 ayetlerinde, şöyle yazılıdır: İsa, ‘Şunu dinleyin!’ dedi. ‘Ekincinin biri tohum ekmeye çıktı. Tohumlardan kimi yol kenarına düştü; kuşlar gelip bunları yedi. Kimi toprağı az kayalık yerlere düştü; toprak derin olmadığından hemen filizlendi. Fakat güneş doğunca kavruldular; kök salamadıkları için kuruyup gittiler. Kimi dikenler arasına düştü; dikenler büyüdü, filizleri boğdu. Kimi ise iyi toprağa düştü; ürün verdi. Bir bölümü otuz, bir bölümü altmış, bir bölümü de yüz kat ürün verdi.’ Sonra, İsa, şunu ekledi: ‘İşitecek kulağı olan işitsin!’

265. Allah’ın rızasını kazanmak ve kendi nefislerini (benliklerini) güçlendirmek için mallarını infak edenlerin misali de, bir sağanak (yağmur) isabet ettiğinde kat kat ürün veren, sağanak (yağmur) isabet etmese de çisentisinin dahi yeterli olduğu yükseltideki1 bir cennetin (bahçenin) misalidir.2 Ve Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.

            1 Bu kelime, “artmak, fazlalaşmak, kabarmak, yükselmek” gibi anlamlara gelen “رَبَا” (râba) kelimesinden türemiştir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 18 kez geçer: 2:265, 275 (3 kez), 276 (2 kez), 278; 3:130; 4:161; 13:17; 16:92; 22:5; 23:50; 30:39 (3 kez); 41:39; 69:10.

2 Verimli bahçe benzetmesi, İncil, Markos 4:13-20 ayetlerinde, şöyle yazılıdır: İsa, şöyle dedi: ‘Ekincinin ektiği, Allah sözüdür. Kimi insanlar, yol kenarına düşen tohumlara benzer. Bunlar sözü işitir işitmez, şeytan gelir; yüreklerine ekilen sözü alır götürür. Kayalık yerlere ekilenler ise sözü hemen sevinçle kabul eden, ama kök salamadıklarından dolayı sadece bir süre dayanabilen kişilerdir. Böyleleri, Allah sözünden dolayı sıkıntıya uğrayınca, hemen sendeleyip düşerler. Diğer kimi insanlar, dikenler arasında ekilen tohumlara benzerler. Sözü işitirler; ama dünya kaygıları, zenginliğin aldatıcılığı ve daha başka tutkular araya girip sözü boğar ve ürün vermesini engeller. İyi toprağa ekilenler ise sözü işiten, onu benimseyen; kimi otuz, kimi altmış, kimi de yüz kat ürün veren kişilerdir.’

266. Sizden kimse altında nehirler akan, içinde hurma ve üzüm ağaçları bulunan bir cenneti (bahçesi) olsun ister mi? İçinde her türlü meyveden de bulunan (bir bahçe). Kendisi ise yaşlanmış ve zayıf (bakıma muhtaç) çocukları var. O haldeyken, içinde ateş bulunan bir kasırga o bahçeye isabet etsin de her şeyi yakıp yok etsin. Allah, ayetleri size işte böyle açıklar; belki tefekkür edersiniz.

            Benzer bir tasvir de İncil’de yer alır: “(İsa) onlara, “Dikkatli olun!” dedi. “Her türlü açgözlülükten sakının. Çünkü insanın yaşamı, malının çokluğuna bağlı değildir.” İsa onlara şu benzetmeyi anlattı: “Zengin bir adamın toprakları bol ürün verdi. Adam kendi kendine, ‘Ne yapacağım? Ürünlerimi koyacak yerim yok’ diye düşündü. Sonra, ‘Şöyle yapacağım’ dedi. ‘Ambarlarımı yıkıp daha büyüklerini yapacağım, bütün tahıllarımı ve mallarımı oraya yığacağım. Kendime, ey canım, yıllarca yetecek kadar bol malın var. Rahatına bak, ye, iç, yaşamın tadını çıkar diyeceğim.’ “Ama Allah ona, ‘Ey akılsız!’ dedi. ‘Bu gece canın senden istenecek. Biriktirdiğin bu şeyler kime kalacak?’ “Kendisi için servet biriktiren, ama Allah katında zengin olmayan kişinin sonu böyle olur.” (İncil, Luca 12:14-21)

267. Ey iman edenler! Kazandığınız şeylerin tayyib (iyi, güzel, hoş) olanlarından ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan infak edin. Kendiniz için göz yummadan almayacağınız habis (pis, çirkin, kötü) şeylere de yönelerek1 onlardan infak etmeyin. Ve bilin ki şüphesiz  Allah Gani’dir (Zengin olandır), Hamid’dir (Övülen ve şükredilendir).

            1 Sözlükte “pis, çirkin, kötü” anlamlarına gelen “habis” kelimesi, Kur’an’ da türevleri ile birlikte 10 ayette 16 defa (2:267; 3:179; 4:2; 5:100 (2); 7:58, 157; 8:37 (2); 14:26 (2); 21:74; 24:26 (4)) geçmektedir.

2 تَيَمَّمُوا” (teyemmemû) ifadesi, kök olarak” “ي م م” (ymm)'den gelir ve genel anlamıyla “bir şeyi kastetmek, yönelmek, amaçlamak” demektir. Bu, bağlamına göre farklı anlamlar kazanabilir. Kur'an'da yer alan “fakat su bulamamışsanız, o zaman tayyib (iyi, güzel, hoş) bir toprağa teyemmüm edin (yönelin) ve onunla (toprakla) yüzünüzü ve ellerinizi mesh edin (silin) şeklindeki ifade ile de su ile temizlenme (yıkanma, arınma) imkanı yoksa toprağa yönelerek onunla temizlenmeyi (arınmayı) ifade etmektedir. Bu ifade Kur’an’da 3 kez geçer: 2:267; 4:43; 5:6.

268. Şeytan (aldatan, saptıran) size fakirliği vadeder (muhtaç olmakla korkutur) ve fahşayı (çirkin işi, büyük günahları) size emreder.1 Allah ise katından size mağfiret (af) ve fazl (lütuf, cömertlik) vadeder. Ve Allah Vâsi’dir (Sınırsız ilim, nimet ve rahmet sahibidir), Alim’dir (Bilendir).

1 Yüce Allah önceki ayette kazançların en iyilerinden infak edilmesini ve kişiye verilmesi durumunda almak istemeyeceği şeyi başkalarına vermemesi gerektiğini ifade ettikten sonra, bu ayette şeytanın olaya müdahalesinden söz etmektedir. İnfak, bir iman kurumu olduğundan dolayı şeytan bu kurumu zedelemek veya mümkünse ortadan kaldırıp insanların Allah yolundan uzaklaşmalarını sağlamak için çaba sarf edecektir. Ayette sözü edilen şeytan, öncelikle cinlerden olan ve Allah’tan ümidini kesmiş bulunan “şeytan” olabileceği gibi, insanlar içinden şeytanlaşmış olanlar da olabilir; hatta insanı kötülüklere sevk eden nefsi de olabilir. İnsana kötülükler telkin eden her bir şey burada sözü edilen “şeytan” kavramının kapsamında kabul edilmelidir.

269. (Allah) hikmeti (yargıda bulunma kabiliyetini, bilgeliği) istediğine verir. Kime hikmet verilmişse, elbette ki çok hayır verilmiştir. Bunu da ulü’l-elbabtan (duruşu sağlam olanlardan) başkası zikretmez (hatırında tutmaz, anmaz).

270. O hâlde bilin ki Allah, nafaka (geçim için verilen) olarak neyi infak ettiğinizi yada adak1 olarak neyi adadığınızı1 bilir. Zalimler için de yardımcı yoktur.

1 “نَذْر” (nezr) kelimesi, bir şeyi yapmayı “taahhüt etmek” “söz vermek” ve “adamak” anlamına gelir. Bu kelime Kur’an’da 6 kez geçer: 2:270 (2 kez); 3:35; 19:26; 22:29; 76:7.

271. Eğer sadakaları açıktan verirseniz, ne güzel bir şeydir.1 Fakat onları gizler2 ve fakirlere verirseniz, o zaman bu sizin için daha hayırlıdır. Ve (Allah), seyyielerinizden3 bir kısmını küfreder (örter). Ve Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdardır.

1 “فَنِعِمَّا” (Feni‘imme) kelimesi, “ne güzel” veya “Ne güzel bir şey” demektir. “نِعْمَ” kelimesi de, “güzel” veya “iyi” anlamına gelir. Kur'an'da bu kökten türeyen farklı kelimeler de bulunmaktadır. Örneğin: “نِعْمَ” (ni’me), güzel veya iyi bir durumu ifade eder. “نَعِيم” (nâ’îm), bolluk, mutluluk veya nimet anlamına gelir. “أَنْعَام” (en’âm) ise, “hoş ve faydalı varlıklar” demektir ve bu da genellikle “sürü hayvanları” için kullanılır. “نِعْمَ” (ni’me) kelimesi Kur’an’da 18 kez geçer: 2:271; 3:136, 173; 4:58; 8:40 (2 kez); 13:24; 16:30; 18:31; 22:78 (2 kez); 29:58; 37:75; 38:30, 44; 39:74; 51:48; 77:23.

2 “خَفَى” (khafa) “gizli, saklı, örtülü” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 34 kez geçer: 2:271, 284; 3:5, 29, 118, 154; 4:108 (2 kez), 149; 5:15; 6:28, 63, 91; 7:55; 11:5; 13:10; 14:38 (2 kez); 19:3; 20:7, 15; 24:31; 27:25; 32:17; 33:37, 54; 40:16, 19; 41:40; 42:45; 60:1; 69:18 (2 kez) 87:7.

            Karşılıksız yardımların gizli yapılması, İncil, Matta 6:2-4 ayetlerinde, şöyle yazılıdır: “Birisine sadaka verirken, bunu borazan çaldırarak ilan etmeyin. İkiyüzlüler, insanların övgüsünü kazanmak için havralarda ve sokaklarda böyle yaparlar. Sadaka verirken, sol eliniz, sağ elinizin ne yaptığını bilmesin; verdiğiniz sadaka gizli kalsın.”

3 Bu sözcük, “سُوء” (sû’) kökünden türetilmiştir. Kök anlamı da “kötü”, “zarar”, “rahatsızlık”, “kötülük”, “çirkinlik” demektir. Aynı kökten türetilmiş olan “سَيِّـَٔا” (seyyie) sözcüğü ise, genellikle bir kötü eylem veya yasaklanmış bir davranışı ifade eder.

272. Onlara hidayet (kılavuzluk) etmek sana ait değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır için infak ettikleriniz (yaptığınız harcamalar) kendiniz içindir. Sadece Allah’ın rızasını kazanmak için infak edersiniz ve hayırdan ne harcarsanız, karşılığı size eksiksiz olarak verilir. Sizler asla haksızlığa da uğratılmazsınız.

273. (İnfak), Allah yolunda mahsur bırakılmış (engellenmiş) fakir1 kimseler içindir. (Onlar) arḍda (bulundukları bölgelerde) dolaşmaya güç yetiremezler. Bilmeyenler, iffetlerinden (istememelerinde) dolayı onları zengin sanır. Onları simalarından tanırsın! Israrla insanlardan istemezler.2 Hayırdan ne infak ederseniz, bilin ki Allah onu bilir!

1 Miskin: Temel ihtiyaçlarını (beslenme, barınma, sağlık vb.) dahi karşılayamayan veya büyük zorluk çeken kişidir. Fakir ise; Temel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan ancak miskine göre daha az muhtaç olan kişidir. Dolayısıyla miskinlere zekat, fakirlere de sadaka verilir. Fakir Kelimesi Kur’an’da 15 kez geçer: 2:268, 271, 273; 3:181; 4:6, 135; 9:60; 22:28; 24:32; 28:24; 35:15; 47:38; 59:8; 72:25.

 2 Yüce Allah, insanların yapacakları yardımın verecekleri sadakaların kimlere ulaştırılması gerektiğini ifade etmektedir. Bu çerçevede sadaka ve infakın fakirlere yönelik olması gerektiği hükme bağlanmakta, bu kişilerin “beş” sıfatı bildirilmektedir;

ı- Allah yolundaki gayretlerinden dolayı mahsur kalmış (iaşesi için çalışmaya zaman bulamayan)

ıı- Yeryüzünde dolaşıp iş aramaya güç yetiremeyen veya yoksun bırakıldıkları veya engellendikleri için iş bulamayan,

ııı- Onurlu tavırlarından dolayı onları zengin sanır,

ıv- Simalarından anlarsın,

v- Kimseden ısrarla bir şey istemezler.

274. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık infak eden kimselerin ecirleri (yaptıklarının karşılığı) Rablerinin yanındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar hüzünlenmeyecekler!

275. Riba1 (yüksek faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpmış kimselerin kalktığı gibi kalkarlar.2 Bu, onların “şüphesiz satış yapmak da riba gibidir.”3 demelerinden dolayıdır. Allah, satış yapmayı helal kılmış, ribayı ise haram kılmıştır. O hâlde Rabbinden bir vaaz (öğüt, uyarı) geldiğinde, kim (ribadan) vazgeçerse, o zaman geçmişte yaptığı4 onundur. İşi (yapmış olduklarının hükmü) ise Allah’a kalır! Kim de (tefeciliğe) dönerse, işte onlar ateş halkıdır; onlar orada kalıcıdır.

            1 Bu kelime, “artmak, fazlalaşmak, kabarmak, yükselmek” gibi anlamlara gelen “رَبَا” (râba) kelimesinden türemiştir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 18 kez geçer: 2:265, 275 (3 kez), 276 (2 kez), 278; 3:130; 4:161; 13:17; 16:92; 22:5; 23:50; 30:39 (3 kez); 41:39; 69:10.

Bu ifade İbranice’de de “תַּרְבִּית” (rabah) şeklinde geçmektedir ve yüksek olan, artırılmış, yükseltilmiş faiz ile borç vermek, yani tefecilik faizi uygulamak demektir. Kredilerdeki aşırı faizin bütün bir ülkeyi tamamen yok edebileceği yerleşmiş ekonomik bir ilkedir. Son birkaç yılda aşırı faiz uygulanan birçok ülke ekonomisinin mahvoluşuna tanık olduk. Kimsenin mağdur edilmediği ve herkesin tatmin olduğu normal faiz (% 20’den az) tefecilik değildir. (Bu ifadelerin söylendiği 1980’li yıllarda ABD’de yıllık enflasyon % 1 civarındaydı. (Kur’an-Son Ahit, s:26)

            Tevrat’ta ayrıca faiz kelimesi de נֶשֶׁךְ (nashak) şeklinde geçmektedir.

 Hem riba (tefecilik) “תַּרְבִּית (rabah)” hem de faiz נֶשֶׁךְ (nashak) sözcüklerinin birlikte geçtiği bazı Tevrat ayetleri:

Faiz ile ve tefecilik ile malına mal katan, onu yoksullara acıyan (yoksulları kayıran) için biriktirir.” (Özdeyişler 28:8)

“hiçbir şeyini faiz ile vermedi ve tefecilik yapmadıysa, haksızlıktan da elini çektiyse ve iki kişi arasında adaleti yerine getirdiyse; kanunlarıma uyduysa ve hakikate uygun yaşamak için hükümlerime bağlı kaldıysa, o gerçekten doğru biridir. Mutlaka yaşayacaktır.’ Adonay (Rab, efendi) Yahve’nin sözü.” (Hezekiel 18:8, 9)

Tefecilik yaparak yüksek faiz almıştır. O kesinlikle yaşamayacaktır.” (Hezekiel 18:13)

“Mazluma sıkıntı vermedi, tefecilik yaparak faiz almadı, hükümlerime ve kanunlarıma uydu…” (Hezekiel 18:17)

“Senin içinde kan dökmek için rüşvet aldılar. Tefecilik yaparak faiz aldın, komşularını dolandırarak zorbalıkla kazanç edindin ve Beni unuttun.’ Adonay (Rab, efendi) Yahve’nin sözü.” (Hezekiel 22:12)

Ayrıca: Tevrat ve İncil’de, ticaret gibi işler nedeniyle verilen yüksek olmayan faiz yasaklanmadığını görüyoruz. Buna rağmen ihtiyaç sahibi mümin bir fakire düşük faizli borç verilmesinin de menedildiği hususunda Hıristiyan ve Yahudi çevrelerde münazaraların olduğu da unutulmamalıdır.

Kredilerdeki aşırı faizin bütün bir ülkeyi tamamen yok edebileceği yerleşmiş ekonomik bir ilkedir. Son birkaç yılda aşırı faiz uygulanan birçok ülke ekonomisinin mahvoluşuna tanık olduk. Kimsenin mağdur edilmediği ve herkesin tatmin olduğu normal faiz (% 20’den az) tefecilik değildir. (Kur’an-Son Ahit, s:26) Bu ifadelerin yayınlandığı 1989 yılında ABD’nin yıllık enflasyonu % 4,8 civarındaydı. Dolayısıyla enflasyonun en fazla % 15 üzerinde olan kredi tefecilik kapsamına girmediği değerlendirmesi yapılmıştır. 

3 بيع “bey’” satım demektir. Yani, bir malı bir değer karşılığında başkasına satma işidir.

Bazı çevirilerde “bey’” sözcüğü “alış-veriş” veya “ticaret” şeklinde çevrilmiştir. Bunun doğru bir çeviri olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü “bey” sözcüğü ile “ticaret” yani alışveriş sözcükleri 27:37 ayetinde birlikte kullanılmış olduğunu görüyoruz.

4 “سلف” (selefe), “(önceden) gönderilen, yapılan” anlamına gelir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 8 kelime geçer: 2:275; 4:22, 23; 5:95; 8:38; 10:30; 43:56; 69:24.

276. Allah, ribayı (yüksek faizi) siler (yok eder). Sadakaları ise artırır. Allah, âsiym1 (suçlu, günahkar ve kabahatli) olan kafirlerin tümünü de sevmez.2

1 İsm (إِثْم) kelimesi Arapçada 'günah', 'suç', 'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi anlamlara gelir. İbranice’deki ‏אַשָּׁם‎ (asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç', 'günah' ve 'kabahat' anlamlarını taşır. Bunu fiilleri sürekli işleyenlere de “âsiym” denilmektedir. “âsiym” ifadesi, Kur’an’da 10 kez geçer: 2:276, 283; 4:107; 5:106; 26:222; 44:44; 45:7; 68:12; 76:24; 83:12.

2 Bu ayet, 30:39 ayetiyle birlikte okunmalıdır. Yüce Allah faize dair gerçekleşen artışın aslında hakikatte bulunmadığını, çünkü kendisinin onu sileceğini ifade etmekte, buna karşılık malın azalmasına sebep olan sadakaları ise bereketlendirerek artırdığını bildirmektedir.

277. Şüphesiz ki iman eden, salih ameller (doğru, yapıcı, erdemli fiiller) işleyen, salatı (Allah’a yöneliş duasını, elçiye ve müminlere yardımı, onlara destek olmayı) doğru ve istikrarlı bir şekilde yerine getiren ve zekât veren kimseler, işte onlar için Rablerinin yanında ecirleri (yaptıklarının karşılığı) vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar hüzünlenmeyecekler!

278. Ey iman edenler! Allah’a karşı takvalı (sakınan) olun. Müminler iseniz, ribadan kalan kısmını da bırakın (almayın)!

279. Eğer böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve resulü tarafından (tefecilere karşı açılan) savaşı bilin!1 Eğer tevbe ederseniz, malınızın aslı (anaparanız) sizindir. (Böylece) ne zulmedersiniz ne de zulme uğrarsınız.2

1 Bu suredeki beş ayetten (2:275-279) başka, 3:130, 4:161 ve 30:39 ayetlerinde de tefeciliğin yani yüksek faizle borç vermenin kesin olarak yasaklandığı bildirilmiştir.

2 “Haksızlık etmemek ve haksızlığa uğratılmamak” cümlesi, Kur’an’ın en önemli prensiplerinden bir tanesidir.

280. Eğer (borçlu) dardaysa, o zaman bir kolaylığa kadar bekleyin. Bilin ki, tasadduk etmeniz (alacağınızı bağışlamanız) sizin için daha hayırlıdır.

281. Allah’a döndürüleceğiniz gün için de takvalı (sakınan) olun. Sonra her nefse kazandığının karşılığı tam verilecek, onlara haksızlık da edilmeyecek!1

1 Bu cümle, aynı sözcüklerle 3:161’de de tekrarlanmaktadır.

282. Ey iman edenler! Belirlenmiş bir ecele1 (süreye, vakte) kadar birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın.2 Kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Kâtip, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı reddetmesin3 ve (gerçeği olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) kişi de yazdırsın ve Rabbi olan Allah’a karşı takvalı olsun; borcundan da hiçbir şey eksiltmesin (eksik yazdırmasın). Üzerinde hak olan (borçlu) kişi, eğer sefih (beceriksiz, aklı kıt, bunamış) veya zayıf (aciz, hasta vb) ya da yazdırmaya gücü yetmeyen kimse ise, o zaman velisi (yoldaşı, rehberi, gözeticisi) adaletle yazdırsın. Adamlarınızdan4 da iki tanık tutun. Eğer iki adam yoksa, o zaman tanıklıklarından razı olacağınız bir adam ve iki kadın; kadınlardan biri yanılırsa, diğeri ona hatırlatsın.5 Tanıklar çağrıldıkları zaman da (tanıklık etmeyi) reddetmesinler!3 Küçük veya büyük hiçbir şeyi, eceline (belirlenmiş tarihine) kadar yazmaktan üşenmeyin. Böyle yapmanız, Allah katında en adaletli, tanıklık için de en sağlam, şüpheye düşmemeniz için de en uygun olandır. Ancak aranızda hemen alıp vereceğiniz peşin bir ticaret olursa bu hariç; o zaman onu yazmamanızda sizin için bir cünah (engel, sakınca) yoktur.  Karşılıklı (yüz yüze) satış yaptığınızda da tanık tutun; yazana da tanıklık edene de zarar verilmesin.6 Eğer yaparsanız (zarar verirseniz) bilin ki o fasıklıktır (haktan sapmaktır). Allah’a karşı da takvalı olun. Size öğreten Allah’tır.7 Ve Allah, her şeyi bilendir.

1 ecel-i müsemmâ”yı kıyamet günü olarak yorumlayarak, insan ecelinin tek olduğunu iddia edenler vardır. Bununla birlikte insanlar için belirlenen hayat süresi, takdir edilmiş bir süre, belirlenmiş olan ömrün sonu olarak yorumlayanlar da vardır.  “Ecel-i müsemma” ifadesi Kur’an’da 21 kez geçer: (2:282; 6:2,60; 11:3; 13:2; 14:10; 16:61; 20:129; 22:5, 33; 29:53; 30:8; 31:29; 35:13,45; 39:5,42; 40:67; 42:14; 46:3; 71:4)

2 Bu ayet, Kur’an’ın en uzun ayetidir ve “borçlanma ayeti” olarak anılır. Bu ayet; vadeli alışverişlerin yazılması, yazdırılması ve tanıkların bulunmasının gerekliliğini hükme bağlamaktadır.

3 “اَبٰٓى” (ebâ) sözcüğü, “reddetmek, istememek, karşı çıkmak” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 11 ayette 12 kez geçer: 2:34, 282 (2 kez); 9:8, 32; 15:31; 17:89, 99; 18:77; 20:56, 116; 25:50; 33:72.

4 “Erkeklerinizden” ifadesi, şahidin Müslim olması gerektiğini bildirmektedir. Zımmiler ise zımmileri şahit tutabilirler.

5 Finansal işlemler, iki kadının şahit olarak bir erkeğin yerini alabileceği tek durumdur. Bu ifade ile “iki kadının bir erkeğe denk olduğu” sonucuna varılamaz. Aksine, alışverişle ilgili konularda şahitlik edebilecek bir erkek ile meşguliyeti ve konuya dair yeterince bilgi ve tecrübesi olmaması nedeniyle şaşırma ihtimaline karşı iki kadının şahitliğinden söz edilmektedir. Birinin şaşırması durumunda diğerinin hatırlatması ile zaten birebir eşitlik durumu sağlanmaktadır. Ayetteki “şaşırma ve hatırlatma” gerekçesine göre, birinci kadın şaşırmazsa zaten ikinci kadının şahitliğine gerek kalmamaktadır. Bu ayetin mesajı 24:6-9 ayetleriyle birlikte okunmalıdır ki bu ayetlerde şahitliğin eşitliğinden, hatta kadının şahitliğinin erkeğinkine göre daha etkin oluşundan söz edilmektedir.

6 Satış işinde kimse kâtip veya şahit olmaya ya da bir tarafın aleyhine tanıklığa zorlanamaz.

7 Yüce Allah, yapmış olduğu uyarıları ile sosyal ve ekonomik hayata dair kullarına verdiği görevlerin nelerden oluştuğunu bu şekilde öğretmekte, bu bilgilendirmeyi de her şeyi biliyor oluşu nedeniyle gerçekleştirdiğini ifade etmektedir.

283. Eğer seferde (yolculukta) iseniz ve yazacak birini de bulamazsanız, o zaman tutulan1 rehinler (ipotekler yeterlidir). Eğer birbirinize güvenmişseniz, o zaman kendisine güvenilen, üzerindeki emaneti ödesin ve Rabbi olan Allah’a karşı takvalı (sakınan) olsun. Tanık olduğunuz şeyi de gizlemeyin.2 Kim onu izlerse, bilsin ki artık onu gizleyenin kalbi âsiymdir (suçtur, günahtır ve kabahattir). Allah da yaptıklarınızı Bilendir.

1 “قبض” (kabz) sözcüğü, ““yakalamak”, “tutmak”, “sıkıştırmak” ve “kapmak” anlamlarına gelir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 8 kelime geçer: 2:245, 283; 9:67; 20:96 (2 kez); 25:46 (2 kez); 39:67; 67:19.

2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.

284. Semalarda (7 evrende, göklerde) ve arḍda (yerde, egemen olunan yerlerde) ne varsa Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de, Allah sizi onunla hesaba çeker.1 İstediği kimseye mağfiret eder, istediği kimseye de azap eder. Ve Allah, her şeye Kadirdir (her şeye gücü yetendir).

1 Burada ve 2:225, 16:22 ve 16:106’ncı ayetlerde kişilerin tasarladıkları düşüncelerin de hesaba konu olduğuna dikkat çekilmektedir.

285. Resul, Rabbinden kendisine indirilen şey ile iman etti; müminler de! Hepsi, Allah, melekleri, kitapları ve resulleri ile iman etti. (Dediler ki:) “O’nun resullerinden kimseye ayırım yapmayız”1 ve dediler ki: (Çağrıyı) İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz! Dönüşümüz de Sanadır.”2

1 Büyük emirlerden biri şudur: “Allah’ın elçileri arasında hiçbir ayrım yapmayın” (2:136, 3:84, 4:150,152). İmanlılar “İşitiyoruz ve itaat ediyoruz diyerek tepki verirken, puta tapanlar diğer tüm elçileri hariç tutarak, Yüce Allah’ın adının yanında Muhammed’in adını anmaktaki ısrarlarını haklı çıkarmak için tepki gösterirler. Gelenekçi Müslümanlar, inancın beyanı olan şehadet kelimesinde de sadece Allah’ın anılması gereken salatlarda da Muhammed’i anarlar. (72:18).

1 Kur’an’da ismi verilen elçilerden söz edilirken, bazen onların nebi (kitap verilen elçi), bazen de resul (elçi) olarak söz edilmektedir. Hatta bazı ayetlerde hem nebi hem de resul oldukları belirtilmektedir.

Kur’an’da, “nebî” ve “resûl” kavramları ile ilgili olarak yapılan araştırma neticesinde şu kanaatlere varılmaktadır:

1- “Nebi” ve “resul” iki ayrı kavramdır. (19:51,54; 33:40)

2- Nebilere kitap (ayetler, sahifeler) verilmiştir. (6:83-89; 3:79; 45:16)

3- Nebiler, Allah adına hüküm veren ve Allah’ın vekili değil; Allah’ın emir ve nehiylerini duyuran elçilerdir. (7:203; 10:15; 46:9)

4- Nebiler, kendilerine emredilen şeylerin üstünde değildirler; yani kendileri de okudukları vahyin muhataplarıdırlar. (7:203; 46:9)

5- Nebilerin, vahye herhangi bir şey eklemesi veya bir şeyi çıkarması (veya gizlemesi) mümkün değildir. (10:15)

6- Kur’an’da 22 kişi için “Nebi” ifadesi kullanılmıştır. Bunlar; Adem, İdris, Nuh, İbrahim, İshak, İsmail, Yakub, Eyyub, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Yusuf’, Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, Elyesa, Yunus, Lut, Zülkifl ve Muhammed. (3:3; 6:83-89; 7:157; 16:44,64)

7- Kur’an’da ‘Nebi’ ifadesi kullanılmayan ve sadece ‘Resul’ oldukları belirtilenler; Hud, Şuayb ve Salih’tir (26:124, 125; 142, 143; 177,178).

8- Allah katında resuller ve nebiler arasında bir derecenin olduğu; ancak insanların, onların arasında hiçbir ayırım yapmamaları gerektiği belirtilmektedir. (2:253; 17:55)

9- Muhammed, bütün insanlığa gönderilen hem bir resul hem de bir nebidir. Nebilerin de mührüdür (sonuncusudur), ondan sonra nebi gelmeyecektir. (33:40)

10- Resuller, kendilerine bildirilen vahyi ulaştırmakla görevlendirilen elçilerdir. (5:67,99;7:68; 33:39; 36:17; 72:23)

11- İnsanlar dışında, melek ve cinlerden de resuller (elçiler) bulunmaktadır. (22:75; 3:179; 42:13; 6:130,131)

12- Allah’ın dinini insanlara ulaştırma görevi insanlar arasından seçilen nebi ve resullere verilmiştir. (16:43; 25:20)

13- Bütün nebilere aynı zamanda risâlet, yani resullük (elçilik) görevi de verilmiştir. (7:94; 19:51,54) Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere her nebi bir resuldür; ancak her resul, nebi değildir.

14- Nebi ve resullere gönderilen vahyin, görevli melekler tarafından gözetlendiği; gönderilen vahyin hiçbir değişikliğe uğramadan, olduğu gibi ulaştırıldığı, bu işlemlerin de kayıt altına alındığı belirtilmektedir. (72:26-28)

15- Kur’an’da, isimleri geçen resuller dışında da bir çok resulün gönderilmiş olduğu belirtilmiştir. Kur’an ayetlerine göre 22 nebi ve sayıları bilinmeyecek kadar insanlar ve cinlerden resuller vardır. (4:164)

16- 12:109 ayetinde elçilerin ricalden seçildiği belirtilmektedir.

Rical sözcüğünün Türkçe karşılığı ‘adamlar’ ifadesidir. Rical kelimesi “olgunlaşmış, yiğit, cesur, adam” demektir. Rical kelimesi cinsiyet belirtmez. Yani kadın elçiler de olabilir. Bu nedenle Kur’an’da 66:11,12 ayetlerinde mümin kadınlara örnek olarak verilen firavunun karısı ile İsa Nebi’nin annesi Meryem’in elçi olduğu kanaatine varılmaktadır.

Bu konu ile ilgili Tevrat ve İncil’de yapılan araştırmada “Kadın Elçiler” den söz edildiğini görüyoruz. Ayrıca Eski Ahit’te, kadın enbiya için “něbī’āh”; Yeni Ahit’te de “prophētis” ifadesinin kullanıldığını da görüyoruz. Buna birkaç örnek verelim: “Harun’un kız kardeşi Nebi Miryam tefini eline aldı...” (Tevrat, Çıkış, 15:20); “O sırada İsrail’i Lappidot’un karısı Nebi Debora yönetiyordu.” (Tevrat, Hakimler 4:4); “Kâhin Hilkiya, Ahikam, Akbor, Şafan ve Asaya varıp tapınaktaki giysilerin nöbetçisi Harhas oğlu Tikva oğlu Şallum’un karısı Nebi Hulda’ya danıştılar.” (Tevrat, 2. Krallar 22:14); “... kadın Nebi Noadya’yla öbür nebilerin yaptıklarını da unutma.” (Tevrat, Nehemya 6:14); “Nebi olan karım bundan bir süre sonra gebe kaldı ve bir erkek çocuk doğurdu”. (Tevrat, Yeşaya 8:3); “Anna adında çok yaşlı bir kadın nebi vardı”. (İncil, Luka 2:36)

17- 7:35 ayetinde; Nebimiz Muhammed’den sonra Allah’ın ayetlerini anlatacak ve açıklayacak resullerin geleceği belirtilmektedir.

Bu ayet ile bir çok ayetten (3:179; 6:130,131; 22:75; 33:40; 42:13 vb) anlaşıldığı gibi nebiler, yeni bir kitap ve hüküm (şeriat) getirmişler. Resuller ise kendilerinden önceki nebinin şeriatı ve kitabını insanlara hatırlatmakta ve bu konuda onları uyarmaktadırlar.

18- 72:26-28 ayetlerinde, Allah isterse, elçilerden istediğine, gaybtan istediği kadarını bildireceğini belirtmektedir.

19- Yüce Allah’ın, resulü bir konuda uyarmak istediğinde kendisine “nebi” diye hitap ettiği görülmektedir. (3:161; 66:1; 3:79,80)

20- Resul’e itaat edilmesi istendiğinde ise, vahyi ulaştırmakla görevlendirilmiş kişi olan “resul” ifadesi kullanılmaktadır. (3:32,33, 132, 172; 4:59, 69, 80; 5:92; 7:24; 8:1, 20, 46; 20:90; 24:52, 54, 56; 33:33,71; 47:33; 48:17; 58:13; 64:12)

21- Kur’an’da, hiçbir elçiye özel bir şefaat yetkisi verilmediği görülmektedir. Ancak, Allah’ın istediği kişilere şefaat etme izni verileceği, o kişilerin de Allah’ın istediği kişilere şefaat iznini kullanabileceği, Allah’ın izin vermediği kişilere şefaat edilmeyeceği belirtilmektedir. Şefaat ile ilgili açıklama, 2:48 ayetinde yer alır.

22- Nebi ve resul dışındaki insanlara da vahyedilmektedir. (28:7)

2 Benzer mesajlar: 2:285; 4:152.

286. Allah, bir nefse gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.1 Her ne elde ettiyse kendisinindir; her ne elde ettiyse onadır. “Rabbimiz! Unutursak veya hata edersek (suç işlersek)2 bizi sorumlu tutma. Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de yük3 yükleme. Rabbimiz! Takatimizin4 yetmeyeceği şeyleri de bize yükleme. Bizi affet, bize mağfiret et ve bize merhamet et. Mevla’mız (Efendimiz, koruyucumuz, nimet verenimiz)5 Sensin. O hâlde kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et.”

1 5:48, 6:165 ve 65:7 ayetinde yer alan bilgiye göre “Yüce Allah insanlara ne kadar imkân vermişse herkesi verdiği imkân kadar imtihana tabi tutacaktır.” Esasında bu tür ifadelerin hepsi devam eden cümledeki şu duanın da kabul edildiğinin bir delilidir: “Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme; bizi onlarla sorumlu tutma!” Bazılarının sandığı veya iddia ettiği gibi mahşerdeki sorgulama standart değildir; herkese aynı sorular da sorulmayacaktır. Aksi takdirde tam bir adaletsizlik söz konusu olur ki Rabbimiz hem adaletsizlikten hem de haksızlıktan uzaktır. Benzer mesajlar: 2:233; 5:48; 6:152, 165; 7:42; 23:62; 65:7.

2 Arapça’da “suç” anlamına gelen خطأ “hata” sözcüğünün İbranice’deki karşılığı da “חֵטְא” (Het-Hata)’dır ve “suç” anlamına gelmektedir. “hata” sözcüğü, Kur’an’da 19 ayette geçmektedir. (2:58, 81, 286; 4:92, 112; 7:161; 12:29, 91, 97; 17:31; 20:73; 26:51; 28:8; 29:12; 33:5; 69:9,37; 71:25; 96:16)

3 “اِصْرَ” (‘isr) sözcüğü “yük” demektir. Bağlama göre bu yük, hem fiziksel hem de manevi anlamda bir sorumluluk veya zorluk olabilir. Bu sözcük Kur’an’da 3 kez geçer: 2:286; 3:81; 7:157.

4 “طَاقَة” (takât) sözcüğü “güç”, “kuvvet”, “kapasite” anlamlarına gelir. Bu sözcük Kur’an’da 3 kez geçer: 2:184, 249, 286.

5 Mevlâ ifadesi ile ilgili açıklama 120’nci ayette yer alır.