Râhmânir-Râhîm
(Merhamet eden Merhametli) Allah’ın Adıyla
1. Elif, Lam Mim.1
1 ‘Elif, Lam, Mim’
Başlangıç harfleri ile başlayan 6 surede (2:1, 3:1, 29:1, 30:1, 31:1, 32:1) toplam;
8944 tane ‘Elif’, 6494 tane ‘Lam’, 4436 tane de ‘Mim’ harfi vardır.
Hepsinin de toplamı 19874’tür. Bu da 19’un 1046
katıdır.
Neslimiz, Kur’an’daki
iki büyük mucizeye tanıklık etme ayrıcalığına sahiptir: olağanüstü bir
matematiksel kod ve eşsiz bir edebi mucize. İnsanlar, matematiksel bir
düzenlemeye sahip bir metin yazmaya çalıştığında, bu genellikle metnin edebi
kalitesini olumsuz etkiler. Ancak Kur’an, bu matematiksel kodun yanı sıra,
edebi mükemmeliyet açısından da eşsiz bir standart sunmaktadır.
2. İşte bu (Kur’an), içinde kuşku1
bulunmayan bir Kitap’tır. Muttakiler2 için hidayettir3 (kılavuzdur, rehberdir).4
1 “Reyb” kelimesi
Arapça’da her türlü belirsizlik, kararsızlık, korku ve şüphenin genel ismidir. Bu sözcük, Kur’an’da
18 yerde geçer: 2:2, 23; 3:9, 25; 4:87; 6:12; 9:45; 10:37; 17:99; 18;21; 22:5,
7; 32:2; 40:59; 42:7; 45:26, 32; 52:30. Kur’an’da “reyb” sözcüğü genellikle, kendisinde
kuşku olmayan Kur’an ve Kıyamet için kullanılmaktadır.
2 “وَقَى”
(vekâ) sözcüğü, “korumak”, “muhafaza etmek” anlamına gelen bir fiil köküdür. Bu
kökten türeyen birçok kelime, korunma ve sakınma anlamlarıyla ilişkilidir. “تقوى”
(takvâ) kelimesi de aynı kökten gelir ve “Allah'a karşı gelmekten
sakınmak”, “kendini koruma altına almak” anlamında kullanılır.
Muttakilerin (Allah’a karşı sakınanların) özellikleri Kur’an’da
şöyle anlatılır:
1-
Kur’an, takva sahipleri için hidayet
(kılavuz) olan bir kitaptır. (2:2) Kur’an, onlar için apaçık ayetler,
öncekilerden misaller içeren bir zikirdir. (24:34; 3:138) O, takvanın kaynağıdır
ve
bağışlanma kaynağıdır. (74:56)
2- Kur’an’a sıdk (doğruluk, gerçek) ile
gelir ve onu tasdik ederler (doğrular, ona sadakat gösterirler) (39:33)
3- Allah
ve ahir (son, ahiret) gün ve melekler ve Kitap ve nebiler ile iman eder (inanır
ve güvenirler). (2:177)
4-
Kur’an’a ve Kur’an’dan önce indirilen (Tevrat ve İncil’e) ile iman ederler (inanır
ve güvenirler). (2:4)
Ayrıca: Takva sahiplerinin özellikleri ile ilgili şu ayetler
incelenmelidir: 2:3, 4, 44, 63, 92, 131, 177, 180, 183, 187, 190, 194,
196, 197, 203, 224, 237, 241, 278, 279, 282, 283; 3:113, 114, 134, 135; 4:1,
9, 41; 5:2, 8, 35, 88; 6:153; 7:26, 35, 63, 169, 171, 201;
8:25, 56; 9:4, 7, 36, 44, 109, 119; 12:109; 13:20-22; 16:28;
18:107; 28:83; 30:31; 31:32, 33, 33:1, 2, 70; 35:32; 36:45; 49:3, 10-12; 51:16-19; 58:9; 59:7, 18; 64:5, 16;
Takva
sahiplerinin mükafatı ile ilgili de şu ayetler incelenmelidir: 2:5; 3:136;
5:65; 7:156; 8:29, 34; 9:115; 11:49, 90; 13:19-24,
35; 15:45-48; 16:30-32; 19:61-63,
85; 22:32; 38:49-52;
39:20, 34, 61, 73, 74; 44:51-57; 45:19; 49:13; 54:54, 55; 57:28; 68:34.
3 Hidayet: Kılavuz
etmek, rehber demektir. Bu sözcük, türevleri ile birlikte Kur’an’da 316 kez
geçer.
4 Farklı dönemlerde insan topluluklarına nebiler
(peygamberler) aracılığıyla gönderilen ilahi metinler (semavi
kitaplar), dilsel çeşitlilik arz etse de temel bir ortak paydaya sahiptir: tek
bir İlaha (Yüce Olana) ibadet (kulluk, hizmetkarlık) etmeye
davet. Bu varlık, Tevrat'ta "Yahve" (Ben, Ben Olan’ım) olarak,
Kur'an'da ise "Allah" (el-ilah, yani Yüce olan Yüce) olarak
tanımlanmaktadır.
Bu ifadeler, Tanrı'nın kendiliğinden varoluşunu,
değişmezliğini ve mutlak bağımsızlığını vurgular. Başka bir varlığa bağlı
olmaksızın var olan, başkasına ihtiyacı olmayan, başlangıcı ve sonu olmayan,
her şeyi kapsayan bir varoluşu ifade eder.
Bu ilahi metinlerin dilleri farklı olsa da, kaynakları birdir.
Kur'an'a göre bu kitapların ana kaynağı, 43:4 ayetinde "Ümmü'l-Kitab"
(Kitapların Anası); 56:78 ayetinde "Kitab-ı Meknûn" (Saklı
ve Korunmuş Kitap); 85:22 ayetinde ise "Levh-i Mahfuz" (Korunmuş
Levha) olarak ifade edilen, tüm değişikliklerden arındırılmış ve ebediyen saklı
tutulan bir kaynaktır.
Bu ayette yer alan "el-Kitab" ifadesi ise; genel olarak
Tevrat, İncil ve Kur'an'ı kapsayan ilahi vahyin bütününü ifade etmekle
birlikte, bazı bağlamlarda özellikle Kur'an'ın kendisi için de
kullanılmaktadır.
3. Onlar,
gayb1
ile2
iman ederler,3
salatı4
(Allah’a yöneliş duasını; elçiye ve
müminlere yardımı, onlara destek olmayı) da doğru ve istikrarlı olarak yerine getirirler5. Kendilerine verdiğimiz rızıktan6 da infak7 ederler.8
1 “Gayb” sözcüğü, “görülmeyen, algılanamayan, bilinmeyen” anlamlarına
gelir. İnsanların duyularıyla algılayamadığı, akıl yoluyla da tam olarak
bilinemeyen, görünmeyen gerçeklikler bununla ifade edilmektedir. Bu kavram,
genellikle Allah’ın bilgisi dışında kalan ve insanlara kapalı olan olaylar ve
durumları tanımlar.
2 Kur’an, hem İslam inancı hem de insanlık tarihi açısından temel
bir metin olarak, kendine özgü gramer ve semantik özelliklere sahip bir Arapça
formunda indirilmiştir. İlahî bir vahiy olması sebebiyle, Kur’an’ın anlamı ve
mesajı, tarih boyunca pek çok dilbilimsel ve teolojik incelemeye tabi
tutulmuştur. Ancak, Kur’an’ın indirilişinden sonraki dönemlerde din bilginleri,
kendi yorumlarına dayalı farklı yaklaşımlar geliştirmiş ve bu yorumlar
doğrultusunda Arapça dilbilgisi kuralları oluşturulmuştur.
Oluşturulan bu
kuralların bazı durumlarda Kur’an’ın özgün dil yapısını ve bağlamını tam olarak
yansıtmadığı, ayrıca Kur’an’daki kelime ve edatların bağlamına uygun şekilde
yorumlanmadığı gözlemlenmiştir. Bu durum, Kur’an’ın içerdiği mesajların eksik
ya da yanlış anlaşılmasına yol açabilmektedir.
Bu duruma verilebilecek örneklerden biri de “بِ”
(bi) edatıdır. Çünkü “bi” edatının doğru
bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması, ayetlerin anlam zenginliğini korumak
ve bağlama uygun şekilde yorumlanmasını sağlamak açısından büyük önem taşır.
Kur’an’da genellikle “ile” veya “aracılığıyla” anlamında kullanılan “بِ” (bi) edatı,
birçok ayette önemli bir dilbilgisi kuralı ve semantik rol oynamaktadır. Ancak
bu edat, bazı çevirilerde Türkçedeki “-a”, “-e”, “-da”, “-de” gibi eklerle
karşılanmış ya da bağlama uygun olmayan şekillerde çevrilmiştir. Bu konu
ile ilgili ayrıntılı açıklama 2:39 ayeti dipnotunda yer almaktadır.
3 “ايمان” (îmân), inanmak ve güvenmek anlamına gelir.
İnanmak, bir şeyi kalben doğru kabul etmek, yani onu
tasdik etmek demektir. Güvenmek ise, ise inanılan şeye güven duyup bağlanmak,
yani ona itimat etmektir.
Bununla birlikte, İslam terminolojisinde iman, sadece
kalben inanmayı değil, aynı zamanda bu inancın gereği olan davranışları yerine
getirmeyi de kapsar. Bu durum, Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir:
“Kim Allah ve ahir (son, ahiret) gün ile iman ederse (inanıp
güvenirse) ve salih ameller (doğru, yapıcı, erdemli fiiller)
işlerse; işte onların ecirleri (yaptıklarının karşılığı) Rablerinin
katındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2:62;
Mâide, 5:69)
Bu iki ayet,
imanın yalnızca zihinsel bir tasdik olmadığını, aynı zamanda salih amellerle
desteklenmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bu nedenle, “iman etmek” hem inanıp
güvenmek hem de bu inanca uygun bir yaşam sürmek anlamına gelir.
4 Kur’an’da geçen "salât" (الصلاة) kavramı, bulunduğu bağlama (siyak-sibak)
göre farklı anlam katmanları taşımaktadır. Bu çok anlamlılık, hem kelimenin kök
anlamından hem de Kur’an’daki kullanım çeşitliliğinden kaynaklanmaktadır.
Kavram, sadece ritüel ibadetle sınırlı kalmayıp daha geniş bir anlam evrenine
yayılmaktadır.
Allah’ın Rahmeti ve Desteği Anlamında
"Salât"
Bazı ayetlerde salât, Allah’ın müminlere ve elçiye
yönelik rahmetini, yardımını ve manevi desteğini ifade eder: 2:157, 33:43, 56.
Allah’a Dua ve Kulluk Etmek Anlamında
"Salât"
Birçok ayette salât, Allah’a yönelerek dua etmek,
ibadet etmek veya kullukta bulunmak anlamında kullanılmıştır. Bu bağlamda
salât, bireyin doğrudan Allah ile kurduğu iletişimi temsil eder: 2:43, 83, 110,
238, 239; 4:101, 162; 5:12, 58; 7:205; 8:35; 11:114, 87; 17:78; 20:14; 24:58;
107:4.
Allah’ın Elçi ve Müminlere Yardımı ve Dua Etmesi
Bazı ayetlerde salât, Allah’ın elçiye ve müminlere
yardım etmesi, destek vermesi ve onlar için rahmet dilemesi anlamında
kullanılır:
2:157, 33:43, 56.
Elçinin Müminlere Desteği ve Onlara Dua Etmesi
Elçinin, müminlerle dayanışma içinde olması, onları
desteklemesi ve onlara dua etmesi anlamındaki kullanımlar da mevcuttur: 9:103,
33:43.
Müminlerin elçiye Destek Olması
Bazı ayetlerde müminlerin elçiye olan destekleri ve
onunla olan manevi dayanışmaları "salât" kavramıyla ifade edilmiştir:
9:99, 33:56.
Müminlerin Birbirlerine Destek Olması ve Dua Etmeleri
"Salât" bazı bağlamlarda müminlerin
birbirlerine, özellikle yaşayanlara ve vefat edenlere yönelik destekleri ve
duaları şeklinde anlaşılır: 75:31-32, 5:58, 106, 9:84, 107:4.
Tüm Varlıkların Allah’a Salât Etmesi
Kur’an’da göklerdeki (7 evrendeki) ve yerdeki tüm
varlıkların Allah’a salât ettiği bildirilmektedir. Bu bağlamda salât, onların
Allah’a yönelik dua, tesbih ve kulluk davranışlarını ifade eder: 24:41.
Sonuç:
Kur’an’da
"salât", yalnızca Allah’a yöneliş duası değil; aynı zamanda dua,
rahmet, manevi destek, yöneliş, kulluk, toplumsal dayanışma ve bağlılık
gibi çok yönlü ve bağlama bağlı anlamlara da sahiptir. Bu yönüyle salât, hem
bireysel ibadeti, hem de toplumsal sorumluluğu ve manevi bağı kapsayan kapsamlı
bir kavramdır.
* Müslimlerde "Salât" ve Vakitleri
Kur’an’da "salât" kelimesi, birçok ayette
“ekîmü’s-salât” (salâtı doğru ve düzenli şekilde yerine getirin) ve “mukîmîn
es-salât” (salâtı düzenli olarak yerine getiren kimseler) şeklinde geçmektedir.
Bu bağlamda, ilgili kullanımların ritüel bir ibadet olarak salatı, özellikle de
beş vakit salatı işaret ettiği anlaşılmaktadır.
"Salât" ve "ikâme" kavramları
birlikte yaklaşık 45 ayette yer almakta ve düzenli, bilinçli bir ibadet
pratiğine işaret etmektedir.
Şu ayet, beş vakit salatın
zamanlarına dair önemli bir delil sunmaktadır: “Zevalden (güneşin batıya yönelmesinden) ğasaka
(gecenin kararmasına) kadar
salatı doğru ve istikrarlı biçimde yap. Fecrin kur’anını (fecrin çağrısını, bildirisini) da
(ikame et). Çünkü fecrin kur’anı tanık
olandır/tanıklık edilendir.” (17:78)
Bu ayette: "Zevalden ğasaka kadar" ifadesi;
öğle, ikindi, akşam ve yatsı salatlarına işaret eder. "Fecrin
Kur’an’ı" ifadesi ise sabah salatına (fecr vaktindeki salâta) dikkat
çeker.
Salât vakitlerine işaret eden ayetlerden bazıları
şunlardır: 2:238, 11:114, 17:78, 20:130, 24:58, 30:17-18, 50:39.
* Sayısal Deliller
Beş vakit salâtın rekat sayısı yan yana yazıldığında
24434 sayısı oluşur. Bu sayı, 19’un 1286 katıdır.
Beş vakit salâtın rekatlarının toplamı ile cuma
salâtının rekât sayısı birlikte hesaplandığında da yine 19 sayısına ulaşılır.
(2+4+4+3+4+2=19)
Bu matematiksel düzen, Kur’an’da yer alan 19 sayısına
dayalı sistemle bağlantılı olarak yorumlanmaktadır. (Kur’an-Son Ahit, Ek-1, s 343 ve Ek-15, s.398)
Yahudi ve Hristiyanlarda da Salat Vardır:
* Yahudilerde Günlük Dualar
Yahudilerde, gün içerisinde üç vakit dua (İbranice: תְפַּלֵּ֣ל
/ tefilah) uygulaması vardır:
Şahrit (שחרית) – Sabah duası
Minha (מנחה) – Öğle duası
Maariv (מעריב) – Akşam duası
Bu dualar, Tevrat’a dayalı ibadet geleneğinin bir
parçasıdır ve tarihsel olarak tapınak uygulamalarıyla bağlantılıdır.
* Hristiyanlarda Günlük Dua Pratikleri
Katolik ve Ortodoks mezheplerinde, geleneksel olarak günde yedi vakit
dua uygulaması mevcuttur. Bu dualar, ibadet ritmini düzenleyen belirli
zamanlara yayılmıştır ve kilise takvimine göre düzenli olarak uygulanır:
Matins – Gece yarısı ya da sabah erken saatlerde
Lauds – Sabah şükran duası
Terce – Üçüncü saat duası (yaklaşık 09:00)
Sext – Altıncı saat duası (yaklaşık 12:00)
None – Dokuzuncu saat duası (yaklaşık 15:00)
Vespers – Akşam duası
Compline – Gece duası
Bu dualar genellikle kilisede cemaatle birlikte icra edilse de, bireysel
olarak da okunabilir.
Protestanlar da ise, özellikle Lutherci ve Anglikan geleneklerde, bu
yedi dualı sistemi büyük ölçüde sadeleştirmişlerdir. Genellikle sadece sabah ve
akşam duaları uygulanır; diğer saatlere özgü dualar ise ya tamamen terk edilmiş
ya da bireysel tercihe bırakılmıştır.
* Fiziksel İbadet Biçimleri
Katolik ve Ortodoks Hristiyanlıkta dua sırasında çeşitli bedensel duruş
ve hareketler uygulanır. Bunlar arasında:
Diz çökme (özellikle pişmanlık ve teslimiyet ifadesi olarak),
Ayakta durma (saygı ve tanıklık hali),
Ellerin yukarı kaldırılması veya göğüs üzerinde çapraz biçimde
birleştirilmesi gibi jestler yer alır.
Özellikle Ortodoks Kilisesi’nde, bazı ayin ve büyük dini günlerde
secdeye benzeyen eğilme ve yüzüstü kapanma hareketleri (prostration) yapılır.
Bu, tevazu, tövbe ve Tanrı’ya mutlak teslimiyetin sembolik bir ifadesidir.
5 Bu kelime “sağlamlık, doğruluk, istikrar ve dik duruş”
gibi anlamlara gelen 'ق و م' (k-v-m)
kökünden türemiştir. “أَقِيمُو” (âkîmû) fiili de 'düzgün
şekilde yerine getirin', ‘doğru ve istikrarlı bir şekilde yapın’, 'istikamet
üzere uygulayın' gibi anlamlara gelir.
6
Rızık, Allah’ın, canlılara verdiği her şeyi kapsar. İnsanın nasibi
olan; yiyecek, güzellik, sağlık, huzur, mal, mülk, ilim, çoluk-çocuk,
salih-saliha eş, kısaca mutlu bir hayata dahil olan her şey bir nimettir, bir
rızıktır.
7 İnfak, Allah’ın rızasını kazanmak için mal veya para ile
muhtaçlara yardım etmektir.
8 Yüce Allah, “Kendilerine verdiğimiz…” ifadesiyle,
yetkilendirmiş olduğu melekleri ve iş yaptırdığı
diğer varlıkları da kastetmektedir. Bunun en güzel örneğini Tevrat’ta
görmekteyiz:
“1:1- Başlangıçta
elohim (yüce melekler) gökleri (evrenleri) ve arḍı yarattı. 2- Ve
dünya biçimsiz ve boştu; denizlerin yüzünde karanlık vardı. Yüce meleklerin
Ruhu da suların yüzü üzerinde geziniyordu. 3- Ve yüce melekler, “Işık olsun!”
dediler ve ışık var oldu. 4- Ve yüce melekler, ışığın hayırlı1
olduğunu görünce, yüce melekler, ışığı karanlıktan ayırdı. 5- Ve yüce melekler
ışığa ‘gün(düz)’ diye seslendi. Karanlığı da ‘gece’ diye seslendi. Ve akşam
oldu ve sabah oldu; ehad (birinci/ilk) gün. 6- Ve yüce melekler,
“Suların ortasında bir kubbe (gök, atmosfer) olsun ve suları sulardan
ayırsın.” dedi. 7- Böylece yüce melekler
kubbeyi (göğü) yarattı ve kubbenin altındaki suları, kubbedeki sulardan ayırdı.
Ve öyle oldu. 8- Ve yüce melekler, kubbeye (göğe, atmosfere, uzay boşluğuna)
‘sema’ diye seslendi. Ve akşam oldu ve
sabah oldu; ikinci bir gün (oluştu). 9- Ve yüce melekler, “Semanın
altındaki sular bir yere toplansın ve kuru toprak görünsün.” dedi ve öyle oldu.
10- Ve yüce melekler, kuru toprağa “ard” (yer/kara) diye seslendi. Suların
birikintisine de “denizler” diye seslendi. Yüce melekler bunun da hayırlı
olduğunu gördü. 11- Ve yüce melekler, “Yeryüzü otlar (çimen), tohum veren otlar
(tahıl) ve türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve veren olan ağaçlar
(sebzeler, meyveler) yeryüzünde yetişsin.” dedi. Ve öyle oldu. 12- Ve yeryüzü
otlar, türüne göre tohum veren bitkiler ve türüne göre tohumu meyvesinde
bulunan meyve veren ağaçlar çıkardı. Ve yüce melekler, bunun da hayırlı
olduğunu gördü. 13- Ve akşam oldu ve sabah oldu; üçüncü bir gün
(oluştu). 14- Ve yüce melekler dedi ki:
“Gündüzü geceden ayırmak için gök kubbede ışıklar olsun. Bunlar da alâmetler ve
vakitler ve günler ve seneler için olsunlar. 15- Ve onlar yeryüzüne ışık vermek
için gök kubbedeki ışıklar olacaklar.” Ve öyle oldu. 16- Ve yüce melekler,
büyüğü gündüze, küçüğü de geceye egemen olacak iki büyük ışığı (güneş ve ay) ve
yıldızları yarattı. 17- Ve yüce melekler, yeryüzüne ışık vermeleri için onları
göklerin kubbesine yerleştirdi. 18- Ve Böylece Yüce iki büyük ışık; büyüğü
gündüze hükmedecek, küçüğü de geceye hükmedecek. (Yüce melekler) Yıldızları da yarattı. Ve yüce melekler, bunun da hayırlı olduğunu
gördü. 19- Akşam oldu ve sabah oldu; dördüncü bir gün (oluştu). 20- Ve
yüce melekler, “Sularda hareket eden canlılar (deniz canlıları) sürülerle dolup
taşsın ve yeryüzünde debelenen (hareket eden) ve gökyüzünde uçan kuşlar…” dedi.
21- Ve yüce melekler, büyük deniz canavarlarını ve türlerine göre sularda
kaynaşan her canlıyı ve türüne göre her kanatlı kuşu var etti. Ve yüce
melekler, bunun da hayırlı olduğunu gördü. 22- Ve yüce melekler, onları
bereketli kıldı ve “Verimli olun ve çoğalın ve denizleri doldurun. Yeryüzünde
uçan (kuşlar) da çoğalsın.” dedi. 23- Ve akşam oldu ve sabah oldu; beşinci
bir gün (oluştu). 24- Ve yüce melekler, “Yeryüzü, türlerine göre her
canlıyı, sığırları, sürüngenleri ve türlerine göre debelenen canlılar (dabbeler)
çıkarsın (türetsin).” dedi. Ve öyle
oldu. 25- Böylece yüce melekler, yerdeki hayvanları türlerine göre, sığırları
türlerine göre ve yeryüzünde debelenen (hareket eden) her şeyi türlerine göre
yarattı. Yüce melekler, bunun da hayırlı olduğunu gördü. 26- Ve yüce melekler
“Adamı (insanı) kendi suretimizde ve kendimize benzer yapalım ve denizdeki
balıklara ve gökteki kuşlara ve canlılara ve debelenenlere (dabbelere) ve
yeryüzünün tümüne egemen olsun.” dedi. 27- Böylece yüce melekler, adamı kendi
suretinde yarattı. Yüce meleklere benzer yarattı. O ikisini de erkek ve dişi
olarak yarattı. 28- Ve yüce melekler onları bereketli kıldı ve onlara “Verimli
olun ve çoğalın ve yeryüzünü doldurun ve onu denetiminize alın. Ve denizin
balıklarına da göklerin kuşlarına da debelenenlere de egemen olun.” dedi. 29-
Ve yüce melekler dedi ki: “İşte, bütün yeryüzünde tohum veren her otu ve içinde
tohum veren meyvesi bulunan her meyve ağacını size veriyoruz; bunlar size
yiyecek olacak. 30- Yerdeki hayvanlara da gökteki kuşlara da kendisinde hayat
ruhu bulunan ve yeryüzünde debelenen (hareket eden) her varlığa da yiyecek
olarak yeşil otları verdik.” 31- Ve yüce melekler, yaptıkları her şeyi gördü.
Ve işte, her şey hayırlı idi. Ve Akşam oldu ve sabah oldu; altıncı gün.
2:1- Sonra da gökler ve yeryüzü ve onların
tüm orduları (tüm öğeleri) tamamlandı. 2- Ve yüce melekler, yapmakta oldukları
tüm işi yedinci günde tamamladı ve yedinci günde yapmış oldukları tüm
işleri bıraktı. 3- Ve yüce melekler,
yedinci günü (cumartesi gününü) mübarek kıldı ve onu kutsadı (takdis etti). O
gün yüce melekler, yapmak üzere oldukları tüm yaratma işlerini bıraktı. 4- İşte
bunlar, göklerin ve yerin yaratılış sürecidir; Yücelerin Yahve’sinin, gökleri
ve yeri yarattığı günün. 5- Yeryüzünde henüz ağaçlar
yoktu, kırdaki bitkiler de henüz bitmemişti. Çünkü Yücelerin Yahve’si henüz
yeryüzüne yağmur yağdırmamıştı ve toprağı işleyecek adam (insan) da yoktu. 6-
Sonra yerden bir sis (buhar) yükseldi ve tüm yeryüzünü suladı. 7- Ve Yücelerin
Yahve’si, adamı yerdeki topraktan yarattı ve onun burnuna yaşam nefesini
(ruhunu) üfledi ve adam yaşayan bir can (nefes) oldu.” (Başlangıç, 1:1-31, 2:1-7)
4. Onlar, sana indirilen (Kur’an)
ile de senden önce indirilen (Tevrat, Zebur ve İncil) ile de iman
ederler (inanıp güvenirler).1
Onlar, Ahiret ile de kesin olarak2 iman ederler.
1 Kur’an,
hem İslam inancı hem de insanlık tarihi açısından temel bir metin olarak,
kendine özgü gramer ve semantik özelliklere sahip bir Arapça formunda
indirilmiştir. İlahî bir vahiy olması sebebiyle, Kur’an’ın anlamı ve mesajı,
tarih boyunca pek çok dilbilimsel ve teolojik incelemeye tabi tutulmuştur.
Ancak, Kur’an’ın indirilişinden sonraki dönemlerde din bilginleri, kendi
yorumlarına dayalı farklı yaklaşımlar geliştirmiş ve bu yorumlar doğrultusunda
Arapça dilbilgisi kuralları oluşturulmuştur.
Oluşturulan bu kuralların bazı durumlarda
Kur’an’ın özgün dil yapısını ve bağlamını tam olarak yansıtmadığı, ayrıca
Kur’an’daki kelime ve edatların bağlamına uygun şekilde yorumlanmadığı
gözlemlenmiştir. Bu durum, Kur’an’ın içerdiği mesajların eksik ya da yanlış
anlaşılmasına yol açabilmektedir.
Bu duruma
verilebilecek örneklerden biri de “بِ” (bi) edatıdır. Çünkü
“bi” edatının doğru bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması, ayetlerin anlam
zenginliğini korumak ve bağlama uygun şekilde yorumlanmasını sağlamak açısından
büyük önem taşır.
Kur’an’da genellikle
“ile” veya “aracılığıyla” anlamında kullanılan “بِ” (bi) edatı, birçok ayette önemli bir
dilbilgisi kuralı ve semantik rol oynamaktadır. Ancak bu edat, bazı çevirilerde
Türkçedeki “-a”, “-e”, “-da”, “-de” gibi eklerle karşılanmış ya da bağlama
uygun olmayan şekillerde çevrilmiştir.
Bunu “وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ
بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَۚ” (bimâ unzile ileyke
vemâ unzile min kablike …) ifadesiyle örneklendirebiliriz:
Kur’an’da geçen bu ve benzeri ayetler “sana
indirilen (Kur’an) ile de senden önce indirilen (Tevrat, Zebur ve
İncil) ile de iman ederler” şeklinde çevirmek yerine, birçok çeviride “Sana
indirilene ve senden önce indirilene iman ederler.” şeklinde
çevrilmektedir.
Söz konusu ayetler doğru çevrildiğinde; Allah’ın indirmiş olduğu kitaplar
ile yani onlarda anlatılanlar ile iman edilmesi gerekirken, başkaları
tarafından uydurulmuş olan tefsir, hadis
ve fıkıh kitaplarında
anlatılanlar doğrultusunda iman edilmektedir. Bunun sonucunda da vahiy
kitaplarına iman etmek yerine, başkaları tarafından uydurulmuş açıklamalar
doğrultusunda Allah’ın göndermiş olduğu vahiy kitaplarına inanılmaktadır.
Bununla da yetinilmez, başkaları tarafından uydurulmuş olan bu kitaplar
doğrultusunda, Allah’ın göndermiş bazı vahiy kitaplarının da gerçek olmadığına
inanılmaktadır. Örneğin Yahudiler, İncil’e; Hristiyanlar, Kur’an’a; Gelenekçi
Müslümanlar da Tevrat ve İncil’e inanıp güvenmemektedir.
2 “Kesin gerçek” anlamına gelen “yakîn”
kavramı Kur’an’da 28 defa (2:4 118; 4:157; 5:50; 6:75; 13:2; 15:99; 26:24; 27:3,
14, 22, 82; 30:60; 31:4; 32:12, 14; 44:7; 45:4, 20, 32; 51:20; 52:36; 56:95;
69:51; 74:31, 47; 102:5, 7) geçmektedir. Ayrıca bu kavram Kur’an’da “ilm’el-yakîn”
(102:5), “ayn’el-yakîn” (102:7) ve “hakk’el-yakîn” (56:95, 69:51) şeklinde de
geçmektedir. “İlm’el-yakîn”
tabiri; bir otoriteye, bir araştırmaya ve duyu güçlerine dayanarak bilmek
anlamına gelir. “ayn’el-yakîn” tabiri; bizzat görülerek elde edilen
bilgidir, ve ilm’el-yakine nisbeten daha
kesindir. “hakk’el-yakîn” tabiri ise; bilgiyi birebir kendisinin
yaşamasıdır. Örneğin ölmekte olan veya
ölmüş birini görmek “ayn’el-yakîn” iken; insanın kendisi ölürken, ölüm
hakkındaki bilgisi “hakk’el-yakîn”dir.
5. Rablerinden gelen bir
hidayet (rehberlik) üzere olanlar işte onlardır. Felaha1
(kurtuluşa, saadete) erenler de işte onlardır.2
1 Felah,
ebedi kurtuluş ve saadete ermek demektir. Felah sözcüğü Kur’an’da 40 kez geçer:
2:5, 189; 3:104, 130, 200; 5:35, 90, 100; 6:21, 135; 7:8, 69, 157; 8:45; 9:88;
10:17, 69, 77; 12:23; 16:116; 18:20; 20:64, 69; 22:77; 23:1, 102, 117; 24:31,
51; 28:67, 82; 30:38; 31:5; 58:22; 59:9; 62:10; 64:16; 87:14; 91:9.
2 Bu ayet, 31:5 ayetinde de tekrarlanmaktadır. Benzer
mesajlar: 8:2-4; 27:1-3; 31:1-5.
6. Küfreden1 kimseleri uyarsan da uyarmasan da şüphesiz ki onlar
için aynıdır. İman etmezler.2
1 “ٱلْكُفْرِ”
(el-küfr) Arapça'da, temelde “örtmek”, “gizlemek” ve “inkâr
etmek” gibi anlamlara gelir. Bu anlamlar, bir şeyin hakikatini gizleyip
örten veya reddeden bir tutumu tanımlar. Bu tutumu benimseyen kişi ise “kâfir”
olarak adlandırılır, yani bir şeyi örtüp gizleyen veya inkâr eden kişi.
Benzer şekilde, “כפירה” (kefirah) kelimesi İbranice'de,
kullanıldığı bağlama göre “inkâr etme”, “yalanlama”, “gizleme”
ve “örtme” anlamlarına gelir. Kelimenin kökünde yer alan כ-פ-ר (k-f-r)
harfleri, temelde “örtmek”, “gizlemek”, “bağışlamak” ve “keffaret etmek” gibi
anlamlarla ilişkilidir. Bu kök, her iki dilde de örtme, gizleme
ve reddetme gibi benzer anlamlar taşıyan kavramların ortaya çıkmasına
zemin hazırlamaktadır.
Dolayısıyla Allah’ın kitaplarından gerçek manada
haberdar olmayan ümmilere veya yanlış kaynaklardan araştırdığı için onların hak
(doğru, gerçek) olduğunu fark edemediği için iman etmeyen veya onlara karşı
olan kişilere kafir demenin, onları kafir statüsünde değerlendirmenin doğru
olmadığı kanaati oluşmaktadır.
2 Bu ayette ayırım gözetmeksizin herkesin
uyarılması gerektiği, ancak yine de kafirlerin uyarılardan etkilenmeyecekleri
dile getirilir. Herkesi uyarmanın gerekliliği, amacı ve uyarıdan kimlerin
yararlanacağı ile ilgili bazı ayetler: 5:63, 79; 6:69; 7:164; 11:116; 36:6,10;
51:55; 52:29; 77:5-6; 87:9; 88:21.
7. Allah, onların
kalplerinin1 ve duyularının (algılarının)2
üzerini hatem3 etti (mühürledi); basiretlerinin4
üzerine de bir perde!5 Ve onlar için azîm6 (muazzam)
bir azap vardır.
1 Biyolojik hayatın merkezi olan kalp, kişinin zihinsel ve
duygusal hayatıyla ilişkilendirilir. Kalp, bilgi ve düşüncenin kaynağı ve
aracı, anlama ve idrak etmenin merkezi kabul edilir.
2
Duyu: İnsanların dış dünyanın
uyaranlarını görme, koklama, işitme, tat alma ve dokunma işlevlerini yerine
getiren göz, burun, kulak, dil ve deri aracılığıyla algılama
yeteneğidir. Duyum ise; uyarıcıların, duyu organları aracılığıyla
elektrik akımına dönüştürülüp beyne ulaştırılmasıdır.
3 “خَتَم” (khatem)
sözcüğü Tevrat’ta da “חֹתָֽמְ” (khotâm) şeklinde geçmektedir ve “mühür,
imza, işaretleme” anlamlarına gelir. “Hatem” sözcüğü Kur’an’da 8 kez geçer.
(2:7; 6:46; 33:40; 36:65; 42:24; 45:23; 83:25, 26)
Kalplerin ve duyu organlarının
mühürlenmesi/işaretlenmesi, Kafirlerin inkârlarında ısrarcı olmalarındandır.
Benzer mesajlar: 2:88; 4:155; 7:100, 101; 9:87, 93; 10:74; 16:108; 30:59;
40735; 45723; 47716; 6373.
3 Ebsar: “Görme, kavrama, idrak etme, bir şeyin iç yüzüne
vâkıf olma, sezgi” gibi anlamlara gelen basiret kelimesinin çoğuludur.
Bu kelimenin “gözler” şeklinde çevrilmesi doğru değildir. Çünkü göz kelimesi
Ali İmran, 3:13 ayetinde görüldüğün gibi “عين” (ayn) şeklinde yazılır.
5 “غشي” (ğâşî) kökü, bağlama göre “görmeyi, algılamayı
engelleyen örtü/perde” “bir şeyin üstünü tamamen saran, kuşatan örtü/perde”
gibi anlamlar taşır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 29 kez geçer: 2:7;
3:154; 7:41, 54, 189; 8:11; 10:27; 11:5; 12:107; 13:3; 14:50; 20:78 (2 kez);
24:40; 29:55; 31:32; 33:19; 36:9; 44:11; 45:23; 47:20; 53:16 (2 kez), 54 (2 kez);
71:7; 88:1; 91:4; 92:1.
6 “عَظ۪يمٍ”
(‘Azîm) kelimesi “büyük, muazzam, kudretli, değerli, muhteşem” gibi
anlamlara gelir ve genellikle bir şeyin büyüklüğünü, kudretini veya önemini
vurgulamak için kullanılır. Bu nedenle bağlamına göre farklı şekillerde
çevrilebilir. Örneğin, Allah için kullanıldığında “Yüce”, “Büyük” veya “Azamet
sahibi”; insan için kullanıldığında “değerli”, “saygın” veya “kıymetli”; bir
olay için kullanıldığında “muazzam”, “muhteşem” veya “önemli”; cehennem veya
azap için kullanıldığında ise “dehşet verici” “korkunç” veya “şiddetli”
şeklinde çevrilmesi uygun olabilir.
8. İnsanlardan öylesi de vardır ki “Allah ve
ahiret günü ile iman ettik (inanıyoruz
ve güveniyoruz).” derler. Oysa onlar mümin1 değildirler.
1 İman etmiş (inanıp güvenmiş) kişiye Arapça’da “مُؤْمِن” (mü’min) denir ve bu kelime hamze
ile yazılır. Ancak Türkçede, genellikle hamze kullanılmadan “mümin” şeklinde
yazılmaktadır.
9. (Onlar,) Allah’ı ve iman eden kimseleri aldatmaya1
çalışırlar. Nefislerinden (kendilerinden olanlardan) başkasını aldatacak
da değildirler. Şuurunda2 da değildirler.
1 “خدع” (ḫâdaʿa),
“aldatmak” demektir. Aynı kökten türemiş
kelimeler Kur’an’da 5 kez geçer: 2:9 (2 kez), 4:142 (2 kez), 8:62.
2 “شعر” (şu’ur),
“hissetmek, farkına varmak, bilincinde olmaz, bilmek, sezmek” gibi anlamlara
gelmektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 27 kez geçer: 2:9, 12,
154; 3:69; 6:26, 109, 123; 7:95; 12:15, 107; 16:21, 26, 45; 18:19; 23:56;
26:113, 202; 27:18, 50, 65; 28:9, 11; 29:53; 39:25, 55; 43:66; 49:2.
10. Kalplerinde bir hastalık
vardır.1 Allah da onların hastalığını arttırdı. Yalan
söylediklerinden dolayı da onlar için elim bir azap vardır.
1
“مرض” (maraz),
hastalık demektir. Bu sözcük Kur’an’da 24 kez geçer: 2:10 (2 kez), 184, 185, 196;
4:43, 102; 5:6, 52; 8:49; 9:91, 125; 22:53; 24:50, 61; 26:80; 33:12, 32, 60;
47:20; 29; 48:17; 73:20; 74:31.
Nifak, ikircikli (münafık) davranmak, inanmadığı hâlde çıkarı için veya
çeşitli nedenlerle inanıyor gibi görünmek; Müslimlere olan düşmanlığını
gizlemek demektir. Kertenkele ve yaban faresinin yer altında birçok yuvası
olduğu ve bu yuvalardan hangisine gittiği bilinmediği için bunların yuvalarına
da “nufeka” ve “nafika” denmektedir.
11. Onlara “Arḍda1 (yeryüzünde, egemen
olduğunuz topraklarda) fesat2 (bozgunculuk) çıkarmayın.”
denildiğinde de “Şüphesiz ki bizler ıslah edicileriz.” dediler.
1 “ارض” (arḍ);
Yer, toprak, yeryüzü, zemin anlamlarına gelir.
Ancak Kur’an’da bir toplumun yaşadığı topraklar, yaşanılan yer, egemenlik
alanı, Allah’ın evrenlerin dışındaki diğer egemenlik alanları gibi anlamlarda da
kullanılmaktadır.
2 "فَسَدَ" (fesede), bozgunculuk çıkarmak, işe
yaramaz hâle getirmek demektir. Aynı kökten türemiş
kelimeler Kur’an’da 50 kez geçer: 2:11, 12, 27, 30, 60, 205 (2 kez), 220, 251;
3:63; 5:32, 33, 64 (2 kez); 7:56, 74, 85, 86, 103; 127, 142; 8:73; 10:40, 81,
91; 11:85, 116; 12:73; 13:25; 16:88; 17:4; 18:94; 21:22; 23:71; 26:152, 183;
27:14, 34, 48; 28:4, 77 (2 kez); 28:83; 29:30, 36; 30:41; 38:28; 40:26; 47:22;
89:12.
12. Dikkat edin! Fesatçılar şüphesiz
ki onlardır, ancak o şuurda (bilinçte) değildirler.
13. Onlara, “İnsanların iman ettiği gibi iman
edin.” denildiğinde de “Sefih1 (aklı kıt) olanların iman ettiği gibi iman
eder miyiz!” dediler. Dikkat edin! Sefih olanlar
şüphesiz ki onlardır, fakat bilmezler.
1
Sefih ile ilgili
açıklama 4:5 ayetinde yer alır.
14. Mümin kimselerle karşılaştıklarında
ise “iman ettik!” dediler. Şeytanlarıyla1
(kendilerini aldatanlarla, onları saptıranlarla)
yalnız kaldıklarında2 ise “Şüphesiz ki biz sizinleyiz!
Elbette ki biz (onlarla) alay edenleriz3!” derler.
1 Şeytan, “aldatan, saptıran” demektir. Kur’an’a göre şeytan;
haktan uzak olan, gerçekliğe aykırı hareket eden her türlü güç, kurum ve
kişinin ortak karakteristik adıdır. (6:112)
"Şeytan"
kelimesi Kur'an'da 88 kez geçer. İlk şeytan (aldatan, saptıran) İblis’in adı
ise Kur’an’da 11 kez geçer.
2 “خَلَوْ” (khalav) fiili “boş kalmak, yapayalnız olmak”
anlamına gelmektedir. Ama bu boşluk, bazen fiziksel yalnızlık, bazen de
yerin/çağın boş kalması, yani "önce birileri vardı, şimdi yoklar"
anlamında vefat veya geçip gitme anlamı taşır. Kur’an’da
aynı kökten türemiş 28 kelime geçer: 2:14, 76, 134, 141, 214; 3:119, 137, 144;
5:75; 7:38; 9:5; 10:102; 12:9; 13:6, 30; 15:13; 24:34; 33:38, 62; 35:24; 40:85;
41:25; 46:17, 18, 21; 48:23; 69:24; 84:4.
3 “هزا” (hâzea), küçümsemek, alay etmek anlamına gelir. Asıl
anlamı küçümseyerek alay etmektir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 34 kez
geçer: 2:14, 15, 67, 231; 4:140; 5:57, 58; 6:5, 10 (2 kez); 9:64, 65; 11:8;
13:32; 15:11, 95; 16:34; 18:56, 106; 21:36, 41 (2 kez); 25:41; 26:6; 30:10;
31:6; 36:30; 39:48; 40:83; 43:7; 45:9, 33, 35; 46:26.
15. Allah, onlarla alay
eder! Ve onları tuğyanları1 (azgınlıkları)
içinde kör bir hâlde bırakır2!3
1 Sözlükte “haddi
aşmak, zulmetmek, azmak, taşkınlık çıkarmak, isyan etmek” anlamlarına gelen “طغى”
(tağâ)
kökünden türeyen “tuğyan” kelimesi Kur’an’da, türevleri ile birlikte 39 kez
geçer: 2:15, 256, 257; 4:51, 60, 76; 5:60, 64, 68; 6:110; 7:186; 10:11; 11:112;
16:36; 17:60; 18:80; 20:24, 43, 45, 81; 23:75; 37:30; 38:55; 39:17; 50:27;
51:53; 52:32; 53:17, 52; 55:8; 62:31; 69:5, 11; 78:22; 79:17, 37; 89:11; 91:11;
96:6.
Aynı sözcükten türeyen “tağut” kelimesi ise;
sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes için kullanılır. Kur’an bu kelimeyi
Allah’a isyan eden, Allah’ın kullarının hâkimi ve mâliki olduğunu iddia eden ve
onları kendi kulu olmaya zorlayan kişi ve kurumlar (önder, sapkın, zorba, şeytan, put, kahin) için kullanır. Tağut
sözcüğü Kur’an’da, 7 defa (2:256, 257; 4:51, 60, 76; 5:60; 39:17) geçmektedir.
2 “uzatmak, desteklemek, yardım etmek” gibi
anlamlara gelen “أَمَدَّ”
(amadda) fiilinden türemiş olan “يَمُدُّ” (yumeddu) fiili de “arttırır,
genişletir, uzatır, devam ettirir” veya “onlara bir şeyin içindeki durumlarını
artırmak” anlamlarına gelir.
3 Bu tür ayetlerde geçen fiiller insanlar için
kullanıldığında olumsuz bir anlama gelirken, Allah için kullanıldığında
kastedilen mesaj Allah’ın o fiilin cezasını vereceğini bildirmesidir. Benzer
kullanımlar: 3:54; 4:142; 8:30; 9:67,79.
16. Hidayet (kılavuzluk, vahiy olan
kitap) ile dalaleti satın alanlar işte onlardır! Onların bu ticaretleri kârlı
olmadı, hidayet
(kılavuzluk)
edilenler de olmadılar.
Hidayet; doğru yola girme, rehberlik etme ve o yola kabul etme
anlamlarına gelir. Dalalet ise; kasıtlı veya kasıtsız yoldan
çıkma, hedeften sapma, sapkınlık, kaybolma, bir şeyi kaybetme vs. anlamlarına
gelir.
17. Onların durumu karanlıkta ateş yakanların
durumu gibidir: Ateş, etrafını aydınlatınca Allah, onların nurunu (ışığını)
aldı ve onları karanlıklar içinde bıraktı. Görmezler2!3
1 “nūr” (نُور) kelimesi, Arapça’da ışık, parıltı, aydınlık,
parlaklık, aydınlatma gibi anlamlara gelir. “Nâr” (ateş) ile kökteş kabul
edilir. Yani ateşin yaydığı ışığın nur olduğu belirtilir.
İbranice’de de “or, ner, nur” (יהּ נור, אוֹר) “ışık, aydınlık”
gibi anlamlara gelir ve Tevrat’ın
ilk ayetlerinde geçer: “Yehi or” (יְהִי אוֹר) = “Nur/Işık olsun!” (Yaratılış
1:3)
Süryanice/Aramice’de de “nūhrā” (ܢܘܗܪܐ) kelimesi ışık, parıltı, nur anlamına gelir.
Kur’an’da “nur” kavramına bu temel anlamların
yanı sıra daha derin ve çok boyutlu anlamlar yüklenmiştir:
Bir ayette, Allah’ın zatı
için semaların (göklerin, 7 evrenin) ve arḍın (egemenlik alanının
/ yeryüzünün) nuru denilmektedir: 24:35.
* Bir ayette, Arḍın
(egemenlik alanının / yeryüzünün) Allah’ın nuru ile aydınlandığı
belirtilmektedir: 39:69.
* Bazı ayetlerde, Tevrat
ve İncil’de hidayet (kılavuz) ve nur bulunduğu belirtilmektedir:
5:44, 46; 6:91.
* Bazı ayetlerde, Yüce Allah’ın hidayet (kılavuzluk) ettiği
kimselere nur verildiği belirtilir: 24:40; 33:43; 39:22; 57:28.
* Bazı ayetlerde, Cennetle müjdelenen müminlerle hareket eden ve
onlara fayda veren nurlarının olduğu belirtir: 2:17, 257; 5:16; 57:12, 13, 19;
66:8.
* Bir ayette, Kur’an’ın,
hidayete erdiren bir nur yapıldığı belirtilir:
42:52.
* İki ayette ise Kur’an için
nur denildiği görülür: 9:32; 61:8.
Yukarıdaki
ayetlerden, Kur'an'daki "nur" kelimesine, müminler için ilahi bir kanıt, bir mucize
ve yol gösterici olan ışık anlamı verildiği görülmektedir. Ayrıca Kur'an'ın da bir nur olduğu, her bir ayetinin de
bu nurun bir parçasıdır ve insanı küfrün karanlıklarından imanın aydınlığına
çıkardığı belirtilmektedir.
Şu ayetlerde ise; kâfirler hoşlanmasa da
Allah’ın, nurunu (Kur’an’ı / yol gösterici olan ışığı) tamamlayıcı olduğu
belirtilmektedir:
“(Ehli Kitap olan Müşrikler), Allah’ın nurunu
ağızlarıyla (söylemleriyle) söndürmek istiyorlar. Allah ise nurunu
tamamlamaktan başkasını istemez; kâfirler hoşlanmasa da! (9:32)
Allah’ın
nurunu, ağızlarıyla söndürmek için istiyorlar. Allah ise kâfirler hoşlanmasa da
nurunu tamamlayıcıdır!” (61:8)
2 “ب-ص-ر” (b-s-r) kelimesi, görme, yani o anda fark etme /
idrak etme anlamı taşır. Bu görme durumunda fiziksel değil, manevi (kalbi) bir
görme söz konusudur.
3 Ayette münafıkların durumunu bir benzetmeyle
anlatır. Bir kişi, aydınlanmak için ateş yakar. Etrafı aydınlanınca, Allah o
ateşi söndürür. Böylece, o kişi karanlıkta kalır ve artık hiçbir şey göremez.
Başta tek bir kişi anlatılıyor gibi görünse de, sonra gelen kelimelerden,
burada birçok kişiden bahsedildiği anlaşılır. Yani bu durum, aynı şekilde
davranan herkes için geçerlidir.
18. Sağırdırlar,1 dilsizdirler,2 kördürler.3
Bundan dolayı (hakikate) geri dönmezler.
1 “صُمٌّۢ” (summun) sağırdırlar demektir. Aynı kökten türemiş
kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:18, 171; 5:71 (2 kez); 6:39; 8:22; 10:42;
11:24; 17:97; 21:45; 25:73; 27:80; 30:52; 43:40; 47:23.
2 “بُكْمٌ” (bukmun) dilsizdirler demektir. Aynı kökten türemiş
kelimeler Kur’an’da 6 kez geçer: 2:18, 171; 6:39; 8:22; 16:76; 17:97.
3 “عُمْىٌۭ” (umyun) kördürler demektir. Aynı kökten türemiş
kelimeler Kur’an’da 32 kez geçer: 2:18, 171; 5:71 (2 kez); 6:50, 104; 7:64;
10:43; 11:24, 28; 13:16, 19; 17:72, 97 (2 kez); 20:124, 125; 22:46 (2 kez); 24:61;
25:73; 27:66, 81; 38:66; 30:53; 35:19; 40:58; 41:17; 43:40; 47:23; 48:17; 80:2.
Münafık, başlangıçta İslam üzere yaşamak ister.
Ancak dünyayı ikinci sıraya atamayınca da kendine engel gördüğü ayetlere karşı
kör, sağır ve dilsiz kesilir.
19. Ya da gökten inen sağanağa1 benzer. Onda karanlık, gök gürültüsü2 ve şimşek3 vardır. Yıldırımlardan dolayı da ölüm korkusuyla4 parmaklarıyla kulaklarını tıkarlar. Ve Allah, (münafıkları) kafirlerle kuşatmıştır5.
1 “صَيِّبٌ” (sâyyib), “akıp gelen, şiddetli yağan, sağanak”
demektir. Bu kelime Kur’an’da sadece bu ayette geçer.
2 “رَعْدٌ” (ra’d), gökyüzünde meydana gelen güçlü sarsıntıyı,
yani gök gürültüsünü ifade eder. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:19; 13:13.
3 “ب-ر-ق”
(berekê), “parlamak”, “kamaşmak”, “şimşek çakmak” anlamlarını taşır. “بَرْقَ”
(bârk) kelimesi de kelimesi bu kökten türetilmiştir ve şimşek anlamını taşır. Aynı
kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 7 kez geçer: 2:19, 20; 13:12; 24:43; 30:24;
75:7.
4 “مَحْذُورٌ” (mahzûr) sözcüğü, “Sakınılan, tehlikeli görülen,
korkulan şey” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 21 kez
geçer: 2:19, 235, 243; 3:28, 30; 4:71, 102 (2 kez); 5:41, 49, 92; 9:64 (2 kez),
122; 15:57; 24:63; 26:56; 28:6; 39:9; 63:4; 64:14.
5 “يُحِيطُ” (yuhit) sözcüğü, “kuşatmak, çevrelemek, sarıp
sarmalamak, bilgisine tamamen sahip olmak” anlamlarına gelir. Aynı kökten
türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:19, 81, 255; 3:120; 4:108, 126;
8:47; 9:49; 10:22, 39; 11:84, 92; 12:66; 17:60; 18:29, 42, 68, 91; 20:110;
27:22 (2 defa), 84; 29:54; 41:54; 48:21; 65:12; 72:28; 85:20.
20. Şimşek, neredeyse onların basiretini1 (görüşlerini,
duyularını) alıp götürecek. Ne zaman onların yolunu bir şimşek aydınlatsa, onda
(ışıkta) yürürler. Üzerlerine karanlık çöktüğü zaman da oldukları yerde kalıverirler.
Allah isteseydi, işitme ve görme yetilerini1 giderirdi. Şüphesiz
ki Allah her şeye Kadir’dir.2
1 “ب-ص-ر” (b-s-r) kelimesi, görme, yani o anda fark etme /
idrak etme anlamı taşır. Bu görme durumunda fiziksel değil, manevi (kalbi) bir
görme söz konusudur.
2 Kadir: Kudretli, her şeye güç
yetiren, her şeyi ölçü ve plan dahilinde dilediği gibi
takdir edendir. Değişik formlarıyla
birlikte Kur’an’da toplam 132 kez geçer. Bunların 103 tanesi
Allah’a isnat edilmektedir.
21. Ey insanlar! Rabbinize kulluk (hizmet) edin! Sizi O yarattı; sizden önceki
kimseleri de (O yarattı). Belki muttaki (Allah'a karşı sakınan) olursunuz!
Tevrat ve İncil de yalnızca Allah’a mutlak kulluğu
savunmaktadır: “Dinle ey İsrail, ilahınız (En
Yüceniz olan) Yahve tek Yahve’dir. İlahınız Yahve’yi bütün yüreğinle, bütün
canınla ve bütün gücünle seveceksin.” (Yasa’nın Tekrarı 6:4,5).
“… ‘Dinle ey İsrail, İlahınız (En yüceniz olan) Yahve
tek Yahve’dir. İlahın Yahve’yi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün zihninle
ve bütün kuvvetinle seveceksin.” (Markos 12:29,30)
22. O, sizin için arḍı1 yaşanılabilir bir yer2, göğü de bir bina3 yaptı. Gökten su
indirir, onunla da size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarır.4 Öyleyse bile bile Allah’a denkler (eşdeğerler,
ortaklar) koşmayın!
1 “ارض”
(arḍ); Yer, toprak, yeryüzü, zemin anlamlarına gelir.
Ancak Kur’an’da bir toplumun yaşadığı topraklar, yaşanılan yer, egemenlik
alanı, Allah’ın evrenlerin dışındaki diğer egemenlik alanları gibi anlamlarda da
kullanılmaktadır.
2 Ayette geçen “firaşen” sözcüğü; döşemek, sermek, yaymak, çarşaf
gibi anlamlara gelir.
3 Bu sözcük,
Arapça’da “ب ن ي” (b-n-y) kökünden türetilmiş bir fiildir. Bu kök
genellikle “kurmak”, “yapı”, “bina”, “inşa etmek”, “bina yapmak”, “düzenlemek”
anlamlarını taşır. Kur’an’da, bu kökten türemiş 13 sözcük geçer: 2:22; 9:110 (2
kez); 16:26; 18:21 (2 kez); 37:97; 38:37; 40:64; 50:6; 51:47; 61:4; 78:12.
4
“خرج” (kharac),
çıkarmak, dışarı çıkarmak, tahliye etmek, sürmek, kovmak” gibi anlamlara gelir.
23. Kulumuza (hizmetkarımıza) indirdiğimizden şüphe ediyorsanız, haydi onun
benzeri bir sure1 getirin!2 Eğer sadık (doğru,
dürüst) iseniz, Allah’ın dışındaki3 tanıklarınızı4
da çağırın.
1
Sevr (sevre) kökünden
türeyen sûre kelimesi (çoğulu süver) “yüksek ve güzel bina, evin bir
bölümü veya katı, yüce mertebe, şan ve şeref, alâmet ve nişan” manalarına
gelir. Kur’an’ın belli bölümlerine sûre denilmesi, birbiriyle ahenkli
parçalardan meydana gelmesi yahut onların her birinin Kur’an binasının bir
katını veya bir parçasını teşkil etmesi sebebiyle olabilir. Sûre kelimesi Kur’an’da 9 yerde tekil [2:23;
9:64, 86, 124, 127; 10:38; 24:1; 47:20 (2 kez)], bir yerde (11:13) de çoğul olarak geçmektedir.
2
Kur’an’da meydan okuma (tahaddi) içeren
ayetler, indiriliş sırasına göre kademeli bir şekilde yer alır:
İlk olarak, tüm Kur’an’ın benzerini
getirmeye yönelik meydan okuma yaklaşık 60–70 surelik bir birikimden sonra
gelir. Bu ifade 17:88 ayeti ile 52:34 ayetinde yer alır.
Ardından
gelen meydan okuma, on surelik benzer bir metin getirme şeklindedir ve 11:13
ayetinde geçer.
Son olarak ise, tek bir sure kadar
benzerini getirme çağrısı yapılır. Bu, 10:38 ayeti ile 2:23 ve 24 ayetlerinde
ifade edilir.
Kur’an’ın edebi yönden taklit edilemez
oluşunu ileri sürmek, kanıtlanması olanaksız bir savdır. Zira edebi yönden iki
metinden hangisinin üstün olduğunu kanıtlayabilecek objektif ve evrensel bir
kriter yoktur. Kur’an’ın Allah kelamı
oluşunun delili, Arapça bilenlerin edebi zevkine göre değişen subjektif bir
değerlendirmeye bağlanamaz. Bu nedenle bu meydan okuma ayetleri ile Kur’an’ın
matematiksel mucizesine işaret edilmektedir. Yüce Allah’ın, kod görevi gören
Huruf-u Mukattâ denilen harflerle; surelerin, surelerin ayetlerinin, hatta
kodlanan harflerin sayılarının dahi Allah tarafından korunduğunun bir
göstergesidir. Konu ile ilgili olarak 2:1 ayetindeki açıklamaya bakınız.
3 “مِنْ
دُونِ” (min duni) ifadesi, bir
şeyi dışlamak, istisna etmek, yokluğunu vurgulamak veya onun yerine başka bir
şeyi koymak anlamlarında kullanılan bir Arapça edat grubudur ve "dışında/haricinde, -den başka/yerine,
olmadan/-sız-siz " anlamlarına gelir.
4 İbranice’deki
הָֽעֵדֻת֙ (ha’edut) ve Arapça’daki شهد (şehadet)
kelimeleri birbirlerine benziyorlar. Her iki kelime de “tanıklık” veya “kanıt”
anlamına gelir ve kökenleri aynı Sami dil ailesine dayanır. “Şehit”
ifadesi de tanık demektir.
24. O hâlde bilin ki (bunu)
yapamazsanız, ki asla yapamayacaksınız. O zaman kafirler (hakkı örtenler) için
hazırlanan1 ve yakıtı insanlar ve taşlar olan o ateşten
sakının!
1 “أَعَدَّ”
(a‘aḍḍa), bir şeyi “hazırlamak”, “düzenlemek”, “sıralamak” anlamına gelir.
25. İman eden ve salih ameller1 (doğru, yapıcı, erdemli
fiiller) işleyen kimseleri de müjdele. Altından nehirler akan cennetler onlar
içindir. Oradaki ürünlerden rızıklandıklarında, “Bu daha önce rızıklandığımız
bir şeydir!” derler. Ve onlara benzer olarak verilir.2 Orada onlar
için mutahhar (tertemiz, iyi, faydalı) eşler3 de vardır.
Ve onlar orada (ebedi) kalıcıdırlar.4
1
Salih; iyi, doğru, yararlı ve
uygun olmak demektir. Salihât ise; iyi, doğru, yararlı, yapıcı tüm
fiilleri kapsar. Ancak Kur’an’a uygun olarak yapılmayan hiçbir iş salihâttan (doğru,
yapıcı, erdemli fiillerden) sayılmaz. Ameller (fiiller, işler), Allah’ın Kur’an’da
bildirdiklerine uygun işlense de iman etmedikçe de salih amel sayılmaz. Onun
için Kur’an’da nerede salih amelden söz edilmişse öncesinde imandan söz
edilmiştir.
2 Cennet ve cehennem tasvirleri birer kinaye ve
mecazdır (bkz: 13:35; 17:60; 47:15; 76:16). Çöl ortamında yaşamış insanlara
cennet, altlarından nehirler akan ve çeşitli meyveler olan bahçelere
benzetilmektedir.
3 “zevc” kelimesi “eş”,
“eşleşmiş şeyler”, “çiftin bir parçası”, “karı-koca” ve “erkek ya da dişi
birey” gibi anlamlara gelir. Cennete girenler için “mutahhar” yani her türlü
eksiklerden arındırılmış eşleri olacaktır.
4 Cennetin ebedî oluşuyla ilgili olarak bkz: 2:82;
3:15, 107, 136, 198; 4:13, 57, 122; 5:85, 119; 7:42; 9:22, 72, 89, 100; 10:26;
11:23, 108; 13:35; 14:23; 18:108; 20:76; 21:102; 23:11; 25:15, 16, 76; 29:58; 31:9;
39:73; 43:71; 46:14; 48:5; 50:34; 57:12; 58:22; 64:9; 65:11; 98:8.
26. Şüphesiz ki Allah,
bir sivrisineği1, hatta onun üstünde
olanı (kanadını vb) örnek vermekten
çekinmez2. İman eden kimseler, bunun
Rablerinden gelen bir hak (gerçek,
hakikat) olduğunu böylece bilirler. Küfreden (hakkı örten) kimseler ise, “Allah, acaba bu örnekle ne demek istedi?” derler.3 (Allah) onunla bir çoğunu saptırır, bir çoğunu da onunla hidayet
(kılavuzluk) eder; onunla fasıklardan başkasını saptırmaz.4
1
“بعض” (ba’ḍa) küçük
parçalara ayırmak, bölmek anlamına gelen bir fiildir. Bu
kökten türeyen “بَعُوضَة” kelimesi
ise küçük ve rahatsız edici böcek, yani dişi sivrisinek anlamındadır. Dişi
sivrisinek, kan emen, yani insanlara zarar veren ve dolayısıyla ayette örnek
verilmesinde anlamlı olan türdür. Erkek sivrisinek kan emmez, polen ve bitki
özüyle beslenir. “بَعُوضَة” kelimesi Kur’an’da sadece bu ayette geçer.
2 “ح-ي-ي”
(hâ-yâ-yâ) kelime kökü “haya” yani “utanma”, “çekinme” anlamına gelir. Aynı
kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 4 kez geçer: 2:26; 28:25; 33:53 (2 kez).
3 Bu ayette ve başka ayetlerde sinek, örümcek, karınca, arı gibi ‘değersiz’
şeylerden söz edilerek, hayatımızdaki bu kadar basit ayrıntılarla acaba neyi
anlatmak istenilmektedir? şeklinde düşünülebilir. Hem burada hem de “Ey
insanlar, (size) bir örnek veriliyor, onu dinleyin: Allah’ın dışında dua
ettikleriniz bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamazlar. Sinek, onlardan
bir şey kapacak olsa, onu da ondan geri alamazlar! (Onlardan yardım) isteyen de
âciz, istenen de!” şeklindeki 22:73 ayetiyle verilmek istenen mesaj,
insanların ve putlarının ne kadar güçsüz ve aciz olduklarını müşriklere
kavratmaktır.
Sıradan, yararsız bir böcek olarak bilinen
sivrisinek, duyu alma organı, pompa düzeni, ayakları, kanatları ve iç
organlarıyla eksiksiz yaratılmış bir varlıktır. Sivrisineklerin, yalnızca
dişileri kan emerler ve kendi ağırlıklarından daha çok kan emmelerine karşın,
derileri esnek olduğu için çatlamazlar. Erkek sivrisinekler ise yalnızca çiçek
özleriyle beslenirler ve dişilerin aşılanması görevini yerine getirdikten sonra
ölürler.
4 “فسق” (fısk), aslında bir şeyin dışına çıkmak demektir. Dini
terminolojide ise, Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyip günaha düşmek, yani
açıkça itaatsizlik etmek anlamına gelir. Fısk sözcüğü türevleri ile birlikte
Kur’an’da 54 kez geçer: 2:26, 59, 99, 197; 282; 3:82, 110; 5:3, 25, 26, 47, 49,
59, 81, 108; 6:49, 121, 145; 7:102, 145, 163, 165; 9:8, 24, 53, 67, 80, 84, 96;
10:33; 17:16; 18:50; 21:74; 24:4, 55; 27:12; 28:32; 29:34; 32:18, 20; 43:54;
46:20, 35; 49:6, 7, 11; 51:46; 57:16, 26, 27; 59:5, 19; 61:5; 63:6.
27. Onlar, Allah’a verdikleri ahdi (sözü) misaklarından (kendileriyle
yapılan antlaşmadan) sonra bozarlar. Allah’ın birleştirilmesini (gözetilmesini)
emrettiği şeyleri de koparırlar. Arḍda (yeryüzünde, egemenlikleri altındaki
topraklarında) da fesat (bozgunculuk) çıkarırlar.1 Hüsrana
uğrayanlar işte onlardır.2
1 Bu cümle 13:25 ayetinde de tekrarlanmaktadır. Bu ifadenin zıddı
ise 13:21 ayetinde yer alır.
2 Bu kısa ayet anlam bakımından öylesine geniştir
ki, iki insanın arasındaki ilişkiden, uluslararası ilişkilere kadar tüm ahlâkî
durumları ihtiva eder. Bu ayete göre Allah’ın insanlara korunmasını emrettiği
ilişkileri kesmek, kaos ve düzensizliğe neden olur. Çünkü sadece bu ilişkiler,
insanları Allah’a ve birbirlerine bağlayabilir.
“İlişkileri kesmek” aynı zamanda “onları kötüye
kullanmak” anlamına da gelir. Çünkü bu bağlar doğru bir şekilde gözetilmediği
sürece aynı sonuçlar ortaya çıkar. Bu nedenle Kur’an sadece bu bağların
koparılmasını değil, dünyada karışıklık, kaos ve düzensizliğe neden olduğu için
suistimal edilmesini de yasaklar.
28. Allah ile nasıl küfredersiniz (hakkı örtersiniz)? Sizler, ölüler idiniz ve
O sizi diriltti. Ardından sizi öldürecek. Ardından sizi diriltecek. Ardından O’na
döndürüleceksiniz!1
1 Ayette insanlar için söz konusu olan beş aşama
dile getirilmektedir. İnsan bedeninin canlanmadan ve ruh sahibi kılınmadan
önceki hali onun ölüm yani cansız halidir. Bu ilk aşamadır. İkinci aşamada Yüce
Allah insanlar ölüyken onları hayata getirdiğini ifade ederek cansız veya
doğadaki hâlden kendilerini canlı ve hayat sahibi bir dönüşüme tabi kıldığını
belirtmektedir. Üçüncü aşamada bu hayata geldikten sonra zamanı geldiğinde
insanları vefat ettireceğini, dördüncü aşamada onları yeniden dirilteceğini,
beşinci aşamada ise hesap vermek üzere huzuruna döndürüleceklerini ifade
etmektedir.
Sadıklar (doğru, güvenilir olanlar) ise gerçekte
ölmezler. Onlar, bu dünyadaki geçici süreleri sona erdiğinde, ölüm melekleri
onları doğrudan Cennete davet ederler (2:154, 3:169, 8:24, 22:58, 16:32, 36:20-27,
44:56, 89:27-30). Böylelikle, muttakiler sadece ilk günahımızdan sonraki ilk
ölümü tecrübe ederlerken, kafirler iki ölümden geçerler (40:11). Ölüm anında,
inkârcılar sefil akıbetlerini bilirler (8:50, 47:27), sonra onlar Cehennem
yaratılana dek sürekli bir kâbusa maruz kalırlar (40:46, 89:23, Ek 17).
29. O, arḍdakilerin1 tümünü sizin için yaratandır. Ardından semaya (göğe)
istiva2 etti. Böylece onları yedi gök (7 evren)
olarak düzenledi.3 O, her şeyi Bilen’dir.
1 “ارض”
(arḍ); Yer, toprak, yeryüzü, zemin anlamlarına gelir.
Ancak Kur’an’da bir toplumun yaşadığı topraklar, yaşanılan yer, egemenlik
alanı, Allah’ın evrenlerin dışındaki diğer egemenlik alanları gibi anlamlarda
da kullanılmaktadır.
2 İstiva ile ilgili açıklama ise 7:54 ayetinde yer
alır.
3 Evrenimiz, milyarlarca ışık yılı uzaklığındaki
milyarlarca galaksisi ile 7 evrenin en küçüğüdür (Kur’an-Son Ahit, Ek-6,
s.387).
30. Ve Rabbin meleklere1 demişti ki: “Şüphesiz ki Ben, yeryüzünde
bir halife2 (sorumluluk sahibi, vekil) yapıyorum (tayin
ediyorum).” Dediler ki: “İçinde fesat (bozgunculuk) yapanı ve kan
dökeni mi tayin edeceksin? Oysa biz, Senin
hamdin ile (bize
öğrettiğin duayla/öğretilerin ile) Seni tesbih ediyoruz3 (yüceltiyoruz)
ve seni takdis ediyoruz4 (kutsuyoruz).” Dedi
ki: “Şüphesiz ki Ben, bilmediğiniz şeyleri bilirim.”
1 “Melek”
kelimesi; Arapça (مَلَك,
melek), İbranice (מַלְאָךְ, mal'akh) ve Süryanice (ܡܲܠܲܐܟܵܐ, mal'akhā) gibi Sâmî dillerde
ortak bir kökene dayanır. Genellikle “elçi” veya “haberci” anlamında
kullanılır. Aynı zamanda “kral”, “hükmeden” ve “tasarruf sahibi” gibi
anlamlarla da ilişkilendirilmiştir. Bu bağlamda melekler, hem ilahi
mesajları ileten elçiler hem de Allah’ın emriyle evrende çeşitli görevleri
yerine getiren güçlü varlıklar olarak tanımlanmıştır.
2
Halife, temsilci demektir. Halifenin görevi, temsil
ettiği otoritenin isteklerini yerine getirmektir. Verilen bu yetkileri kendi
arzularına göre kullanırsa bu bir isyan ve ihanet olur.
Yüce Allah’ın yüksek rütbeli yaratıklarından biri olan İblisin (şeytanın),
bir egemenlik alanını, Yüce Allah’ın yanında bağımsız bir ilah olarak
yönetebileceği konusunda kibirli bir fikir geliştirmesiyle başladı. Yüce Allah’ın
mutlak otoritesine olan bu meydan okuma sadece bir inkar değildi, aynı zamanda
hatalıydı da. Şeytan, yalnızca Yüce Allah’ın bir ve tek ilah olma kabiliyetine
sahip olduğu ve yüce (ilah) olmanın onun
idrakinden çok daha fazlası olduğu gerçeği konusunda cahildi. Şeytanı, bir
egemenlik alanının sorumluluğunu bir yüce olarak üstlenebileceğine ve onu
hastalık, sefalet, savaş, kazalar ve kaos olmadan yönetebileceğine inandıran
şey bencilliği ve kibriydi. Yüce Allah’ın yaratıklarının ezici çoğunluğu Şeytan’la
aynı fikirde değildi. Yine de çeşitli derecelerde onunla aynı fikirdeki sayıca
çok az olan bencil azınlık, milyarlarca sayıda idi.
Böylece, Göksel
Topluluk içinde büyük çekişme patlak verdi: “(De ki) Onlar
tartışırlarken mele-i ala (yüce melekler, yüce
topluluk) hakkında bir bilgim yoktu.” (Sad, 38:69)
Şeytan ve yandaşlarının, Yüce Allah’ın mutlak otoritesine karşı
olan haksız meydan okuması en etkin şekilde karşılanıp çözüldü ve onlara
suçlarını kınamaları ve Allah’a teslim olmaları için yeterince şans verildikten
sonra, Yüce Allah en inatçı isyancıları Dünya adında bir uzay gemisine sürgün
etmeye ve kendilerini günahtan kurtarmaları için onlara bir şans daha vermeye
karar verdi.
Bir uçağı
uçurabileceğinizi iddia ediyorsanız, iddianızı test etmenin en iyi yolu size
bir uçak vermek ve onu uçurmanızı istemektir. Yüce Olan Allah’ın, Şeytanı bir yüce
olabileceği iddiasına yanıt olarak yapmaya karar verdiği şey de tam da buydu.
Böylece, Yüce Olan Allah, Şeytanı minik zerre olan Dünya’da halife (temsilci,
geçici bir yüce) olarak atadı:
Melekler, İblisin bozgunculuk yapan, yalancı ve katil biri olduğunu
biliyorlardı: (İsa onlara şöyle dedi): “Sizler, babanız İblistensiniz ve
babanızın arzularını yerine getirmek istiyorsunuz. O, kendi yolunda yürümeye
başladığında katil oldu; hakikat yolunda kalmadı. Çünkü içinde hakikat yoktur.
Yalan söylediği zaman, karakterine uygun davranır. Çünkü hem yalancıdır
(Tevrat, Başlangıç, 3:4,5) hem de yalanın babasıdır.” (İncil, Yuhanna 8:44)
Bu nedenle de melekler, isyancıların da
liderlerinin de Allah’ın hükümranlığından sürgün edilip cezalandırılmaları
gerektiği kanaatindeydiler. Fakat Merhamet Edenlerin En Merhametlisi Olan Yüce
Allah, isyancılara suçlarını kınamaları, tövbe etmeleri ve Kendisinin mutlak
otoritesine teslim olmaları için bir şans vermeyi irade etti.
Böylece şeytan ile aynı fikirde olanlara egolarını öldürmeleri ve Yüce
Allah’ın mutlak otoritesine teslim olmaları için bir şans verildi. Bu suçlu
yaratıkların ezici çoğunluğu bu fırsattan yararlanırken, yaklaşık 150 milyar
yaratıktan oluşan küçük bir azınlık bu tekliften yararlanmakta başarısız oldu:
“Şüphesiz ki Biz,
emaneti (sorumluluğu) göklere (7 evrene) ve yere ve dağlara teklif ettik. Bunun
üzerine onu yüklenmek istemediler ve ondan endişelenip korktular. Ve onu insan
yüklendi. Şüphesiz ki o, zalimdir, cahildir.” (Ahzab, 33:72).
Göksel topluluktaki bu çekişme, yaratılanların farklı kategorilerde
sınıflandırılmasına yol açmıştır:
I. Melekler: Allah’ın mutlak otoritesini asla
sorgulamayan yaratıklar olarak sınıflandırıldı. Yalnızca Allah’ın, ilah (Yüce
Olan) olduğunu biliyorlardı. Yaratıkların ezici çoğunluğu bu kategoridedir.
Allah’a kulluk (hizmetkârlık) etmekte olan bu sınıftakilerin miktarını kendileri
bile bilmezler. Onların sayısını ancak Allah bilir:
“… Rabbinin ordularını O’ndan başkası bilmez. Bu, beşer için
zikirden (hatırlatmadan) başka bir şey değildir.” (Müddessir,
74:31)
II. Hayvanlar ve Diğer Varlıklar: Asilerin büyük
çoğunluğu da Yüce Allah’ın krallığına yeniden katılma yönündeki lütufkâr
tekliften faydalanmak için egolarını öldürdüler ve küfürlerinin bir kefareti
olarak teslimiyeti seçtiler ve kendilerine verilen her türlü rolü kabul
ettiler. Bu itaatlerine karşılık olarak da günahlarından kurtarılarak Yüce
Allah’ın sonsuz krallığına tekrar geri alınırlar:
“Yeryüzünde
hareket eden hiçbir dabbe (hareket eden varlık) ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur
ki, sizin gibi ümmetler (toplumlar) olmasın. Biz, Kitap’ta (Tevrat,
İncil ve Kur’an’da) hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra onlar, Rablerinin
huzurunda toplanacaklar.” (Enam, 6:38)
At, köpek, ağaç, Güneş, Ay, yıldızlar, aynı zamanda deforme olmuş ve
retarde çocuklar, suçlarını kınayan ve tövbe eden ve kendilerine verilen role
sadık kalan bu yaratıklar arasındadır.
Atın egosu yoktur. Atın sahibi zengin veya fakir, uzun veya kısa, şişman
veya zayıf, genç veya yaşlı olabilir ve at hepsine hizmet edecektir. Köpeğin
egosu yoktur; sahibi ne kadar zengin ya da fakir olursa olsun kuyruğunu
sahibine sallayacaktır. Güneş her gün tam olarak Yüce Allah’ın tayin ettiği
zamanlarda doğar ve batar. Ay, Dünya etrafındaki senkronize yörüngesini en ufak
bir sapma olmadan takip eder. İnsan vücudu -geçici bir elbise- yeryüzüne
aittir; bu bakımdan, o da bir teslim olandır. Kalp, akciğerler, böbrekler ve
diğer organlar kontrolümüz dışında fonksiyonlarını yerine getirirler:
“Göklerde (7 evrenin) ve yerde bulunanların; Güneş’in, Ay’ın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların
ve insanlardan birçoğunun Allah’a secde ettiğini görmüyor musun? Birçoğu da
azabı hak etmiştir. Allah, kimi aşağılarsa, artık onu değerli kılacak (onurlandıracak) yoktur. Allah istediğini
yapar.” (Hac, 22:18)
III. Cinler: Suçlu yaratıkların bir bölümü ise tekrar
tevbe ettiklerini unutup İblis bakış açısıyla bencillik etmeye devam etti ve cinler
olarak sınıflandırıldı.
Dünya üzerindeki cennete yerleştirilmek üzere insanlardan önce cinler
yaratılmıştı.
Kendisine verilen halifeliğin kalıcı olacağını sanan İblis, insanın
yaratılış sürecindeki sınavında tekrar başarısız olur:
“İnsanı,
hamein mesnun olan salsaldan (belirli bir ölçü ve bileşene
göre şekil verilmiş, ses
çıkaracak kadar kupkuru bir balçıktan) yarattık. Cinleri ise, önceden
Semum (maddenin özüne işleme özelliğine sahip zehirli) bir ateşten
yarattık. Rabbin, meleklere demişti ki: “Ben hamein mesnun olan salsaldan bir
beşer (canlı, insan) yaratıyorum. Tesviye
ettiğimde (bir düzene soktuğumda)
ve ruhumdan ona (can) üflediğimde, ona secde edin!” Bunun üzerine
bütün melekler hep birlikte secde
ettiler. Ancak İblis, secde edenlerle birlikte olmak istemedi. “Ey İblis! Seni,
secde edenlerle olmaktan alıkoyan nedir?” dedi. Dedi ki: “Çamurdan, yıllanmış
balçıktan yarattığın bir beşere secde etmem!” Dedi
ki: “Öyleyse çık oradan! Sen recmedildin (taşlandın,
dışlandın)! Din Gününe (hesap gününe) kadar da lanet senin
üzerinedir. (İblis) deki ki: “Rabbim! O hâlde (insanların) yeniden
döndürülecekleri güne (diriltilecekleri hesap gününe) kadar bana mühlet
ver.” (Allah) dedi
ki: “Sen, mühlet (süre) verilenlerdensin. Bilinen vaktin (yargı) gününe kadar.” (İblis
deki ki:) “Rabbim! Sapıtmama neden olduğundan dolayı ben de
yeryüzündeki her şeyi onlara cazip göstereceğim, hepsini de sapıtacağım. Onlardan, muhlis (samimi, içten) olan kulların hariç.” (Allah)
dedi ki: “Bu,
Bana varan sırat-ı müstakimdir (dosdoğru yol budur)! Kullarım üzerinde senin sultanın (yetkin,
otoriten) yoktur; sapıtıp sana uyanlar hariç. Onların hepsinin varacağı yer
de cehennemdir.” (Hicr, 15:26-43)
“…Cehennemi senden (cinlerden)
ve onlardan (insanlardan) sana uyanlarla dolduracağım.” (Sad, 38:
85)
Böylece İblis,
kendisine verilmiş olan bu yetkiyi de insanlara kaptırır:
“Sizi de yeryüzünün halifeleri (sorumluları, temsilcileri) yapan verdiği şeylerle
(nimetlerle) sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle yükselten
O’dur. Rabbin, cezası (karşılığı) hızlı olandır. Şüphesiz ki O, Gafur’dur, Rahimdir.” (Enam, 6:165).
IV. İnsanlar: Bunlar, İblisin iddiasıyla
ilgili şüphe duydukları hâlde, Yüce Allah’ın mutlak otoritesi konusunda sağlam
bir duruş sergileyemeyenlerdir. Egoları da kendilerine Yüce Allah’ın krallığına
yeniden katılma yönündeki lütufkâr tekliften faydalanmalarını engelledi:
“Şüphesiz ki Biz,
emaneti (sorumluluğu) göklere (7 evrene) ve yere ve dağlara
teklif ettik. Bunun üzerine onu yüklenmek istemediler ve ondan endişelenip
korktular. Ve onu insan yüklendi. Şüphesiz ki o, zalimdir, cahildir.” (Ahzab, 33:72).
“Hevasını (istek
ve arzularını) ilah edineni (egosunu yüce olarak göreni) gördün mü? ona
vekil mi olacaksın?” (Furkan, 25:43).
Tevrat’ta,
Başlangıç, 2:8-25; 3:1-22 ayetlerinde de ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi
yeryüzündeki cennete (bahçeye) yerleştirilen insan, şeytanın aldatması sonucu
Allah’ın ilk emrini çiğner:
“Ey Adem! Sen ve eşin cennete yerleşin ve
dilediğiniz yerde, ondan (nimetlerinden) bolca yiyin. Fakat
şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz!” dedik. Fakat şeytan onları
oradan (kandırarak) kaydırdı ve içinde bulundukları yerden çıkardı. Biz
de dedik ki: “Birbirinize düşman olarak inin. Belirli bir süreye kadar, yeryüzü
size barınak ve geçinme yeri olacak.” (Bakara, 2:35, 36)
“Böylece, onları yalanlarla aldattı. Ağacı
tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennetin yapraklarıyla
üstlerini örtmeye başladılar. Rableri de onlara seslendi: “Sizi o ağaçtan
menetmedim mi, şeytan da sizin apaçık düşmanınızdır demedim mi?” “Rabbimiz, biz
kendimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen hüsrana
uğrayanlardan oluruz.” dediler. Dedi ki: “Birbirinize
düşman olarak inin. Belirli bir süreye kadar, yeryüzü size barınak ve geçinme
yeri olacak.” Dedi ki: “Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan (hesap
vermek üzere) çıkarılacaksınız.” (Araf, 7:22-25)
Doğumdan ölüme kadar her insana bir cin atamak Yüce Allah’ın planıydı. Cin,
yoldaşı olduğu şeytanı temsil eder; onun bakış açısını destekler ve eşlik
ettiği insanı saptırmak ister: “Yoldaşı, “İşte
yanımdaki hazır” der.” Atın cehenneme, her inatçı kâfiri; Hayra engel olanı,
azgını, şüpheciyi. O, Allah’ın dışında başka ilah edindi. Onu şiddetli azaba
atın!” Yoldaşı, “Rabbimiz, onu ben azdırmadım. Zaten kendisi derin bir
sapkınlık içindeydi.” dedi. Dedi ki: “Huzurumda çekişmeyin! Sizi daha önce
yeterince uyardım. Katımda söz değiştirilmez, kullara zulmeden de değilim!” (Kaf
50:23-29)
Böylece cinlere de insanlara da kendilerini yeniden ıslah edip egolarını
kınamaları ve kendilerini günahlarından kurtararak yeniden Yüce Allah’ın mutlak
otoritesine teslim olmaları için bu dünyada son bir şans verilmiştir. Ne zaman
bir insan doğsa, bir cin de doğup bu yeni insana atanır:
“Ey Ademoğulları! Şeytan, ana babanızın mahrem
yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı
gibi sizi de aldatmasın! O ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden
sizi görürler. Biz, şeytanları iman etmeyenlere evliya
kıldık.” (Araf 7:27)
“Ey Ademoğulları! Ben, size ‘Sizin için
apaçık düşmanınız olan şeytana kulluk (hizmet) etmeyin.’
diye sizinle ahdetmedim mi?” (Yasin 36:60)
“… Benim yerime onu (İblisi) ve onun soyunu mu evliya ediniyorsunuz?
Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zalimler için bu ne kötü bir değişimdir!”
(Kehf 18:50).
Halifelik yetkisi artık insanlardadır (6:165). Ancak bu yetki, İblis gibi
sınavı kaybeden insanlardan alınır ve Allah’a kulluk (hizmetkarlık) eden kişilere
veya topluluklara devredilir. Bu nedenle de ilk önce Nuh ve onunla gemide
olanlar (10:73), ardından Semud kavmi (7:73), ardından İsrailoğulları (7:129), ardından
da Muhammed ve onunla iman edenler (35:39) halife kılınır.
Son olarak da yeryüzünün halifeliği başkalarına vadedilir: “Allah,
aranızdan iman eden ve salih ameller (doğru,
yapıcı, erdemli fiiller) işleyenlere; kendilerinden öncekileri halife (sorumlu,
egemen) kıldığı gibi onları da yeryüzünde halife kılacağını, onlar için
uygun gördüğü ve razı olduğu dini, kendileri için sağlamlaştıracağını ve
ardından korkularını emniyete dönüştüreceğini vadetmiştir.” (Nur 24:55)
(Daha geniş açıklama
için bakınız: Kur’an-Son Ahit, S: XVI-XX)
3 “تَسْبِيح” (tesbih) kelimesinin,
Arapça’da sebh (سَبْح) kökünden türediği, bu kökün de suda yüzmek
veya havada süzülmek gibi hızlı, sürekli ve düzenli bir hareketi ifade
ettiği belirtilir. “تَسْبِيح” (tesbih) kelimesinin de bağlama göre
mecazen Allah'ı yüceltmek ve O’nu her türlü eksiklikten tenzih etmek (uzak
tutmak) anlamına geldiği belirtilir.
Tesbih
kavramının İbranice dilindeki karşılığı ise “שַׁבָּח” (sebeh) kelimesidir. Bu
kelime, övme, yüceltme ve Allah’ı anma anlamlarını taşır. Ayrıca, “לְשַׁבֵּחַ”
(Lesâbbâh) kelimesi de benzer şekilde övmek, yüceltmek ve Allah’ı anmak
anlamına gelir. İbranice'deki bu kullanımlar, tesbih kavramının semantik
alanının övgü ve yüceltme ekseninde şekillendiğini göstermektedir.
Süryanice
dilinde ise tesbih kavramı, “ܫܒܚ” (sâbâh) kelimesiyle ifade edilir. Bu kelime de övmek,
yüceltmek ve Tanrı'yı ululamak anlamlarını taşır. Ayrıca, ܫܒܘܚܐ
(sâbuḥo) ve ܬܫܒܘܚܬܐ (Teshbuḥta) kelimeleri de övgü,
tesbih ve Tanrı'yı yüceltme anlamına gelir. Süryanice'deki bu kullanımlar,
tesbih kavramının Allah’a yönelik övgü ve yüceltme eylemlerini
içerdiğini ortaya koymaktadır.
Bu nedenle, çeviri sürecinde “تَسْبِيح” (tesbih) kelimesinin, Sami dillerde
ortak olarak taşıdığı övme, yüceltme ve Allah'ı anma anlamı esas alınacaktır.
Kur'an'da, alemlerdeki (evrenlerdeki) tüm varlıkların
(melekler, dağlar, kuşlar, yıldızlar vb.) Allah’ı tesbih ettiği (yücelttiği)
belirtilir (13:13; 17:44; 24:41; 40:7; 41:38; 42:5; 55:6).
Yüce Allah, Muhammed Nebi’ye hitaben biz müminlerin de
kendisini nasıl yücelteceğini bildirir:
“فَسَبِّحْ
بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظ۪يمِ”
“Öyleyse,
Azîm (muazzam) olan Rabbinin adını tesbih et! (yücelt!)” (56:74, 96; 69:52)
“سَبِّحِ
اسْمَ رَبِّكَ الْاَعْلٰىۙ”
“En
yüksekte olan Rabbinin adını tesbih et (yücelt)”
(87:1)
“فَسَبِّـحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ”
“O hâlde Rabbinin hamdi ile tesbih et…” (15:98)
“وَرَبَّكَ
فَـكَبِّرْۙ”
“Rabbini
de böylece tekbir et (büyüt)!” (74:3)
Bundan dolayı salat ederken; kıyamda Rabbimizin
hamdi olan Fatiha Suresi ile, rükûda “Sübhâne Rabbiyel-Azîm” (Azîm
(muazzam) olan Rabbim Yücedir) ifadesiyle, secdede de “Sübhâne Rabbiyel-A‘lâ”
(En yüksekte olan Rabbim Yücedir) ifadesiyle, eylemler arasında da “Allah-u Ekber” ifadesi ile Rabbimizi yüceltiriz.
Tesbih etmeyi sadece tesbih çekmeye indirgemek de bir
bidat ve bir hurafedir.
4 “نُقَدِّسُ” (nukaddisu) ifadesi, “kutsallık”, “yücelik”
anlamlarına gelen “ق-د-س” (k-d-s) kökünden türemiştir. Aynı kökten
türemiş 10 kelime Kur’an’da geçer: 2:30, 87, 253; 5:21, 110; 16:102; 20:12;
59:23; 62:1; 79:16.
31. Ve (Allah) isimlerin1 tümünü Adem’e öğretti. Sonra onları (varlıkları) meleklere gösterdi2 ve dedi
ki: “Sadıklardansanız (doğrulardan, dürüstlerden),
bunların isimlerini bana bildirin3.”4
1 “ٱلْأَسْمَا”
(esmâ), isimler demektir. Bu ayet, insanın bilgi edinme ve kavrama
yeteneğinin ilahi kaynaklı olduğunu göstermektedir.
2
“عَرَضَ” (‘aredâ)
ifadesi “arz etmek, göstermek, sunmak, sergilemek” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 11 kez geçer: 2:31; 11:18; 18:48,
100; 33:72; 38:31; 40:46; 42:45; 46:20, 34; 69:18.
3
“أَنۢبِـُٔونِى” (enbiuni)
ifadesi “bana bildirin” demektir. Söz konusu kelime
“bildirme, haber verme” anlamına gelen “ن ب أ” (n-b-e) fiil kökünden türemiştir. Peygamber
“نَّبِى” (nebî) sözcüğü de bu kökten türemiştir ve “bildiren, haber veren”
anlamına gelmektedir. Kur’an’da, bu kökten türemiş 160 sözcük
geçer: 2:31, 33 (2 kez), 61, 91, 136, 177, 213, 246, 247, 248; 3:15, 21, 39,
44, 49, 68, 79, 80, 81, 84, 112, 146, 161, 181; 4:69, 155, 163; 5:14, 20, 27,
44, 48, 60, 81, 105; 6:5, 34, 60, 67, 89, 108, 112, 143, 159, 164; 7:94, 101,
157, 158, 175; 8:64, 65, 67, 70; 9:61, 64, 70, 73, 94 (2 kez), 105, 113, 117;
10:8, 23, 53, 71; 11:49, 100, 120; 12:15, 36, 37, 45, 102; 13:33; 14:9; 15:49,
51; 17:55; 18:13, 78, 103; 19:30, 41, 49, 51, 53, 54, 56, 58; 20:99; 22:52, 72;
24:64; 25:31; 26:6, 69, 221; 27:22; 28:3, 66; 29:8, 27; 31:15, 23; 33:1, 6, 7,
13, 20, 28, 30, 32, 38, 40, 45, 50 (3 kez), 53 (2 kez), 56, 59; 34:7; 35:14;
37:112; 38:21, 67, 88; 39:7, 69; 41:50; 43:6, 7; 45:16; 49:2, 6; 53:36; 54:4,
28; 57:26; 58:6, 7; 60:12; 62:8; 64:5, 7; 65:1; 66:1, 3 (5 kez), 8, 9; 75:13;
78:2.
4 Varlığa isim vermek; onun ne olduğunu tanımak ve bilmek
demektir. Bu
husus Tevrat’ta anlatılmaktadır: “Ve adam, her canlıya ve her hayvana ve
gökte uçan her kuşa isim koydu…” (Başlangıç, 2:24)
32. Dediler ki: “Sûbhân
(her türlü noksandan
münezzeh olan) Sensin! Bize öğrettiklerinden başka bir bilgiye sahip değiliz.
Şüphesiz ki Sen, Alimul-Hakiym’sin2 (Her şeyi Bilensin, Hikmetle
Hükmedensin).
1
“سُبْحَانَ” (Sübhan)
kelimesi “yüzmek ve uzaklaşmak” anlamlarına gelen “س-ب-ح” (s-b-ḥ) kökünden türemiştir ve “bir şeyi uzak tutmak,
tenzih etmek” anlamlarına gelir. Dolayısıyla “سُبْحَانَ اللَّهِ” (Sübhânallah),
“Allah'ı her türlü noksandan tenzih ederim” demektir. “سُبْحَانَكَ” (sûbhâneke)
de Sûbhân Olansın yani her türlü noksandan münezzeh olansın, demektir.
2 Kur’an’da hem “حاكم” (Hâkim) hem de “حكيم” (Hakiym)
ifadesi geçer. Hakiym (حكيم), “hikmetli olan, Bilge, akıllı ya da derin
anlayışa sahip, hikmetle hüküm veren” demektir. Hâkim (حاكم) ise
“hükmeden, yönetici, egemen olan, otorite, yargıç” demektir. Hakiym (حكيم)
ifadesi ile aynı kökten türemiş kelimeler
Kur’an’da 186 kez geçer: 2:32, 113, 129, 188, 209, 213, 220, 228, 240,
260; 3:6, 7, 18, 23, 55, 62, 79, 126; 4:11, 17, 24, 26, 35 (2 kez), 56, 58 (2
kez), 60, 65, 92, 104, 105, 111, 130, 141, 158, 165, 170; 5:1, 38, 42 (3 kez),
43 (2 kez), 44 (2 kez), 45, 47 (2 kez), 48, 49, 50 (2 kez), 95, 118; 6:18, 57,
62, 73, 83, 89, 114, 128, 136, 139; 7:87 (2 kez); 8:10, 49, 63, 67, 71; 9:15,
28, 40, 60, 71, 97, 106, 110; 10:1, 35, 109 (2 kez); 11:1 (2 kez), 45 (2 kez);
12:6, 22, 40, 67, 80 (2 kez), 83, 100; 13:37, 41 (2 kez); 14:4; 15:25; 16:59,
60, 124; 18:26; 21:74, 78 (2 kez), 79, 112; 22:52 (2 kez), 56, 69; 24:10, 18,
48, 51, 58, 59; 26:21, 83; 27:6, 9, 78; 28:14, 70, 88; 29:4, 26, 42; 30:27;
31:9, 27; 33:1; 34:1, 27; 35:2; 36:2; 37:154; 38:22, 26; 39:1, 3, 46; 40:8, 12,
48; 41:42; 42:3, 10, 51; 43:4, 84; 44:4; 45:2, 16, 21, 37; 46:2; 47:20; 48:4,
7, 19; 49:8; 51:30; 52:48; 57:1; 59:1, 24; 60:5, 10 (3 kez); 61:1; 62:1, 3;
64:18; 66:2; 68:36, 39, 48; 76:24, 30; 95:8 (2 kez).
33. Dedi ki: “Ey Adem, isimleri ile onlara
bildir!” Onlara isimleriyle bildirmesi üzerine (Allah) dedi ki: “Size, ‘Göklerin (7
evrenin) ve yerin gaybını (sırlarını) da açığa vurduklarınızı1
da sakladıklarınızı2 da şüphesiz Ben bilirim.’ dememiş
miydim?”
1 “بَدَأَ” (bada’a)
fiil kökünden türetilmiş olan bu kelime “gizli olan bir şeyi açığa çıkarmak”
veya “belirtmek” anlamlarına gelir.
2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak”
anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146,
159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110;
24:29; 40:28.
34. Ve meleklere “Adem’e secde edin!” demiştik. Bunun
üzerine secde ettiler. İblis hariç!1 O karşı çıktı2 ve kibirlendi; (o) kâfirlerden idi!”3
1 “Adem’e secde edin.” Sözü Allah’ın emrine boyun eğerek Adem’e
secde edin, şeklinde anlaşılmalıdır. İnsanın bilgisine ve dünyada
yapabileceklerine, Allah’ın emri (müdahalesi) olmadığı müddetçe boyun
eğmelerini belirtmek için bu secde, itaat ve boyun eğmenin sembolik bir ifadesi
olması muhtemeldir. Boyun eğdiklerini belirtmek için böyle bir hareketi
fiziksel olarak yapmış olmaları da mümkündür.
2 “اَبٰٓى” (ebâ) sözcüğü, “reddetmek, istememek, karşı çıkmak” anlamlarına
gelir. Bu ifade Kur’an’da 11 ayette 12 kez geçer: 2:34, 282 (2 kez); 9:8, 32;
15:31; 17:89, 99; 18:77; 20:56, 116; 25:50; 33:72.
3 Bu ayetten de anlaşılacağı üzere İblis de meleklerdendi. Bu
ayetler, “Neden buradayız?” gibi kritik sorulara cevap veriyor. (Kur’an-Son Ahit, Ek-7,
s.388)
35. Ve dedik ki: “Ey Adem! Sen ve eşin cennete, istediğiniz
yere yerleşin ve ondan (nimetlerinden) bolca yiyin. Şu ağaca
ise yaklaşmayın! Yoksa zalimlerden olursunuz!”
Yasaklanan
ağaç konusu ise Tevrat’ta şöyle anlatılır: “Rab, Aden bahçesini işlemesi için Adem’i
oraya yerleştirdi ve şöyle buyruk verdi: ‘Bahçede istediğin ağacın meyvesini
yiyebilirsin. Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün
kesinlikle ölürsün.” (Başlangıç, 2:15-17)
36. Bunun üzerine şeytan
(aldatan, saptıran)
onları oradan kaydırdı1 ve böylece içinde
bulundukları yerden çıkardı.2 Ve dedik ki: “Haydi,
birbirinize düşman olarak inin!4
Belirli bir süreye kadar5 da yeryüzünde size yerleşim
yeri ve metâ6 (geçimlik,
nimet) vardır.”
1 “أَزَلَّ” fiili,
"ayağını kaydırdı, yanılttı, aldattı" gibi anlamlara gelir. Bu fiil
Kur’an’da 4 kez geçer: 2:36, 209; 3:155; 16:94.
2 Tevrat’ta
(Başlangıç, 2:8-17; 3:1-7) meyveden ilk yiyenin Havva olduğu belirtilmektedir.
Bu nedenle de bazı insanlar kadını suçlamaktadır. Oysa bu ayette kendisine
emredilen ve birinci derecede sorumlu olan kişinin Adem olduğu gayet açıktır.
3 Temel
anlamı “haddi aşmak, saldırmak, düşmanlık etmek, sınırı geçmek” olan “ع – د
– و” (aʿ,d,v) kökünden olan “عَدُوّ” (a’duv” kelimesi “düşman,
saldırgan” demektir. Bu
kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 106 kez geçer: 2:36, 61, 65, 85, 97, 98 (2
kez), 168, 173, 178, 190 (2 kez), 193, 194 (3 kez), 208, 229 (2 kez), 231;
3:103, 112, 4: 14, 30, 45, 92, 101, 154;
5:2 (2 kez), 14, 62, 64, 78, 82, 87, 87, 91, 94, 107; 6:108, 112, 119,
142; 7:22, 24, 55, 129, 150, 163; 8:42 (2 kez), 60 (2 kez); 9:10, 83, 114, 120;
10:74, 90; 12:5; 16:115, 17:53; 18:28, 50; 20:39 (2 kez), 80, 117, 123; 23:7;
25:31; 26:77, 166; 28:8, 15, 15, 15, 19, 28; 35:6 (2 kez), 60; 41:19, 28, 34;
43:62, 67; 46:6, 50:25; 58:8, 9; 60:1 (2 kez), 2, 4, 7; 61:14; 63:4; 64:14;
65:1; 68:12; 70:31; 83:12; 100:1.
4
“هبط” (hebeta),
“inmek, düşmek, alçalmak” anlamlarına gelen bir fiildir. Bu fiil Kur’an’da 8
kez geçer: 2:36, 38, 61, 74; 7:13, 24; 11:48; 20:123.
5 “ح۪ينٍ” (hîn) kelimesi bağlama göre “belirli bir zaman,
vakit, zaman” gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 35 kez geçer:
2:36, 177; 5:101, 106; 7:24; 10:98; 11:5; 12:35; 14:25; 16:6 (2 kez), 80;
21:39, 111; 23:25, 54; 24:58; 25:42; 26:218; 28:15; 30:17 (2 kez), 18; 36:44;
37:148, 174, 178; 38:3, 88; 39:42, 58; 51:43; 52:48; 56:84; 76:1.
6 “المتعة” (metâ),
faydalanılan şey, geçimlik yani eş, mal, ürün, sermaye vb anlamlara gelmektedir. “المتعة” (mût’a)
sözcüğü de faydalanma ve menfaat sağlama anlamına gelmektedir.
37. Bunun üzerine Adem, Rabbinden kelimeler aldı
ve böylece onlarla tevbe1 etti.2 Şüphesiz ki O, Tevvâbur-Rahîm'dir. (Bağışlanma dileyen kuluna tekrar yönelendir;
merhamet edendir.)3
1 Arapça’da “التوبة” tevbe
(tevb, metâb) “geri dönmek, dönüş yapmak” demektir. “فَتَابَ عَلَيْهِۜ” (fe tabe aleyhim) yani “onlara
tevbe etti” ifadesi de “tekrar ona döndü, ona yöneldi” demektir. Bu ifade Kur’an’da
5 yerde geçer. (Bkz: 2:37, 54, 187; 20:122; 73:20).
2 Adem ve eşinin duası “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Bizi
bağışlamazsan ve bize merhamet etmezsen, elbette ki hüsrana uğrayanlardan
(kaybedenlerden) oluruz.” (7:23)
Adem, insanlığın atası olarak bilinir. Kur’an’da
Allah’ın seçkin kıldığı kişiler arasında sayılmıştır (3:33). Adem; Allah’tan
vahiy (kelimeler) alan (2:37, 38), kendisine yükümlülük ve sorumluluk verilen
(2:33, 35; 7:19; 20:117) ve alemlere faziletli kılınan (3:33) biridir.
Kur’an’da Adem’in resul veya nebi olduğu doğrudan belirtilmemektedir. Ancak, bu
ayetlerden Adem’in nebi olduğuna dair işaretler yer alır.
3 “تَوَّاب”
“tevvâb” ifadesi “geri dönen, dönüş yapan, tekrar yönelen” anlamlarına gelir.
Bu ifade Allah için kullanıldığında ise, “tevbe edendir” yani “istiğfar eden
kullarına yeniden yönelendir.”, “onlara tekrar hidayet (kılavuzluk) edendir.”
anlamlarına gelir.
38. Dedik ki: “Haydi, topluca oradan inin! O
hâlde Benden size bir hidayet (rehber, kılavuz) gelirse, o zaman kim
hidayetime uyarsa onlar için korku yoktur. Ve onlar hüzünlenmeyecekler!1
1 “حُزْنٌ” (ḥuzn) kelimesi hüzün,
keder, üzüntü anlamına gelir. Bu kelime, derin, uzun süreli ve duygusal bir ruh
halini ifade eder. Üzüntü ise, daha yüzeysel ve geçici bir sıkıntı veya
kederdir. Bu yüzden her hüzün bir üzüntüdür, ama her üzüntü bir hüzün değildir.
Huzn kelimesi Kur’an’da 42 kez geçer: 2:38, 62, 112, 262, 274, 277; 3:139, 153,
170, 176; 5:41, 69; 6:33, 48; 7:35, 49; 9:40, 92; 10:62, 65; 12:13, 84, 86;
15:88, 16:127; 19:24; 20:40; 21:103; 27:70; 28:7, 8, 13; 29:33; 31:23; 33:51;
35:34; 36:76; 39:61; 41:30; 43:68; 46:13; 58:10.
39.
Ayetlerimiz ile1
küfreden (hakkı örten) ve yalanlayan kimseler ise, işte
onlar ateş halkıdır. Onlar orada kalıcıdırlar2.”
1 Kur’an,
hem İslam inancı hem de insanlık tarihi açısından temel bir metin olarak,
kendine özgü gramer ve semantik özelliklere sahip bir Arapça formunda
indirilmiştir. İlahî bir vahiy olması sebebiyle, Kur’an’ın anlamı ve mesajı,
tarih boyunca pek çok dilbilimsel ve teolojik incelemeye tabi tutulmuştur.
Ancak, Kur’an’ın indirilişinden sonraki dönemlerde din bilginleri, kendi
yorumlarına dayalı farklı yaklaşımlar geliştirmiş ve bu yorumlar doğrultusunda
Arapça dilbilgisi kuralları oluşturulmuştur.
Oluşturulan bu kuralların bazı durumlarda
Kur’an’ın özgün dil yapısını ve bağlamını tam olarak yansıtmadığı, ayrıca
Kur’an’daki kelime ve edatların bağlamına uygun şekilde yorumlanmadığı
gözlemlenmiştir. Bu durum, Kur’an’ın içerdiği mesajların eksik ya da yanlış
anlaşılmasına yol açabilmektedir.
Bu duruma
verilebilecek örneklerden biri de “بِ” (bi) edatıdır. Çünkü “bi” edatının doğru
bir şekilde anlaşılması ve yorumlanması, ayetlerin anlam zenginliğini korumak
ve bağlama uygun şekilde yorumlanmasını sağlamak açısından büyük önem taşır.
Kur’an’da genellikle “ile”
veya “aracılığıyla” anlamında kullanılan “بِ” (bi) edatı, birçok ayette önemli bir
dilbilgisi kuralı ve semantik rol oynamaktadır. Ancak bu edat, bazı çevirilerde
Türkçedeki “-a”, “-e”, “-da”, “-de” gibi eklerle karşılanmış ya da bağlama
uygun olmayan şekillerde çevrilmiştir.
Bunu “بِاٰيَاتِنَا”
(bi-âyâtinâ) ifadesiyle
örneklendirebiliriz:
Kur’an’da geçen “بِاٰيَاتِنَا”
(bi-âyâtinâ) ifadesi, Arapça’da 'بِ' (bi) edatı nedeniyle “ayetlerimiz
ile” anlamına gelir. Ancak birçok çeviride bu ifade “ayetlerimizi” veya “ayetlerimize”
şeklinde çevrilmiştir. Örneğin;
“بِاٰيَاتِنَا” (bi-âyâtinâ) ifadesi, Araf
Suresi’nin 136’ncı ayetinde şu şekilde geçer: “… Ayetlerimiz ile
yalanladıkları ve gaflet içinde oldukları için de onları su kütlesine batırdık.”
(7:136)
Ancak birçok çeviride bu ifade, yanlış bir
şekilde “... Ayetlerimizi yalanladıkları ve gaflet içinde oldukları için
de onları denizde boğduk.” şeklinde çevrilir.
Aynı surede 103’üncü ayette geçen “بِاٰيَاتِنَا”
(bi-âyâtinâ) ifadesi ise doğru anlamıyla çevrilmiştir: “… Musa’yı ayetlerimizle firavuna ve ileri
gelenlerine gönderdik.” (7:103)
Bu yanlış çeviriler, çevirilerdeki
tutarsızlıkları ortaya koymaktadır.
Çünkü Araf Suresi’nin 136’ncı ayetinde yer alan “بِاٰيَاتِنَا”
(bi-âyâtinâ) ifadesi “ayetlerimiz ile” şeklinde doğru çevrildiğinde;
Allah’ın ayetlerini küfreden (örten) firavunun ve yandaşlarının, kendi
zihinlerinde tasavvur ettikleri bir Allah anlayışına inanan birer “müşrik”
olduğu ve Allah’ın ayetlerini (muhtemelen Yusuf Nebi’ye indirilmiş olan
ayetleri) kendilerince delil göstererek Musa’ya indirilmiş vahye karşı
çıktıkları anlaşılır. “ayetlerimizi” şeklinde yanlış çevrildiğinde ise, firavunun ve yandaşlarının
Allah’ın ayetlerini hiç görmemiş ya da Allah’ın ayetlerinden hiç haberdar
olmamış kişiler olduğu şeklinde yanlış bir algıya neden olur.
Oysa “ayetlerimizi” veya “ayetlerimize”
anlamına gelen “لِاٰيَاتِنَا” (li-ayâtinâ) ifadesi
Müddessir Suresi’nde geçer:
“… o, ayetlerimize karşı inatçı idi.” (74:12)
Bu nedenle, Kur’an’ın tümünde şu ifadelerin
çevirisine dikkat edilmelidir:
* “ayetlerimiz ile”
anlamına gelen “بِاٰيَاتِنَا” (bi-âyâtinâ) ifadesi Kur’an’da en az 57 kez geçer: 2:39; 3:11; 4:56;
5:10, 86; 6:39, 49, 54, 150; 7:9, 36, 40, 51, 64, 72, 103, 136, 146, 147, 156,
176, 177, 182; 10:73, 75; 11:96; 14:5, 17:98; 19:77; 21:77; 22:57; 23:45;
25:36; 26:15; 27:81, 82, 83; 28:36; 29:49; 30:16, 53; 31:32; 32:15, 24; 40:23;
41:15, 28; 43:46, 47, 69; 54:42; 57:19; 64:10; 78:28; 90:19.
* “Ayetlerim ile” anlamına gelen “بِاٰيَات۪ي” (bi-âyâtiy) ifadesi Kur’an’da en
4 kez geçer: 2:41; 5:44; 20:42; 27:84.
* “Ayetlerle” anlamına gelen “بِالْاٰيَاتِ” (bil-âyâti) ifadesi Kur’an’da
en az 2 kez geçer: 17:59 (2 kez).
* “Allah’ın ayetleri ile” anlamına gelen “بِاٰيَاتِ اللّٰهِ” (bi-âyâtillâh) ifadesi Kur’an’da en az 23 kez geçer: 2:61; 3:4,
19, 21, 70, 98, 112, 199; 4:155; 6:33, 157; 8:52; 9:9; 10:71, 95; 16:104, 105;
29:23; 30:10; 39:63; 40:63; 46:26; 62:5.
* “Rablerinin ayetleri ile” anlamına gelen “بِاٰيَاتِ رَبِّهِمْ” (bi-âyâti rabbihim)
ifadesi Kur’an’da en az 6 kez geçer: 8:54; 11:59; 18:105; 23:58; 25:73; 45:11.
* “Rabbimizin ayetleri ile” anlamına gelen “بِاٰيَاتِ رَبِّنَا” (bi-âyâti rabbinâ)
ifadesi Kur’an’da en az 2 kez geçer: 6:27; 7:126.
*
“Rabbinin ayetleri ile” anlamına gelen “بِاٰيَاتِ رَبِّه۪” (bi-âyâti rabbihi)
ifadesi Kur’an’da en az 3 kez geçer: 18:57; 20:127; 32:22.
'bi'
edatının doğru şekilde anlaşılması ve yorumlanması, kavimlerin tevhid ve şirk
bağlamındaki konumlarını daha iyi anlamak ve Kur’an’ın mesajını doğru bir
şekilde aktarmak açısından kritik bir öneme sahiptir.
Söz
konusu ifadeler düzeltildiği takdirde, ilgili ayetlerde sözü edilen toplumların
çoğunun da kendi zihinlerinde tasavvur ettikleri bir Allah anlayışına inanan
müşrikler oldukları ve Allah’ın ayetlerini kendilerince delil göstererek
kendilerini uyaran nebi ve elçilere vahye karşı çıktıkları anlaşılır.
Bu nedenle, yanlış anlamaların önlenmesi için
çeviri ve yorumlama süreçlerine titizlikle yaklaşılmalı; Kur’an’daki edatların
ve dilsel unsurların çevirisi bağlama uygun yapılmalı, 'bi' edatı gibi edat ve
bağlaçların gerçek anlamı korunmalıdır.
2 Cehennemin ebedî oluşuyla ilgili Bkz: 2:39, 81, 162,
217, 257, 275; 3:88, 116; 4:14, 56, 93, 169; 5:37, 80; 6:128; 7:36; 9:17, 63,
68; 10:27, 52; 11:8, 107; 13:5; 16:29; 20:101; 21:99; 23:103; 25:69; 32:14; 33:65;
37:9; 39:72; 40:76; 41:28; 43:74; 47:15; 58:17; 59:17; 64:10; 72:23; 74:28; 78:23;
82:16; 98:6.
40. Ey İsrailoğulları, nimetimi1 zikredin (hatırda tutun, anın)! Ki sizlere nimet
verdim. Bana verdiğiniz ahde vefa (söze bağlılık) gösterin ki, Ben de size verdiğim söze bağlı kalayım. Ve sadece Benden korkun!
1 “نِعْمَ”
kelimesi de, “güzel” veya “iyi” anlamına gelir. Kur'an'da bu kökten türeyen
farklı kelimeler de bulunmaktadır. Örneğin: “نِعْمَ” (ni’me), güzel
veya iyi bir durumu ifade eder. “نَعِيم” (nâ’îm), bolluk, mutluluk veya
nimet anlamına gelir. “أَنْعَام” (en’âm) ise, “hoş ve faydalı varlıklar”
demektir ve bu da genellikle “sürü hayvanları” için kullanılır.
41. Ve
yanınızda bulunan (Tevrat) için musaddık1 (doğrulayan) olarak indirdiğimle (Kur’an’la) iman edin. Onunla küfredenlerin (Tevrat ile Kur’an’ı örtenlerin, inkar edenlerin)
ilki de
siz
olmayın. Ayetlerim ile2
de azıcık bir semeni3
(dünyalık
bir değeri; parayı, malı, makamı, çıkarı) satın almayın. Ve
sadece Bana karşı takvalı (sakınan) olun.4
1 Tasdik; haberin ve haber verenin doğruluğunu kabul etmektir.
Dolayısıyla Kur’an, Tevrat’ın ve İncil’in doğruluğunu onaylamaktadır. Bu ifade Kur’an’da, musaddikan (tasdik edici, doğrulayıcı)
ve “musaddikun” (doğrulayanlar) şeklinde toplam 19 kez geçer. (2:41, 89, 91,
97, 101; 3:3, 39, 57, 81; 4:47; 5:46 (iki tane), 48; 6:92; 10:37; 35:31; 46:12,
30; 61;6)
Oysa bazı çevirilerde, “tasdik” sözcüğüne
düzelten veya düzelterek doğrulayan gibi anlamlar verilmektedir. Yoksa “Onlar
din gününü tasdik ederler (doğrularlar).” Şeklindeki 70:26 ayetine “Onlar din
gününü düzelterek doğrularlar.” gibi yanlış bir anlam vermek zorunda kalırlar.
10:37 ayetinden yer alan; “Bu Kur’an, Allah’tan
başkası tarafından tasarlanmış değildir. Ancak yanlarındakini/önlerindekini
tasdik eden (doğrulayan) ve Kitabı (yasaları, hükümleri) açıklayandır. Onda
şüphe yoktur, âlemlerin Rabbindendir.” ifadelerden de anlaşılıyor ki Yüce
Rabbimizin göndermiş olduğu ve hâlihazırda Yahudilerin ve Nasranilerin ellerindeki
Tevrat, Zebur ve İncil’in bozulmamış olduğu ve Kur’an’ın da onları tasdik
ettiği görülmektedir.
A. Tevrat’ı Tanıyalım: İbranice’de “תּוֹרָה” (Torah), “yasa”
ve “öğreti” (doktrin) anlamına gelir. Torah, Arapça’da ses değişimlerine uğrayarak “ﺗﻮﺭﺍﺓ” (Tawrāh/Tevrat) şeklinde yer
alır.
Yahudi
ve Hristiyanlar Torah’ın Musa’ya verildiğini söylüyor olsa da Kur’an’da Tevrat’ın yalnızca Musa’ya değil, aynı
zamanda Harun’a da verilen bir kitap olduğu belirtilir:
“Musa ile Harun’a da takva sahipleri için bir
ışık ve bir zikir olan Furkan’ı verdik.” (Enbiya, 21:48)
İsrailoğullarına
gönderilen nebîlere indirilen kutsal metinlerden oluşan Kitabın tümüne ise
“Tanah” denilmektedir.
Tanah’ın
ilk beş kitabını Torah (Tevrat) oluşturur: Başlangıç (Tekvin), Çıkış,
Levililer, Sayılar ve Yasa’nın Tekrarı. Bu beşli kitap, İslamî literatürde "esfâr-ı
hamse", Hıristiyanlarda ise "Pentateuch" olarak
adlandırılır.
İsrailoğullarına
gönderilen nebîlere indirilen kutsal metinlerden oluşan Tanah’ı
Hıristiyan Dünyası “Eski Ahit” şeklinde tanımlamaktadır. Hıristiyanların
çoğu da Eski Ahit okumadan, İsa’yı da İncil’i (Yeni Ahit’i) de anlamanın mümkün
olmadığını, bu vahiy kitaplarının birbirini tamamladığına inanmaktadır.
Tanah
Tora (Tevrat), Neviim (nebiler) ve Ketuviim (Kitaplar) olmak üzere üç ana
bölümden ve toplam 24 kitaptan oluşmaktadır.
Yahudiler
için Eski Ahit’in tüm kitapları kutsallık ifade etmesine karşın Torah (Tevrat)
diye isimlendirilen ilk bölümde bulunan Tekvin (Başlangıç), Sayılar, Levililer,
Çıkış, Yasa’nın Tekrarı (Tekrar) adındaki ilk beş kitabın çok daha özel bir
yeri vardır. Bu beş kitabın hepsinin Allah’ın vahyi olduğuna inanmak Yahudilere
farzdır. Diğer Bölümler ise İsrailoğullarına gönderilmiş olan diğer Nebilere
verilen ayetlerden oluşmaktadır.
Kur’an
ayetleri üzerinde yapılan neticesinde; Tevrat’ın da muhafaza edilmiş olduğunu,
ancak tıpkı diğer ilahi kitaplarda olduğu gibi Tevrat’ın ayetlerine de farklı
anlamlar verilerek tahrif edilmeye çalışıldığına inanıyoruz.
Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah’ın
övüldüğünü ve tasdik edildiğini gösteren kanıtlar:
a- 2:41, 89, 91, 101
ve 4:47 ayetlerinde yer
alan “beyne yedeyhi” ellerinin arasındakini (yanlarındakini/önlerindeki
kitapları) yani Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah’ı Kuran’ın tasdik
ettiği görülmektedir.
“İffetini
koruyan İmran kızı Meryem’i de (örnek vermektedir). Rabbinin kelimelerini
(ayetlerini, sözlerini) ve kitaplarını da tasdik etti
(doğruladı).” (66:12) ayeti ile söz konusu kitapların, İsa Nebi’nin annesi
Meryem aracılığıyla da tasdik edildiğini görüyoruz.
b- “Sana indirdiğimizden şüphe ediyorsan, senden
önce Kitabı okuyanlara sor.” (10:94) ayetinde yer alan “Kitap” ifadesiyle
de Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah ile İncil’in
kastedildiğini görüyoruz. Buna benzer mesajlar şu ayetlerde de yer almaktadır:
2:69, 113, 121, 145; 7:169-171; 17:101; 21:7; 16:43; 33:45.
3:23 ayetinde de Yahudilerin, Allah’ın Kitabı
olan Tanah ile aralarında hüküm verilmesi için davet edildikleri
görülmektedir.
c- Tevrat’ın da içinde
bulunduğu Tanah’tan, Kuran’da; Kuran’ın benzeri (3:73; 46:10), Allah’ın
Kitabı (2:101), ilim (bilgi) (3:7, 34:6; 4:162), diye söz edildiği
görülmektedir.
d- Kur’an’da bir çok defa Musa
ile Harun’a indirilmiş olan Tevrat’a zikir denildiği görülmektedir:
21:48; 21:105; 40:53, 54.
Aynı şekilde Tevrat’ta da “zikir” dendiğini görüyoruz: “Ve bu, senin elinde
bir işaret olacak. Yahve’nin Tevrat’ı (Torası, Yasası) da ağzında
olacak (dilinden düşmeyecek). Gözlerinde
de bir zikir (hatırlatıcı) olacak…” (Çıkış, 13:9)
f- 3:93 ayetinde ise Yahudilerden, Allah adına
uydurdukları iddialarını ispatlamak için de Tevrat’ı getirip okumalarının
istendiği görülmektedir.
g- 5:43 ayetinde; içinde Allah’ın hükmünün
bulunan Musa ile Harun’a indirilmiş olan Torah (Tevrat) ortada iken
Yahudilerin, Muhammed’den hakemlik talep etmelerinin eleştirildiği ve
Yahudilerden Tevrat ile hükmetmelerinin istendiği görülmektedir.
h- 5:66 ve 68 ayetlerinde, Tevrat’a; 2:44, 85 ve
121 ayetlerinde ise Kitab’a (yani Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah’a) tabi
olmadıkları için Yahudilerin yerildiği görülmektedir.
62:5 ayetinde ise Musa
ile Harun’a indirilmiş olan Tevrat’a (Torah’a) uymayanların kitap yüklü
eşeğe benzetildiği görülmektedir.
ı- Allah’ın,
Musa
ile Harun’a indirdiği Tevrat ile hükmetmeyenlere 5:44. ayette kafir, 5:45.
ayette zalim, 5:47. ayette de fasık (sapkın) denilmektedir.
B. Zebur’u Tanıyalım: Zebûr, “yazılı metin, kitap” anlamına gelir. Zebur,
İbranice yazılmış şiirsel bir yapıya sahip olup, 150 adet mezmurdan (sureden)
oluşmaktadır. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta Tevrat’a benzeyen bir önem ve değere
sahiptir.
Zebur Kitabı’nda yer alan mezmurlar, dini
inançların yanı sıra insanların duygusal durumları, şükranları, haykırışları ve
yakarışları gibi birçok konuyu ele almaktadır. Mezmurlar, genellikle Allah’a
duyulan saygı ve hayranlığı ifade etmek, onun gücünü ve yüceliğini yüceltmek
için yazılmıştır. Kitapta ayrıca, insanların kendi kişisel sorunlarıyla başa
çıkmasına yardımcı olacak öğütler, dualar ve övgüler yer alır. Zebur,
insanların hayatlarında yaşadıkları deneyimlerle ilgili konuları ele alan,
günlük yaşamdaki zorluklarla mücadele etmelerine yardımcı olan ve manevi açıdan
ilham veren bir kaynak olarak kabul edilir.
Zebûr, Kur’an’da Nebi Dâvûd’a nispetle 3 ayette
(4:163; 17:55; 21:105), çoğul şekli olan zübur ise 6 ayette (3:184; 16:44;
26:196; 35:25; 54:43, 52) geçer.
Zebur’un, övüldüğünü ve tasdik edildiğini
gösteren kanıtlar:
“Davud’a Zebur’u bahşettik.” (4:163; 17:55)
“Biz, zikirden (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da
yeryüzüne salih kullarımızın varis olacağını yazdık.” (21:105)
2:41, 89, 91, 101 ve
4:47 ayetlerinde yer alan “beyne yedeyhi” ellerinin arasındakini
(yanlarındakini/önlerindeki kitapları)
ifadesiyle Kuran’ın hem Tevrat’ın da içinde bulunduğu Tanah’ı hem de Tanah’ın içinde yer bulunan Zebur’un
da tasdik edildiğini görüyoruz.
C. İncil’i Tanıyalım:
İncil kelimesinin aslı “iyi haber, müjde” anlamında Yunanca euaggelion
(euangelion) olup Latinceye evangelium olarak geçmiştir. İngilizcedeki
karşılığı ise gospel (müjde) dir. Euaggelion kelimesinin ya da Habeş dilindeki
ismi olan wangel kanalıyla Arapçaya İncil olarak geçtiği ileri sürülmektedir.
Nasraniler,
İncil’i “Yeni Ahit” (ahdi cedid) şeklinde tanımlamaktadırlar. Nasrani inancına
göre Nebi İsa İncil’i kendisi yazmamış, sadece vahyi ulaştırmış, havarilerden
(elçilerden) de onu yazıp tebliğ etmelerini (bildirmelerini) istemiştir. İncil’in ilk dört kitabı olan Matta, Markos,
Luka ve Yuhanna İncillerinin, İsa’nın vefatından yaklaşık 30-60 yıl sonra bu
şekilde yazıldığı düşünülmektedir.
İncil’i
oluşturan diğer 23 Kitapları ise Pavlus, Yakup, Petrus, Yuhanna ve İsa’nın
kardeşi Yahuda isimli elçiler tarafından, muhtelif yer ve zamanlarda, çeşitli
cemaatlere hitaben yazılmıştır. İncil kelimesi Kur’an’da 12 kez geçer: 3:3, 48,
50, 65; 5:46, 47, 66, 68, 110; 7:157; 9:111; 48:29; 57:27.
İncil’in, övüldüğünü ve tasdik edildiğini gösteren kanıtlar:
*
“Biz sana bu kitabı (Kur’an’ı) hak (doğru, gerçek) olarak, ellerinin
arasındakini (yanlarındakini/önlerindeki kitaplar olan Tevrat’ı, İncil’i,
Zebur’u) tasdik eden ve ona müheymin (güven veren) olarak
indirdik. O hâlde aralarında Allah’ın indirdiği ile hükmet.” (5:48)
*
5:48 ayetinde, İncil’in de Kur’an’ın tasdik ettiği ve ona da müheymin (güven
veren) olduğu belirtilmektedir.
*
İncil’e de 2:101 ayetinde Allah’ın Kitabı, 3:73 ayetinde ise Kuran’ın
benzeri denildiği görülmektedir.
*
5:47 ayetinde ise Hristiyanlara (Ehl-i İncil’e), aralarında İncil ile
hükmetmelerini emredilmektedir.
*
5:66 ve 68 ayetlerinde, Nasranilerin İncil’e tabi olmadıkları için
yerildikleri görülmektedir.
* Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmeyenlere ise, 5:44. ayette kafir, 5:45. ayette zalim,
5:47. ayette de fasık (sapkın) denildiği de görülmektedir.
2 “بِاٰيَات۪ي” (bi-âyâtiy) ifadesi “ayetlerim ile” anlamına
gelir. Ancak bu ifade, birçok meal ve tefsirde “ayetlerimi”
veya “ayetlerime” şeklinde çevrilmektedir. Bu çeviriler
düzeltildiğinde, ilgili ayetlerde Yüce Allah, Yahudilere, Allah’ın ayetleri
olan Tevrat ayetleri karşılığında dünyalık azıcık bir değer, makam, para veya
çıkar elde etmemelerini emrettiği anlaşılır. Konu ile ilgili ayrıntılı açıklama
2:39 ayeti dipnotunda yer alır. “ayetlerim ile” anlamına gelen “بِاٰيَات۪ي” (bi-âyâtiy) ifadesi Kur’an’da 4
kez geçer: 2:41; 5:44; 20:42; 27:84.
3 Semen; sözlükte
“dünyalık bir değer, para, mal, makam, çıkar fiyat, satış bedeli, kıymet” anlamlarına
gelir.
Bu
ayette geçen “ayetlerimle azıcık bir semeni satın almayın.”, ifadesiyle “ayetlerimle
(onları kullanarak) azıcık bir değeri olan dünyalık bir parayı, malı, makamı,
çıkarı elde etmeye çalışmayın.” denilmektedir. Ancak bu ifade birçok çeviride “Ayetlerimi
az bir bedel karşılığında satmayın.” şeklinde yanlış çevrilmektedir. Benzer ifadeler: 2:79, 86, 90, 102, 174, 175; 3:77, 187,
199; 4:74; 5:44, 106; 9:9; 12:20; 16:95.
4 Kur’an,
Yahudilerden çok sık söz eder. Yüce Allah, Muhammed’i izleyenlerin de yüzyıllar
sonra aynı hataya düşeceğini biliyordu. Kur’an, tarihi, aynı hataları tekrar
etmememiz için bize aktarır. Kur’an yerine hadis ve sünnete uyan bazı
Müslümanlar da Yahudiler gibi azıcık bir bedel (para, mal, makam) karşılığında
Allah’ın ayetlerini çarpıtmamalarını, anlamlarını değiştirmemelerini emrediyor.
42. Hak (hakikat) olanı da bâtıl (Allah’ın
buyruklarına aykırı olan) ile örtmeyin!1 Bildiğiniz hâlde
de hakkı gizlemeyin!2
1
“لَبِسَ” (lebese)
fiili, giymek, örtmek, örtbas etmek, gizlemek anlamlarına gelir. Bu fiilden
türemiş kelimeler Kur’an’da 23 kez geçer: 2:42, 187 (2 kez); 3:71; 6:9 (2 kez),
65, 82, 137; 7:26 (2 kez), 27; 16:14, 112; 18:31; 21:80; 22:23; 25:47; 35:12,
33; 44:53; 50:15; 78:10.
2 “كَتَمَ”
(keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak” anlamlarına gelir. Bu kelime
Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146, 159, 174, 228, 283 (2 kez);
3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110; 24:29; 40:28.
43. Salatı (Allah’a
yöneliş duasını; elçiye ve müminlere yardımı, onlara destek olmayı) da doğru ve istikrarlı biçimde yapın.1 Zekatı2 da verin ve rüku
edenlerle birlikte rüku edin.
2 “ز ك و” (z-k-v)” “temiz olmak, arınmak,
gelişmek, çoğalmak, bereketli olmak” gibi anlamlara gelir. Kur’an’da bu kökten
türemiş 61 kelime vardır.
Bunlardan
32 tanesi “arınma, temizlik” anlamına gelen “zekat” şeklinde geçer: 2:43, 83,
110, 177, 277; 4:77, 162; 5:12, 55; 7:156; 9:5, 11, 18, 71; 18:81; 19:31, 55;
22:41, 78; 23:4; 24:37, 56; 27:3; 30:39; 31:4; 33:33; 41:7; 58:13; 73:20; 98:5.
Bu
ayet, ehl-i kitabın da tıpkı bizim gibi salat ve zekât ibadetleriyle yükümlü
olduğunu onlara hatırlatmaktadır. Zekâtın farz oluşu, zamanı, miktarı ve
kimlere verileceği hususları ile ilgili açıklamalar 6:14 ayetinde ele
alınmıştır.
Bu kökten türemiş 29 kelime ise “temizlemek,
arındırmak, temize çıkarmak, arı, temiz, en temiz, daha temiz, temizlik”
gibi anlamlarda kullanılır: 2:129, 151, 174, 232; 3:77, 164; 4:49 (2 kez);
9:103; 18:19, 74, 81; 19:13, 19; 20:76; 24:21 (2 kez), 28, 30; 35:18 (2 kez);
53:32; 62:2; 79:18; 80:3, 7, 14; 91:9; 92:18.
44. Kitabı (Tevrat’ı, İncil’i, Kur’an’ı) tilavet1 ettiğiniz (okuduğunuz, aktardığınız) hâlde, insanlara birr’i
(iyiliği, doğruluğu, erdemi ve takvayı) emrediyor da kendi nefislerinizi
(kendinizi, sizden olanları) unutuyor musunuz? Hâlâ
akletmeyecek misiniz?
1
“تِلَاوَت” (tilavet), “okumak, tâbi olmak” demektir. Bu kelime türevleriyle birlikte Kur’an’da
63 yerde geçer.
2 “بِرّ”
(birr) Arapçada, “iyilik, dürüstlük, doğruluk, hayır” gibi anlamlara
gelir. “Birr” sözcüğünün tanımı şu iki ayetten daha iyi anlaşılmaktadır:
Birr, takvalı (Allah’a karşı sakınan) olmaktır (3:189). Birr, yüzleri doğu ve batı tarafına çevirmek değil; Allah, ahiret
günü, melekler, kitap ve nebiler ile iman etmektir; akrabalara, yetimlere,
miskinlere (muhtaçlara), yolda kalmışlara, yardım isteyenlere ve rikablara
(boyunduruk altında olan; esir, köle, hacizli) sevdiği malından vermektir;
salatı (yönelişi; duayı, desteği, dayanışmayı) ikame etmektir (yerine
getirmektir), zekâtı da vermektir; ahdettiği zaman ahitlerine vefa
göstermektir; Sıkıntıda, musibette ve darlıkta sabretmektir (kararlılık
göstermek, zorluklara dayanmaktır) (2:177). Bu sözcük Kur’an’da 20 kez
geçer: 2:44, 177 (2 kez), 189 (2 kez), 224; 3:92, 193, 198; 5:2; 19:14, 32;
52:28; 58:9; 60:8; 76:5; 80:16; 82:13; 83:18, 22.
45. Sabırla (direnerek, yılmadan, usanmadan) ve salat (Allah’a
yöneliş duası) ile de yardım isteyin. Şüphesiz
ki bu, huşûlu olanlardan (içtenlikle
itaat edenlerden) başkasına elbette büyüktür (ağır gelir).
46. Şüphesiz ki onlar, Rableriyle buluşacaklarını
da O’na döneceklerini zannederler1 (inanırlar).
1 “ظنن” (zann), zannetmek,
ummak, inanmak, güçlü beklenti içinde olmak gibi anlamlara gelir.
47. Ey İsrailoğulları,
size nimet olarak verdirdiğim o nimetimi zikredin (hatırda
tutun, anın). Şüphesiz ki Ben, sizi alemler üzerinde faziletli (ayrıcalıklı,
üstün özellikli) kıldım.1
1 Burada İsrailoğullarının Allah’tan gelen Hakk’ı
sahiplenen tek kavim oldukları, bu nedenle diğer insanlara önder olmakla ve insanları
Allah’a boyun eğmeye ve İslam’a çağırmakla görevlendirildikleri dönem
kastedilmektedir. Bu ayet, 2:122 ayetinde de tekrarlanmaktadır.
Ayrıca;
Her nebinin ümmeti, yaşadığı dönemin en üstün toplumu olur. Allah, şöyle buyuruyor:
“müminler iseniz, üstün olan sizsiniz.” (3:139) Benzer mesaj: 5:56; 28:35; 37:173; 58:21.
48. Bir güne karşı da takvalı (sakınan)
olun. (O
gün) bir nefis, başka bir nefsin yerine bir ceza1 (karşılık)
veremez. Ondan bir şefaat2
de kabul edilmez. Ondan bir bedel3
de alınmaz. Onlara yardım da edilmez!4
1
“جزَاءُ”
(cezâ), “bedel”, “karşılık” demektir ve hem olumlu hem de olumsuz anlam
taşıdığı için, bağlama göre “yaptırım, zarar” ya da “ödül” anlamına gelir. Ceza
kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 118 kez geçer.
Kur’an’da
“أُجُورَ”
(ecir) kelimesi de geçmektedir ve o da “ücret” ve “ödül” anlamlarına
gelmektedir. Genellikle olumlu bir anlam taşıyan bu kelime, bir hizmetin veya
çabanın sonucunda verilen karşılık (ücret, para, mal vb.) ya da ödül olarak
değerlendirilir. Ecir kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 108 kez geçer.
2
Şefaat kelimesi, Arapça’da “çift olmak”
anlamındaki "ş-f-ʿ" kökünden gelir ve terimsel olarak, bir kişinin
işlediği suç veya içinde bulunduğu sıkıntı sebebiyle, onun adına aracılık
edilmesi, cezanın hafifletilmesi veya kaldırılması için başkası tarafından
devreye girilmesi anlamına gelir.
Kur’an’a göre, şefaat ancak Allah’ın izin
verdiği ve razı olduğu kimseler için ve yalnızca Allah’ın izniyle mümkündür. Bu
durum, şu ayetlerde açıkça belirtilmiştir:
Allah’ın
katında, izin vermediği kimse için şefaatin geçerli olmayacağı: (Yunus 10:3;
Tâhâ 20:109; Sebe’ 34:23; Necm 53:26)
Allah’ın razı olduğu kişilere ve sadece izin
verdiği aracılara şefaat izni vereceği: (Enbiyâ 21:28)
Bu
bağlamda Kur’an, şefaati sağlayacak aracılara yönelmenin veya onları memnun
etmeye çalışmanın yanlış bir tutum olduğunu vurgular. Çünkü şefaatin nihai
kaynağı yalnızca Allah’tır. Dolayısıyla, asıl yapılması gereken, Allah’ın
rızasını kazanmaya yönelik bilinçli ve samimi bir çaba göstermektir.
3 Temel anlamı “eğriliği düzeltmek, dengeye
getirmek, eşit kılmak” olan "ع د ل" (ʿa - da - la) kökünden türemiş olan “عَدْلٌ”
(‘adlun) sözcüğü “adalet, denge, eşitlik, karşılık, bedel” gibi
anlamlara gelir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 27 kez geçer: 2:48, 123,
282 (2 kez); 4:3, 58, 129, 135; 5:8, 95 (2 kez), 106; 6:1, 70 (2 kez), 115,
150, 152; 7:159, 181; 16:76, 90; 27:60; 42:15; 49:9; 65:2; 82:7.
4
Bu
ayet benzer sözcüklerle 2:123 ayetinde de tekrarlanmaktadır.
49. Ve sizi, firavunun ailesinden1 kurtarmıştık! (Onlar),
size azabın en kötüsünü2 tattırıyorlardı; oğullarınızı
boğazlıyor,
kadınlarınızı ise hayatta bırakıyorlardı3. İşte bunda Rabbinizden muazzam
bir bela4
vardı.
1 “اٰل” (âl) ifadesi bir kişinin “ailesi,
halkı, takipçileri, yandaşları, onun yolunu benimseyenler” anlamlarına gelir.
Bu ifade Kur’an’da 25 kez geçer: 2:49, 50, 248 (2 kez); 3:11, 33 (2 kez); 4:54;
7:130, 141; 8:52, 54 (2 kez); 12:6; 14:6; 15:59, 61; 19:6; 27:56; 28:8; 34:13;
40:28, 46; 54:34, 41.
2 Bu
sözcük, “سُوء” (sû’) kökünden türetilmiştir. Kök
anlamı da “kötü”, “zarar”, “rahatsızlık”, “kötülük”, “çirkinlik” demektir. Aynı
kökten türetilmiş olan “سَيِّـَٔا” (seyyie) sözcüğü ise, genellikle bir
kötü eylem veya yasaklanmış bir davranışı ifade eder.
3 Bu
kelime, "canlı bırakmak", "yaşatmak" veya "hayatta
tutmak" anlamına gelir. Arapçada bu fiil aynı zamanda "utanmak"
anlamı taşısa da, bu bağlamda "hayatta bırakmak" manası öne çıkar.
Kadınların hayatta bırakılmalarının nedeni, onları köleleştirmek ve cinsel
sömürüye maruz bırakmaktı. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 6 kez geçer:
2:49; 7:127, 141; 14:6; 28:4; 40:25.
İsrailoğullarının
oğullarının öldürülerek, kadınlarının sağ bırakılması Tevrat’ta şöyle
anlatılır: “Bir gün Mısır kralı, Şifra ve Pua adlı İbrani ebelerle konuştu ve
hatta şunu emretti: “İbrani kadınların doğum yapmalarına yardım ederken onları
doğum oturağında gördüğünüzde, çocuk erkekse öldüreceksiniz, kızsa yaşayacak.”
Fakat ebeler Yüce Olan’dan korkan insanlardı; Mısır kralının dediğini
yapmadılar, erkek çocukları sağ bıraktılar.
Bir süre sonra, Mısır kralı ebeleri çağırıp “Neden böyle yaptınız, neden
erkek çocukları sağ bıraktınız?” diye sordu. Ebeler, firavuna “Çünkü İbrani
kadınlar Mısırlı kadınlar gibi değil” diye karşılık verdi. “Onlar güçlü
kuvvetli kadınlar, daha ebe gelmeden doğuruyorlar.” Bundan dolayı Yüce Olan,
ebelere iyilik etti. İsrailoğulları da gitgide çoğaldılar ve güçlendikçe
güçlendiler. Ebeler, Allah korkusuyla davrandıkları için daha sonra Allah da
onları ev bark sahibi etti. Sonunda
firavun tüm halkına “Yeni doğan her erkek çocuğu Nil nehrine atacaksınız,
kızları sağ bırakacaksınız” diye emretti.” (Çıkış, 1:16-22)
4 “بَلَآ” (bela) kelimesi, “imtihan
etmek”, “sınamak”, “denemek” anlamına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler
Kur’an’da 38 kez geçer: 2:49, 124, 155, 249; 3:152, 154, 186; 4:6; 5:48, 94;
6:165; 7:141, 163, 168; 8:17 (2 kez); 10:30; 11:7; 14:6; 16:92; 18:7; 20:120;
21:35; 23:30; 27:40; 33:11; 37:106; 44:3; 47:4, 31 (2 kez); 67:2; 68:17 (2 kez);
76:2; 86:9; 89:15, 16.
50. Hani sizinle denizi1 de ayırmıştık! Böylece
sizi kurtarmış, firavunun ailesini de suya gömmüştük.2 Sizler ise bakakaldınız.
1 Arapça’da
“بحر” (bahr); deniz, okyanus, kıyı
denizi ve gökyüzü gibi geniş bir alan gibi anlamlarda kullanılır. Yani büyük
nehir ve göller için de kullanılmaktadır. Ancak bugün Türkçede deniz denince
sadece birbirine bağlantısı olan çok büyük su kütleleri anlaşılmaktadır.
2 “غَرِقَ”
(ğark) sözcüğü, “suya batmak, suya gömülmek, boğulmak” anlamlarına gelir. Bu
ifade Kur’an’da 23 kez geçer: 2:50; 7:64, 136; 8:54; 10:73, 90; 11:37, 43;
17:69, 103; 18:71; 21:77; 23:27; 25:37; 26:66, 120; 29:40; 36:43; 37:82; 43:55;
44:24; 71:25; 79:1.
51. Hani Musa’ya kırk gece için de sözleşmiştik.
Ama siz onun ardından buzağıyı (ilah) edindiniz. Böylece zalimlerden oldunuz.
Bu ve benzer mesajlar (örneğin: 2:92; 4:153)
Yüce Allah Musa’nın Sina Dağı’na çıkışının ardından İsrailoğullarının bir
buzağıya taptıkları (ilah edindikleri) için zalim olduklarını ifade etmektedir.
İsrailoğulları Mısır’dan kaçıp Sina Yarımadasına
girdiklerinde Allah, Musa’yı kendisine henüz esaretten kurtulan kavme rehberlik
etmesi için emirler, tavsiyeler ve kanunlar vermek üzere Tur’a davet edilmiş ve
7:142’de de ifade edildiği gibi, Musa ile 30 gün ve 30 gecelik bir buluşma
vadedilmişti. Ancak Allah, bu süreyi 40 geceye çıkardı. Musa, Sina Dağı’na
çıkmadan önce kardeşi Harun’u kavminin başında bırakarak “Kavmimin arasında
benim yerime geç; onları ıslaha (çalışmaya) devam et; (sakın) bozguncuların
yoluna uyma!” şeklinde uyarmıştı. Ancak 30 günden sonra Musa’nın dönüşünden
ümidini kesince Samiri’nin ısrarı ve yönlendirmesiyle, halkın bir kesimi
altından buzağı yapıp ona tapmaya başladılar.
Bu olay, insanların putperestliğe eğilimini
yansıtıyor. Musa’nın takipçileri, esaslı mucizelere rağmen onun yokluğunda
buzağıya taptılar ve neticede Musa sadece iki imanlıyla kaldı (5:23). Giriş
bölümünde belirtildiği gibi, insanlar, tanrıları kendi egoları olan
isyankârlardır.
52. Sonra, belki şükredersiniz diye onun
ardından sizi affettik.1
1 Şükür,
sözlükte iyiliği bilmek ve bunu dile getirip nimeti vereni övmektir. Zıddı ise
nankörlüktür. Kur’an’daki anlamı ise iyiliğe karşı
memnuniyet ve minnettarlığın Allah’a ifade edilmesidir: 2:52, 56, 152, 172; 6:53;
7:10, 144; 8:26; 10:60; 14:7; 16:14; 78:114; 23:78; 36:35; 40:61; 54:35; 56:70.
53. Belki
hidayete
(kılavuzluğa)
erersiniz diye de Musa’ya
Kitabı ve Furkân’ı vermiştik.
54. Musa da kavmine demişti ki: “Ey kavmim, şüphesiz
ki sizler, buzağıyı (ilah)
edinerek nefislerinize (kendinize)1 zulmettiniz. O hâlde Bari’nize1
tevbe edin2 (O’na yönelin), böylece nefislerinizi (sizden
olan canları/şirk koşan yakınlarınızı)1 katledin.3
Bari’nizin katında sizin için hayırlı
olan budur. Böylece size tevbe etti.2 Şüphesiz ki O, Tevvâbur-Rahîm'dir
(istiğfar eden kuluna tekrar yönelip merhamet edendir).
1 “بَارِئِ”
(Beraye), “yoktan var etmek, bir şeyi ölçüyle ve uyumla yaratmak, benzersiz
şekillendirmek” anlamlarına gelir. Dolayısıyla “Bari” de “sizi yoktan var eden,
benzersiz şekillendiren, yaratan) anlamına gelir. Bu kökten türemiş kelimeler
Kur’an’da 5 kez geçer: 2:54; 59:24; 98:6, 7.
2
Arapça’da
“التوبة”
tevbe
(tevb, metâb) “geri dönmek, dönüş yapmak” demektir. “فَتَابَ عَلَيْكُمْۜ” (fe tabe aleykum) yani
“size/üzerinize tevbe etti” ifadesi de “tekrar size döndü, size yöneldi”
demektir. Bu ifade Kur’an’da 5 yerde geçer: 2:37, 54, 187; 20:122; 73:20.
3 “اَنْفُسَكُمْ” (enfusekum) ve “أَنفُسِكُمْ”
ifadeleri, “nefisleriniz” yani “kendiniz veya yakınlarınız” anlamlarına gelir. Örneğin
2:84, 85 ayetlerinde, “sizden olanlar”; 2:187 ayetinde ise “kendi nefsinize,
kendi benliğinize” anlamında kullanılmıştır.
Bu ayette geçen “nefislerinizi katledin” ifadesi
ile de “sizden olanlar, şirk koşan yakınlarınız” şeklinde anlaşılması gerektiği
kanaati oluşmaktadır. Çünkü Tevrat’ta, Musa’nın emri ile puta (buzağıya) tapan
üç bine yakın kişinin öldürüldüğü belirtilmektedir. (Çıkış, 32:26-29)
55. Ve hani “Ey Musa, biz
Allah’ı açıkça1
görmedikçe sana asla iman etmeyiz!” demiştiniz. Bunun
üzerine sizi yıldırım yakaladı!2 Sizler de bakakaldınız.
1 “جَهْرِ” (cehr) sözcüğü, “yüksek
sesle söylemek, açığa vurmak, duyurarak yapmak, ses yükseltmek” anlamlarına
gelir. Bu ifade Kur’an’da 16 kez geçer: 2:55; 4:148, 153; 6:3, 47; 7:205; 13:10;
16:75; 17:110; 20:7; 21:110; 49:2 (2 kez); 67:13; 71:8; 87:7.
2
Bu
ayetteki “ALLAH” lafzı, Kur’an’ın başından buraya kadar geçen 19’uncu “Allah”
lafzıdır. Bu ayette de insanların “fiziksel
delil” istediği ayet olması dikkate değerdir. Kur’an’ın 19 sayısına dayanan
matematiksel kodu böyle bir fiziksel delil sunmaktadır. Ayrıca 2+55=57 ve Bu
sayı 19’un 3 katıdır.
56. Sonra, belki şükredersiniz diye ölümünüzün
ardından sizi gönderdik1
(tekrar dirilttik).
1
Bu
ayette geçen “بَعَثْنَاكُمْ”
(beasnakum) kelimesi “sizi gönderdik” anlamına gelir. Ancak çevirilerde
“gönderdik” şeklinde çevrilmektedir.
57. Bulutla da (çölde) üzerinizi
gölgelendirdik.1
Size menn (ballı
gözleme/kağıt helva) ve selva (bıldırcın) da indirdik. “Size rızık
olarak verdiğimizin tayyib (iyi, güzel, hoş) olanlarından yiyin.” Bize
zulmetmediler, fakat kendi nefislerine (kendilerinden olanlara) zulmediyorlardı.
1 “ظِلَال”
(zilâl) “gölge” demektir. Bu kelime Kur’an’da 24 kez geçer: 2:57,
210; 4:57 (2 kez); 7:160, 171; 13:15, 35; 16:48, 81; 22:45; 26:189; 28:24;
31:32; 35:21; 36:56; 39:16 (2 kez); 56:30, 43; 76:14; 77:30, 31, 41.
2 “Tayyib” (طَيِّب) kelimesi, Arapça’da “iyi, güzel, hoş” gibi anlamlara
gelir. İbranice’deki "tov" (טוב) kelimesi de aynı kökten gelir ve
benzer şekilde “iyi, hoş, güzel” anlamlarını taşır. Süryanice’deki "ṭāb"
(ܛܳܒ) veya "ṭayyeb" kelimeleri de
“iyi, güzel, doğru” gibi anlamlara gelir. Tayyib kelimesi Kur’an’da 47 kez
geçer: 2:57, 168, 172, 267; 3:38, 179; 4:2, 3, 43, 160; 5:4, 5, 6, 87, 88, 100;
7:32, 58, 157, 160; 8:26, 37, 69; 9:72; 10:22, 93; 14:24 (2 kez); 16:32, 72,
97, 114; 17:70; 20:81; 22:24; 23:51; 24:26 (4 kez), 61; 34:15; 35:10; 40:64;
45:16; 46:20; 61:12.
58. Ve hani “Şu şehre girin. Ardından istediğiniz yere
yerleşin ve ondan (nimetlerinden) bolca yiyin. Kapıdan da secde ederek (eğilerek,
saygıyla) girin ve hıttah (af, bağışlanma)1 deyin ki hatalarınızı2
(suçlarımızı) bağışlayalım. Muhsinlere3 (Allah
rızası için karşılıksız iyilik yapanlara) ise (mükafatlarını) artıracağız!”
demiştik.
1 Onlara, şehre barbar ve acımasız despotlar gibi
değil, Allah’a boyun eğerek alçak gönüllü bir şekilde girmeleri emredilmişti. “Hıttatun”
iki anlam çağrıştırır: 1) Şehre, Allah’tan günahlarınızın bağışlanmasını
dileyerek girin. 2) Şehre, genel af ilân edip, yerlileri öldürmekten ve ganimet
talan etmekten kaçınarak girin.
2
Arapça’da “suç” anlamına gelen خطأ
“hata” sözcüğünün İbranice’deki karşılığı da “חֵטְא”
(Het-Hata)’dır ve “suç” anlamına gelmektedir. “hata” sözcüğü, Kur’an’da 19
ayette geçmektedir. (2:58, 81, 286; 4:92, 112; 7:161; 12:29, 91, 97; 17:31;
20:73; 26:51; 28:8; 29:12; 33:5; 69:9,37; 71:25; 96:16)
3 “محسن” (Muhsin) kelimesi, Arapça “ح س ن”
(ḥ-s-n) kökünden türemiştir ve “güzellik, iyilik, ihsan etmek (karşılıksız
iyilik yapmak)” anlamlarına gelir. Kur’an'da “muhsin” kelimesi, “iyi ve güzel
davranışlar sergileyen, ihsan sahibi olan, samimiyetle iyilik yapan” kişiler
için kullanılır.
59. Bunun üzerine zulmeden kimseler kendilerine
söyleneni başka bir sözle değiştirdiler. Böylece yaptıkları fısktan1 dolayı zulmeden kimselerin üzerine gökten bir ricz2 (azap, ceza, sıkıntı) indirdik.3
1
“فسق” (fısk), aslında bir şeyin dışına çıkmak demektir. Dini
terminolojide ise, Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyip günaha düşmek, yani
açıkça itaatsizlik etmek anlamına gelir.
2 “رِجْز”
(ricz) sözcüğü “azap, ceza, sıkıntı” anlamlarına gelir. “Ricz” sözcüğü türevleri ile birlikte Kur’an’da 9
ayette 10 kez geçer: 2:59; 7:134 (2 kez), 135, 162; 8:11; 29;34; 34:5; 45:11;
74:5.
3 Ayette
sözü edilen şehrin neresi olduğu hakkında bir bilgi yer almamaktadır. Bu olay,
İsrailoğulları, Sina Yarımadası ile Kuzey Arabistan arasında gezindiği sırada
meydana geldiğinden dolayı, büyük bir ihtimalle oralarda bir şehir olabilir.
Ürdün’ün doğusunda, Erina şehrinin tam karşısında Şittim olması da muhtemeldir.
Tevrat’a göre İsrailoğulları Musa’nın son yıllarında bu şehri fethettiler ve sefahate
düştüler. Sonunda Allah onlara veba şeklinde bir azap gönderdi ve içlerinden
yirmi dört bin kişi öldü. (Sayılar, 25:1-9)
60. Hani Musa (çölde) da kavmi için su istemişti. Bunun
üzerine “Âsân ile taşa vur!” demiştik. Böylece ondan on iki pınar fışkırmıştı.1
İnsanlar da içecekleri yeri (on iki kabile de kendi pınarlarını) bildi.2
“Allah’ın rızkından yiyin ve için, ancak fesat yaparak arḍda (yeryüzünde, egemen
olduğunuz topraklarda) karışıklık çıkarmayın!”
1 “فَجَّرَ”
(feccere) kelimesi “fışkırtmak” anlamına gelir. Bu sözcük,
Kur’an’da 11 kez geçer: 2:60, 74; 17:90, 91 (2 kez); 18:33; 36:34; 54:12;
76:6 (2 kez); 82:3.
2 Tevrat’ta (Çıkış, 17; Sayılar, 20) da benzer
ayet yer alır.
3 “تَعْثَوْا” (tea'sev), “bozgunculuk yapmak,
karışıklık çıkarmak” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 5 kez geçer: 2:60;
7:74; 11:85; 26:183; 29:36.
61. Hani siz de, “Ey Musa! Tek bir (çeşit) yemeğe sabredemiyoruz. Bundan dolayı
Rabbine dua et: bizim için yerin bitirdiği şeylerden -bakla, sarımsak, acur,
mercimek ve soğandan- bitirsin.” demiştiniz. Dedi ki: “Hayırlı olanı o daha değersiz1
olanla mı değiştirmek istiyorsunuz?2 Haydi
Mısır’a (şehre) inin!
İstediğiniz şeyler elbette ki sizin için
vardır.”3 demişti. Üzerlerine de bir zillet4
ve miskinlik (yoksunluk) damgası vuruldu ve Allah’tan
bir gazaba uğradılar. İşte bu, onların Allah’ın ayetleri ile
küfretmeleri (hakkı örtmeleri) ve haksız yere nebilerini katletmelerinden5
dolayıdır. Bu, isyan etmeleri6 ve haddi aşmaları nedeniyledir.
1 “ٱلْأَدْنَىٰ”
(ednâ), “En yakın, daha yakın / daha aşağı, düşük, değersiz” gibi anlamlara
gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 16 kez geçer: 2:61, 282; 4:3;
5:108; 7:169; 30:3; 32:21; 33:51, 59; 53:8, 9; 55:54; 58:7; 69:23; 73:20; 76:14.
Aynı
kökten türemiş olan “دُنْيَا” (dünya)
kelimesi de Arapça’da “daha yakın” veya “aşağıda olan” anlamına gelir. Bugün
gezegenimizin adı olarak kullanılan “dünya” sözcüğü, bu Arapça kökten
mecazî olarak alınmıştır.
2 “Hayırlı olanı, değersiz olanla mı değiştirmek
istiyorsunuz?” tümcesi “Özgürlüğü ve onurlu bir hayatı, tutsaklıkla ve onursuz
bir hayatla mı değiştirmek istiyorsunuz?” anlamında yorumlanabilir. Çünkü Sina
çölünde özgürlüklerine kavuşan İsrailoğulları bir süre sonra Mısır’daki
nimetleri özlemeye başladılar. Allah, bu olayı aktarmakla bize özgürlüğün
önemini ve Yahudilerin buna karşı nankörlüklerini anlatıyor. Benzer mesajlar: 3:21,
112, 181; 4:155.
Bu
olay, Tevrat’ta şöyle aktarılıyor: “(Mısır’dan çıkarken) halka
(İsrailoğullarına) yamanan bir grup da bir arzuya kapıldı. İsrailoğulları da
(eski şikâyetlerine) döndü ve ağlayıp dediler ki: “Bize et yedirecek kimse yok
mu?... Mısır’da bedava yediğimiz balıkları hatırlıyoruz; salatalıkları,
karpuzları, pırasaları, soğanları ve sarımsakları… Oysa şimdi hiçbir şeyimiz
yok ve canımız kurudu! Gözümüz sadece mende (ona muhtaç bırakıldık)!” (Sayılar,
11:4-6)
3 “seeltum” (sual ettiğiniz)
sözcüğünün kökeni “istemek”
anlamındaki “seele” fiilidir. Bu
fiil aynı zamanda “dilemek ve dilenmek” anlamlarına da gelir.
4 “الذُّلِّ” (zûll), zillet durumunu,
yani aşağılanma, itibarsızlık, zayıflık, boyun eğme veya acizlik durumunu ifade
eder. Kur’an’da Aynı kökten türemiş 24 kelime geçer: 2:61, 71; 3:26, 112, 123;
5:54; 7:152; 10:26, 27; 16:69; 17:24, 111; 20:134; 27:34, 37; 36:72; 42:45;
58:20; 63:8; 67:15; 68:43; 70:44; 76:14 (2 kez)
5 Bu
ifade ile kastedilen, Zekeriya ve Yahya örneklerinde olduğu gibi Yüce Allah’ın
elçilerini öldüren Yahudilerdir. Elçilerin öldürülmesi, İncil’de şöyle
yazılıdır: “Onlara, nebiler ve elçiler göndereceğim. Bunlardan kimini
öldürecek, kimine ezinç verecekler. Tüm elçilerin dünya kurulduğundan beri
dökülen kanlarından bu kuşak sorumlu tutulacaktır.” (Luka 11:49,50)
6 Sözlükte “itaatsizlik, asi olmak, emre itaat
etmemek” anlamına gelen “İsyan/Masiye” sözcüğü, türevleriyle birlikte
Kur’an’da 30 defa (2:61, 93; 3:112, 152; 4:14, 42, 46; 5:78; 6:15; 10:15, 91;
11:59, 63; 14:36; 18:69; 19:14, 44; 20:93, 121; 26:216; 33:36; 39:13; 49:7;
58:8, 9; 60:12; 66:6; 69:10; 71:21; 72:13; 73:16; 79:21) geçmektedir. “itaat”in
zıttı olan isyan/masiyet, Kur’an’a göre isyanın bir kısmı küfür (örnek: 72:23),
bir kısmı da fısk yani sapkınlıktır (örnek:33:36).
62. Şüphesiz ki iman
eden kimseler (müminler) ve hidayet bulan (Yahudi)
kimseler ve Nasara1 ve Sabiiler2… Kim Allah
ve ahir (son, ahiret) gün ile iman ederse (inanıp güvenirse) ve
salih olanı3 (doğru, yapıcı, erdemli olan
fiilleri) işlerse, o zaman onlar için
Rablerinin katında ecirleri4
(yaptıklarının karşılığı) vardır. Ve Onlar için korku yoktur, onlar hüzünlenecek
de değildirler5.6
1 Nasara (Hristiyanlar):
"Nasara" kelimesi, köken olarak “yardım edenler” anlamına
gelmektedir. İslamî literatürde, Hz. İsa’nın (a.s.) öğretilerine iman eden
kimseleri tanımlamak için kullanılmaktadır. İslam kaynaklarına göre, İsa’ya ilk
destek verenlerin Suriye’nin “Nasara” adlı yöresinden olmaları nedeniyle
“Nasıralı İsa” tabiri doğmuştur. Hristiyanlık tarihinde ise, Hz. İsa’nın
öğrencilerine ilk defa Antakya’da “Mesihçiler” (Yunanca: Χριστιανοί, Latince:
Christiani) denildiği belirtilmektedir (Elçilerin İşleri, 11:26).
“Hristiyan” terimi, "Mesih’e tâbi olan, onu
izleyen" anlamında kullanılmakla birlikte, ilk dönemlerde Romalılar
tarafından alaycı bir ifade olarak kullanıldığı, ancak zamanla bu adın
Nasranîler (Nasara) tarafından da benimsendiği anlaşılmaktadır. Kur’an’da ise,
Hz. İsa’nın gerçek öğretilerine bağlı kalanlara “Nasara” hitabı tercih
edilmiştir. Bu bağlamda, "Nasrani", Hz. İsa’ya ve onun öğretilerine
iman eden kişiyi ifade eder.
2 Sâbiîler:
Kur’an’da adı geçen Sâbiîler, tarihsel olarak özellikle Güney Irak’ta Fırat ile
Dicle nehirlerinin birleştiği bataklık bölgelerde, Basra ve Bağdat çevresinde
ve İran’ın Karûn Nehri boyunca uzanan yerleşim yerlerinde yaşayan dini bir
topluluktur. Sâbiîler, dinlerinin ilk insan olan Âdem’le başladığını ileri
sürseler de tarihsel veriler, bu inanç sisteminin yaklaşık 2000 yıl öncesine
dayandığını göstermektedir.
Sâbiî geleneğine göre, Yahyâ (Yuhanna/John the Baptist)
büyük bir peygamber ve “ışık nebisi” olarak kabul edilir. Yahya, Yahudi olarak
doğmuş; ancak ilahi vahiy aldıktan sonra Yahudi şeriatına muhalefet etmiş ve
Kudüs dışına çıkarak kendi cemaatini kurmuştur. Hristiyan metinlerine göre, Hz.
İsa’nın da elçiliği öncesinde Yahya’nın vaazlarına katıldığı ve onun eliyle
vaftiz edildiği belirtilmektedir (Matta 3:13–15).
Sâbiîler,
temel kutsal kitapları olan ve Hz. Yahya’ya indirildiğine inanılan
"Ginza" adlı metne bağlıdırlar (bkz: 19:12; 6:84–89). Günümüzde
80.000–100.000 civarında bir nüfusa sahip olan bu topluluk, gnostik (sezgisel
bilgiye dayalı) öğretileriyle tanınmakta ve kendilerine özgü dili, ibadet
biçimleri ve dini literatürleriyle dikkat çekmektedir.
3 “Salih amel” ile ilgili açıklama 113:3 ayetinde yer
alır.
4 “أُجُورَ” (ecir) kelimesi, genellikle olumlu
bir anlam taşır ve bir hizmetin veya çabanın sonucunda verilen karşılık (ücret,
para, mal, ödül vb.) olarak değerlendirilir. Ecir kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 108 kez geçer.
Kur’an’da geçen “جزَاءُ” (cezâ) kelimesi “bedel” ve “karşılık”
gibi anlamlara gelir. Bu kelime hem olumlu hem de olumsuz anlam taşıdığı için,
bağlama göre “yaptırım”, “zarar” ya da “ödül” anlamında kullanılabilir. Cezâ
kelimesi, türevleriyle birlikte Kur’an’da 117 kez geçer.
Okuyucunun,
Kur’an’daki kavramları doğru anlamasına katkı sağlamak amacıyla, “ceza” ve “ecir”
terimlerinin çeviride Kur’an’daki orijinal halleriyle bırakılmasının daha uygun
olacağı kanaatindeyiz.
5 “حُزْنٌ”
(ḥuzn) kelimesi hüzün, keder, üzüntü anlamına gelir. Bu kelime, derin, uzun
süreli ve duygusal bir ruh halini ifade eder. Üzüntü ise, daha yüzeysel ve
geçici bir sıkıntı veya kederdir. Bu yüzden her hüzün bir üzüntüdür, ama her
üzüntü bir hüzün değildir. Huzn kelimesi Kur’an’da 42 kez geçer: 2:38, 62, 112,
262, 274, 277; 3:139, 153, 170, 176; 5:41, 69; 6:33, 48; 7:35, 49; 9:40, 92;
10:62, 65; 12:13, 84, 86; 15:88, 16:127; 19:24; 20:40; 21:103; 27:70; 28:7, 8,
13; 29:33; 31:23; 33:51; 35:34; 36:76; 39:61; 41:30; 43:68; 46:13; 58:10.
6 Bu ayette, Allah ve ahiret günü ile iman eden ve
salih işler yapan mümin, Yahudi, Nasara ve Sabii gibi Ehl-i Kitap’ın Allah
katında ödüllendirileceklerinin ve azap görmeyeceklerinin müjdesi
verilmektedir. Aynı mesaj Maide, 5:69
ayetinde de tekrarlanmaktadır.
Ehl-i Kitap’ın içinde
müminlerin bulunduğu başka ayetlerde de belirtilmektedir: “Ehl-i Kitap iman
etmiş olsaydı, kendileri için hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler vardır, ama
çokları fasıktır… Onlar eşit değildirler. Ehl-i Kitap’tan kıyamda duran bir
topluluk vardır. Gece vakitlerinde Allah’ın ayetlerini tilavet ederler. Onlar
secde de ederler. Allah ile ve ahir (son, ahiret) gün ile iman ederler.
Maruf ile de emreder ve münkerden nehyederler. Hayratta (hayırlı
işlerde) da yarışırlar. İşte onlar salih olanlardandırlar. Hayırdan işledikleri
şeyler de asla küfredilmeyecek (üstü örtülmeyecek). Allah muttakileri (Allah’a
karşı sakınanları) Bilendir.” (Ali İmran, 3:110, 113-115)
63. Ve hani sizden sağlam bir misak (söz) almıştık.1 Üzerinize
de Tur’u (Sina Dağını) kaldırmıştık.2 Size verdiğimizi (Kitabı)
kuvvetle alın (ona sıkıca tutunun) ve içinde olanı zikredin (hatırda
tutun, anın) ki belki takva sahibi
olursunuz.
1 Misak ile ilgili olarak Tevrat’ta 2. Krallar 17:35-39’da
şöyle belirtilmektedir: “Rab Yakupoğulları’yla antlaşma yapmış ve onlara şöyle
buyurmuştu: ‘Başka ilahlara tapmayacak, önlerinde eğilmeyecek, onlara kulluk
etmeyecek, kurban kesmeyeceksiniz. Yalnızca ulu gücüyle her yere erişen eliyle
sizleri Mısır’dan çıkaran Rabbe tapınacaksınız. O’nun önünde eğilip O’na kurban
keseceksiniz. Sizler için yazmış olduğu kuralları, ilkeleri, yasaları,
buyrukları her zaman yerine getirmeye özen gösterecek ve başka ilahlara
tapmayacaksınız. Sizinle yaptığım antlaşmayı unutmayacak ve başka ilahlara
tapmayacaksınız. Yalnız Yüceniz Olan Yahve’ye kulluk edeceksiniz. O sizi bütün
düşmanlarınızın elinden kurtaracak.”
2 “Tur” sözcüğü Kur’an’da dağ anlamında kullanılmıştır. Tur
sözcüğü Kur’an’da 10 defa geçer: 2:63, 93; 4:154; 19:52; 20:80; 23:20; 28:29,
46; 52:1; 95:2. 23:20 ve 95:2 ayetleri göz önünde bulundurulduğunda,
Kur’an’daki “Tur” ifadesi ile Sina Dağı’ndan söz edildiğini anlamaktayız.
“Sînâ” isminin Bâbil ay tanrısı Sin’den, dağın
bulunduğu bölgenin Mısır sınırındaki Sin/Sun adlı beldeden veya “yanan çalılık”
anlamındaki İbranice “seneh” sözcüğünden geldiği şeklinde iki görüş vardır.
Tevrat’ta Sînâ dağı (Çıkış, 19/11; Levililer, 7/38; Sayılar, 3/1; Yasa’nın
Tekrarı, 33/2; Nehemya, 9/13), Tanrı’nın dağı (Çıkış, 4/27; 18/5; Mezmurlar,
68/15), İbrânîce “kuruluk, kuraklık” manasındaki “hrb” kökünden Horeb (Çıkış,
33/6), (Tanrı’nın) Horeb’deki dağı (Çıkış, 3/1, 17/6; Yasa’nın Tekrarı, 1/6;
4/10; I. Krallar, 19/8; Malaki, 4/4), Paran dağı (Yasa’nın Tekrarı, 33/2; bk.
FÂRÂN) ve sadece dağ (Çıkış, 19/2, 3; 24/4) şeklinde ifade edilmiştir. Sînâ ve
Horeb’in iki farklı dağ veya aynı sırada iki tepe olduğu, birincisinin bölgeyi,
ikincisinin tepeyi tanımladığı ya da bu iki ismin tek bir dağ için kullanıldığı
yolunda görüşler de ileri sürülmüştür.
Tevrat
ve Kur’an’da söz edilmesine rağmen, Tur-i Sina’nın nerede olduğu hususunda
kesin bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Bunun da nedeninin 7/143 ayetine göre
söz konusu dağın parçalanıp yok olmasından dolayı olduğu kanaatine
varılmaktadır. Ancak
52/1 ve 95/2 ayetlerinden, Yüce Allah’ın Tur’i Sînâ üzerine yemin etmekte
olduğunu; 19:51-53 ayetlerinden, Musa ve Harun Nebiye Tur-i Sina’da elçilik
görevinin verildiğini; 7/143 ayetinden, Mûsâ’nın Allah’ı görmek istemesi
üzerine Yüce Allah’ın Tur-i Sina’ya tecelli ettiğini ve dağın parçalanmış
olduğunu; 19/52, 20/80, 28/29 ve 28:46 ayetlerinden, Yüce Allah’ın, Mûsâ’ya Tur-i
Sina’nın sağ tarafından seslendiğini; 2/63, 2:93, 4/154 ve 7/171 ayetlerinden,
İsrailoğullarından söz almak için Tur-i Sina’nın bir gölge gibi üzerlerine
kaldırıldığını ve 23/20 ayetinden Tur-i Sina’da yetişen bir ağacın
methedildiğini görüyoruz.
Tur-i
Sina’nın İsrailoğullarının üzerine kaldırılması hadisesi Tevrat’ta şöyle
anlatılmaktadır: “Sina Dağı tümüyle sis kaplıydı. Çünkü Yahve onun üzerine,
ateşin içinde indi. Ve onun (dağın) sisi bir fırının dumanı gibi yükseldi ve
tüm dağ şiddetle sarsıldı.” (Çıkış 19:18). “Ve insanların hepsi, gök
gürlemelerine de çakan şimşeklere de şofar sesine de dağın sisine de tanık
oldu. Ve insanlar buna tanık oldu ve titrediler ve uzakta durdular. Musa’ya da “Bizimle
sen konuş, dinleyelim. Ancak, Yüceler bizimle konuşmasın, yoksa ölürüz!”
dediler.” (Eski Ahit, Çıkış 20:18-19). Talmud’da da “O Kutsal Varlık, Sina Dağı’nı
büyük bir tekne gibi onların üstüne kaldırdı ve: ‘Tevrat’ı kabul ederseniz iyi
olur, yoksa burası mezarınız olur’ dedi.” (Shab, 88) şeklinde yer alır.
64. Ardından buna (misaka) sırtınızı döndünüz.1
O zaman Allah’ın fazlı (lütfu ve cömertliği) ve merhameti
size olmasaydı, elbette ki hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
1 “تَوَلَّ” "Tevelle" fiili “bir
yakınlık durumundan uzaklaşmak, sorumluluktan kaçmak ya da bir göreve veya
uyarıya sırt çevirmek” anlamına gelir. Bu bağlamda, “yüz çevirmek” veya
“sırtını dönmek” şeklinde de ifade edilir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 97
kelime geçer: 2:64, 83, 115, 137, 142, 144 (3 kez), 148, 149, 150 (2 kez), 177,
205, 246; 3:20, 23, 32, 63, 64, 82, 111, 155; 4:80, 89, 115 (2 kez); 5:43, 49,
92; 6:129; 7:79, 93; 8:15, 16, 20, 23, 40; 9:3, 25, 50, 57, 74, 76, 92; 10:72; 11:3,
52, 57; 12:84; 16:82; 17:46; 18:18; 20:48, 60; 21:57, 109; 22:4; 24:47, 54;
27:10, 28, 80; 28:24, 31; 30:52; 31:7; 33:15; 37:90, 174, 178; 40:33; 44:14;
46:29; 47:22, 38; 48:16 (2 kez), 17, 22; 51:39, 54; 53:29, 33; 54:6, 45; 57:24;
59:12; 60:6; 64:6, 12; 70:17; 75:32; 80:1; 88:23; 92:16; 96:13.
65. Andolsun ki içinizden
cumartesi1
yasağını çiğneyerek haddi aşanları2 da bilmektesiniz.3
Bu nedenle onlara “Aşağılanmış4 maymunlar5 olun!”6 dedik.
1 “ٱلسَّبْتِ”
(es-sebt) kelimesi, “سَبَتَ” (sebete) kökünden türemiş bir isimdir ve “dinlenme
günü” “durgunluk günü” gibi anlamlara gelir. Haftanın 7’nci günü olan “sebt”,
yani “cumartesi” günü Kur’an’da, 7 kez geçer: 2:65; 4:47, 154; 7:163 (3 kez); 16:124.
Kur’an’da, Aynı kökten türemiş 2 sözcük daha geçmektedir: 25:47; 78:9.
2 Temel anlamı
“haddi aşmak, saldırmak, düşmanlık etmek, sınırı geçmek” olan “ع – د
– و” (aʿ–d–v) kökünden olan “اعْتَدَوْ” (a’tedav” kelimesi
“haddi aşanlar, yasakları çiğneyen saldırganlar” demektir.
3 Cumartesi günü anlamına gelen Sebt, Yahudiler
tarafından Sebt Günü veya Şabat Günü olarak isimlendirilir ve kutsal gün olarak
kabul edilir. Sebt Günü, cuma akşamı güneşin batışından önce başlar ve
Cumartesi akşamı sona erer. On Emir olarak bilinen Tevrat ayetlerinde, Sebt
Günü iş yapılması yasaklanmıştır. “Benimle sizin aranızda nesiller boyu sürecek
bir işaret” olmak üzere Sebt’e (Cumartesi) uymaları istenmişti. “Altı gün iş
yapılabilir; fakat yedinci gün Rabb’e mahsustur ve Sebt günüdür. Kim Sebt günü
iş yaparsa, mutlaka öldürülecektir.” (Çıkış 31: 12-17) Fakat İsrailoğulları
dinî ve ahlâkî yönden bozulunca bu yasağı açıkça çiğnemeye ve cumartesi günü çalışmaya
başladılar.
Bu husus Tevrat’ta şöyle anlatılmaktadır: “Yahuda soylularını
suçlu buldum ve dedim ki: “Neden “sebt” gününün kutsallığını bozarak
böyle bir kötülük yapıyorsunuz? Atalarınız da aynısını yapmadı mı? Bu yüzden
Yüce’miz (İlahımız) bizim ve bu şehrin başına tüm bu felaketleri getirmedi mi?
Buna rağmen Şabata (sept gününe) bir daha saygısızlık ederek İsrail’e olan gazabı artırıyorsunuz!” (Nehemya,
13:17-18)
Ancak Kur’an’da bu şabat yasağının Yahudilerin
tümüne getirilmediğini öğreniyoruz: “Cumartesi
günü (şabat yasağı), sadece bu konuda ihtilafa düşenlere farz kılındı.
Rabbin de ayrılığa düştükleri şey hakkında Kıyamet Günü aralarında hüküm
verecektir.” (Nahl, 16:124)
4 Bu sözcük “zillete uğra, horlanma, aşağılanma”
anlamına gelen “خسا”
(khasae) kökünden türemiştir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 3 kez
geçer: 2:65; 7:166; 23:108.
5 “قِرَدَ” (kirâde), maymun demektir. Bu sözcük
Kur’an’da 3 kez geçer: 2:65; 5:60; 7:166.
6 Bu olay ayrıntılı bir şekilde 7:163-166
ayetlerinde ele alınmıştır. Olayın ne olduğu konusunda görüş ayrılıkları
vardır. Bazıları onların fiziksel olarak maymuna çevrildikleri görüşündedirler;
bazıları ise onların o zamandan itibaren maymun gibi davranmaya başladıklarını
söylerler.
66. Böylece bunu, ellerinin arasındaki (Tevrat) ve ardındaki (Kuran; İncil)
için bir ibret,1 muttakiler (Allah’a karşı sakınanlar) için
de bir vaaz (öğüt, uyarı) kıldık.
1 “نَكَالَ”
(nâkale) sözcüğü, Arapça'da bir çeşit uyarıcı cezayı, uyarıyı veya ibreti
ifade eden bir kelimedir. Bu sözcük Kur’an’da 5 kez geçer: 2:66; 4:84; 5:38;
73:12; 79:25.
67. Ve hani Musa kavmine demişti ki: “Şüphesiz
ki Allah bir sığır1
kesmenizi size emrediyor.” Dediler ki: “Bizimle alay2 mı ediyorsun?” Dedi ki: “Cahillerden olmaktan
Allah ile3
korunurum4.”5
1
“بقر”
(bakara), Arapça’da genel olarak sığır/inek demektir. “بَقَرَةٌۭ”
(bakaratun) kelimesi ise dişi inekleri ifade etmek için kullanılır. Aynı
şekilde İbranice’de de “בָּקָ֖ר” (bakar) sığır yani inek anlamına gelmektedir.
Sığır
bir çeşit büyükbaş hayvandır. 6 aydan küçük dişi/erkek sığıra buzağı;
6-15 aylık dişi/erkek sığıra dana; 15-24 aylık erkek sığıra tosun;
doğum yapmamış inek yavrusuna düve; 2 yaş ve üzeri dişi sığıra da genel
olarak inek denilmektedir. 2 yaş ve üzeri erkek sığıra boğa,
kısırlaştırılmış erkek sığıra da öküz denilmektedir. Bu ve sonraki
ayetlerden tarif edilen sığırın düve olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü
buzağılık
dönemini atlatmış ancak henüz doğum yapmamış ve süt vermemiş olan 1 ila 2,5 yaş
arası genç dişi sığırlar düve olarak tanımlanmaktadır.
2 “هزا” (hâzea), küçümsemek, alay etmek, dalga
geçmek anlamına gelir. Asıl anlamı küçümseyerek alay etmektir. Bu kökten
türemiş kelimeler Kur’an’da 34 kez geçer: 2:14, 15, 67, 231; 4:140; 5:57, 58;
6:5, 10 (2 kez); 9:64, 65; 11:8; 13:32; 15:11, 95; 16:34; 18:56, 106; 21:36, 41
(2 kez); 25:41; 26:6; 30:10; 31:6; 36:30; 39:48; 40:83; 43:7; 45:9, 33, 35;
46:26.
3 “اَعُوذُ”
(e’uzu) kelimesi “korunurum”, “sığınırım” veya “himaye edilirim” anlamlarına
gelir. “اَعُوذُ”
fiili, Arapça’da 'عوذ' (‘aveze) kökünden türetilmiştir ve bu kök, “korunma”,
“himaye isteme”, “sığınma talep etme” gibi anlamlara gelir.
İbranice’de de 'עוז' (ʿûz) kelimesi,
temel anlamıyla “güç”, “kuvvet”, “cesaret” anlamına gelir. “מָעוֹז” (mâ'oz) kelimesi “korunak”, “sığınak”
yani güvenli bir yer, barınma yeri anlamlarına gelmektedir. Mezmurlar 27:1
ayetinde de “יְהוָה מָעוֹז חַיָּי” (Yahve ma'oz hayai) yani “Yahve (Allah),
hayatımın korunağıdır” ifadesi geçmektedir.
Aramice'nin bir kolu olan Süryanice’de
de “ܥܘܕܐ” (ʿevdā)
kelimesi de “korunma” veya “himaye isteme” anlamına gelebilir.
Kur’an’da, 'عوذ'
(‘aveze) kökünden türemiş 17 kelime vardır: 2:67; 3:36; 7:200; 11:47;
12:23, 79; 16:98; 19:18; 23:97, 98; 40:27, 56; 41:36; 44:20; 72:6; 113:1;
114:1.
3 İsrailoğullarına, etraflarındaki putperest
milletlerden etkilenerek edindikleri bu ineğe tapma ve ineğin kutsiyeti
inançlarını kırmak için bir inek kurban etmeleri emredilmişti. Bu, onların
imanlarının sınanmasıydı. Gerçekten Allah’ın birliğine inanıyorlarsa ve
ibadette başka bir şeyi O’na ortak koşmuyorlarsa, daha önceden taptıkları putu
kendi elleriyle kırmalıydılar. Fakat bu çok zor bir sınavdı. Onlar inek kurban
etmekten kaçınmaya çalıştılar; çünkü, bir tek Allah’a inançları henüz tam
sağlamlaşmamıştı. Bu görevden kurtulmak için ayrıntı üzerine ayrıntı sordular,
fakat çok soru sordukça daha da köşeye sıkıştılar. O kadar ki, sonunda onlara
açıkça, o dönemde özellikle tapmak için seçilen altın renkli ineği kurban
etmeleri söylendi. Kitab-ı Mukkaddes’te de bu olaya değinilir; fakat, İsrailoğullarının
gereksiz sorularla nasıl bu görevden kurtulmaya çalıştıklarından bahsedilmez.
(Sayılar, 19:1-10)
Bir
inek kurban edilmesi buyruğu, Tevrat, Sayılar Kitabı 19:2 ayetinde, şöyle
yazılıdır: “Rabbin İsrailoğullarına buyruk verdiği yasanın kuralı şudur:
İsrailoğullarına, kendisinde eksik olmayan, sağlam, üzerine hiç boyunduruk
vurulmamış bir kızıl inek getirmelerini söyleyin.”
Açıklama: Bu sure salat (Allah’a yöneliş
duası), sâvm (oruç), kutsal Hac yolculuğu ve evlenme, boşanma kanunları vs.
gibi önemli yasa ve buyrukları içermesine rağmen bu sureye verilen isim “Bakara”dır.
Bu, Yüce Allah’a teslimiyetin ve yaratıcımıza tereddütsüz itaat etmenin kritik
önemini yansıtır. Bu teslimiyet, Allah’ın her şeye gücünün yettiğine ve mutlak
otoritesine olan inancımızı kanıtlamaktadır. Ayrıca Tevrat’in Sayılar Kitabı,
Bölüm 19’a bakınız.
68. Dediler ki: ‘Bizim
için Rabbine dua et de onun (sığırın) nasıl olduğunu bize açıklasın!’ Dedi ki: “O (Allah) diyor ki: ‘O yaşlı da körpe1
de olmayan bir sığırdır! İkisi arasındadır.’ O hâlde size emredileni
yapın!”
1 “بُكْرَةً”
(bukretân) kelimesi “بكر” (b-k-r) kökünden türemiştir. Bu kök, “yeni”,
“taze”, “gün görmemiş”, “el değmemiş”, “temiz” “saf”, “ilk kez ortaya çıkan”
gibi anlamlara gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 12 kez geçer:
2:68; 3:41; 19:11, 62; 25:5; 33:42; 40:55; 48:9; 54:38; 56:36; 66:5; 76:25.
69. Dediler ki: “Bizim için Rabbine dua et de
onun rengini1 bize açıklasın!” Dedi ki: “Şüphesiz ki O diyor ki: O, parlak
sarı renginde bir sığırdır. Bakanlara sevinç2
verir.”
1 “levn” renk demektir.
Sözcük, türevleri
ile birlikte Kur’an’da 7 ayette 9 defa (2:69 (2); 16:13,69; 30:22; 35:27,28;
39:21) geçmektedir. Çoğulu da “elvân” şeklindedir. Kur’an’da
6 rengin adı (siyah, beyaz, mavi, kırmızı, sarı, yeşil) doğrudan geçmektedir. Siyah
rengi, Kur’an’da 6 ayette ve 7 kez geçer. Bunlardan birinde gece ile
gündüzün ayrılış vakti bir başka deyişle oruca başlama zamanını belirtilmekte
(2/187); dağlardan da beyaz, kırmızı ve çeşitli renklerde kara katmanların var
edildiği belirtilmektedir (35/28). Geri kalan 2 yerde kâfirlerin Kıyamet günü
yüzlerinin kapkara olacağı (3:106; 39:60), 2 yerde de kendisine kız çocuğu
müjdelenen kâfirin yüzünün kapkara olduğu (16:58; 43:17) belirtilmektedir. Beyaz
rengi, türevleri ile Kur’an’da 12 defa (2/187; 3/106,107; 7/108; 12/84;
20/22; 26/33; 27/12; 28/32; 35/27; 37/46,49) geçmektedir. Mavi rengi
Kur’an’da 1 defa geçmekte ve Kıyamet günü mücrimlerin gözlerinin “gömgök”
(donuklaşmış, körleşmiş) hâlde haşredilecekleri belirtilmektedir (20/102). Kırmızı
Rengi, Kur’an’da 1 defa geçmekte ve dağlardan da beyaz, kırmızı ve çeşitli
renklerde kara katmanların var edildiği belirtilmektedir (35/28). Sarı
rengi; Kur’an’da türevleri ile 5 ayette geçmektedir. Bunlardan
üçünde sarı renk ile hayatın geçici olduğu hatırlatılmaktadır (30:51; 39:21;
57:20). 77:33 ayetinde ise sarı develerden söz edilmekte; 2:69 ayetinde ise
bakanlara sevinç veren sarı renginde bir inekten söz edilmektedir. Yeşil
Rengi Kur’an’da 8 kez geçer. 6:99; 13:43,46; 22:63; 87:4,5
ayetlerinde bitkilerin yeşermesinden; 36:80 ayetinde yeşil bitkiden ateş elde
edildiğinden; 18:31 ve 76:21 ayetlerinde ise Adn cennetinde olanların yeşil
elbise giydiğinden 55:76 ayetinde ise cennetteki yeşil yastıklardan söz
edilmektedir.
2 “Sevinç,
keyif, mutluluk” anlamına gelen “سُرُور” (surûr) sözcüğünden türemiş
olan bu ifade Kur’an’da 5 kez geçer: 2:69; 7:95; 76:11; 84:9, 13.
70. Dediler ki: “Bizim için Rabbine dua et de
onun nasıl bir şey olduğunu
bize açıklasın!” Şüphesiz ki o sığır bize benzer geldi (sığırlar
birbirine benziyor). Ve şüphesiz ki inşaallah (Allah
isterse) hidayet (kılavuzluk) edilenleriz.”
71. Dedi ki: “Şüphesiz ki O (Allah) diyor ki: ‘Gerçekten de o arḍı (toprağı)
sürmek ve ekin sulamak için boyunduruk altına alınmış1 bir
sığır değildir. Kusursuzdur, onda hiçbir alaca yoktur.” Dediler
ki: “İşte şimdi hak ile (gerçek
olanla, hakikat ile) geldin.” Ve böylece onu kestiler. Ama neredeyse2
yapmayacaklardı.
1 “الذُّلِّ”
(zûll), zillet durumunu, yani aşağılanma, itibarsızlık, zayıflık, boyun eğme
veya acizlik durumunu ifade eder. Kur’an’da Aynı kökten türemiş 24 kelime
geçer: 2:61, 71; 3:26, 112, 123; 5:54; 7:152; 10:26, 27; 16:69; 17:24, 111;
20:134; 27:34, 37; 36:72; 42:45; 58:20; 63:8; 67:15; 68:43; 70:44; 76:14 (2
kez)
2 “كَادُو” (kaduv) sözcüğü, “neredeyse”, “az kalsın”
veya “yaklaştı” anlamlarına gelir. Bu fiil, bir şeyin gerçekleşmeye çok yakın
olduğunu, fakat tam olarak gerçekleşmediğini ifade eder. Bu ifade Kur’an’da 4
kez geçer: 2:71; 17:73, 76; 25:42; 72:19.
72. Ve hani siz bir nefsi (canı, kişiyi) katletmiştiniz! Bundan dolayı
da onun hakkında birbirinizi suçlamıştınız.1 Allah ise gizlemekte
olduğunuzu2 açığa çıkarandır.
1
“İtmek,
savmak, uzaklaştırmak, üstünden atmak” anlamlarına gelen “د–ر–أ” (d, r, a’) kökünden türemiş olan “فَادّٰرَءْتُمْ”
(feddare'tum) sözcüğü “suçu başkasına attınız, başkasını suçladınız” gibi
anlamlara gelir. Bu kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 5 kez geçer: 2:72;
3:168; 13:22; 24:8; 28:54.
2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak”
anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146,
159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110;
24:29; 40:28.
73. Bunun üzerine dedik ki: “(Sığırın) bir
parçası ile onu (öldürüleni) darbedin (vurun). Belki aklınızı
kullanırsınız diye Allah, ölüleri işte böyle diriltir ve ayetlerini (delil,
işaret) size gösterir.”
Kur’an, öldürülen adamın bir müddet için hayata
döndüğünü ve katilin adını söylediğini bildirmektedir. Bununla birlikte katilin
bulunması için uygulanan metotla, yani “kurban edilen ineğin” bir parçası ile
öldürülen adama vurulması hususunda bir belirsizlik vardır. Tevrat, Yasa’nın
Tekrarı 21:1-9’da bahsedilen buna benzer bir metotla eski alimler tarafından
yapılan tefsiri, yani öldürülen adama kurban edilen ineğin bir parçası ile
vurulduğu ve onun hayata döndüğü görüşünü destekler niteliktedir.
74. Sonra bunun ardından
kalpleriniz katılaştı. Öyle ki şimdi taş gibidir, hatta daha da katıdır. Şüphesiz
ki bazı kayalar vardır ki içinden nehirler fışkırır.1 Şüphesiz ki bazıları da
vardır ki yarılır2
ve böylece içinden su çıkar. Şüphesiz ki ondan öylesi de var ki, Allah’a
haşyetinden (bilinçli bir derin saygı ve korku ile) aşağı
yuvarlanır. Ve Allah, yaptıklarınızdan gafil (habersiz)
değildir.
1 “فَجَّرَ”
(feccere) kelimesi “fışkırtmak” anlamına gelir. Bu sözcük,
Kur’an’da 11 kez geçer: 2:60, 74; 17:90, 91 (2 kez); 18:33; 36:34; 54:12;
76:6 (2 kez); 82:3.
2 Bu kelime, temel anlamı “yarmak, çatlatmak, bölmek, ayırmak,
parçalamak” olan “ش ق ق” (şin kâf, kâf) kökünden türemiştir. Kur’an’da bu
kökten türemiş 28 kelime bulunur: 2:74, 137, 176; 4:35, 115; 8:13 (2 kez);
9:42; 11:89; 13:34; 16:7, 27; 19:90; 22:53; 25:25; 28:27; 38:2; 41:52; 47:32;
50:44; 54:1; 55:37; 59:4 (2 kez); 69:16; 80:26 (2 kez); 84:1.
75. (Kitap Ehlinin) size
iman etmelerini (inanıp güvenmelerini) mi umuyorsunuz? Oysa onlardan bir grup vardır ki Allah’ın
kelamını (Allah’ın
sözü olan Tevrat’ı) işitir. Akledip anladıktan sonra da tahrif1
ederler. Onlar da (gerçeği)
biliyorlar!
1 Tahrif, ayetlere gerçek anlamlarının
dışında farklı anlamlar vererek, ayetleri anlamından saptırarak insanları
kendi amaçları doğrultusunda kandırmaktır.
76. Müminlerle karşılaştıkları zaman “iman
ettik.” dediler. Yalnız kaldıklarında
ise onların bazısı diğer diğerlerine dediler ki: “Allah’ın
sizin için açtığı1
şeyleri, Rabbinizin yanında delil sunarak sizinle iddialaşmaları2 için onlara mı anlatıyorsunuz? Aklınızı neden
kullanmıyorsunuz?”3
1 “فتح” (fetih), “açmak, zafer, fethetmek” gibi
anlamlara gelir. Bu kelime Kur’an’da 37 kez geçer: 2:76, 89; 4:141; 5:52; 6:44,
59; 7:40, 89 (2 kez), 96; 8:19 (2 kez); 12:65; 14:15; 15:14; 21:96; 23:77;
24:61; 26:118 (2 kez); 28:36; 32:28, 29; 34:26 (2 kez); 35:2; 38:50; 39:71, 73;
48:1 (2 kez), 18, 27; 54:11; 57:10; 61:13; 78:19; 110:1.
2 “حاجّ” (hâcce) kelimesi “delil sunarak iddialaşmak”
veya “delille karşılık vermek” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 13 kez geçer:
2:76, 139, 258; 3:20, 61, 65, 66, 73; 6:80 (2 kez); 40:47; 42:15, 16.
3 Benzer mesajlar: 3:5; 6:3; 11:5; 14:38; 16:19,
23; 20:7; 21:4; 24:29; 27:25, 74; 28:69; 36:76; 64:4; 87:7.
77. Allah'ın, onların gizlediklerini ve açığa
vurduklarını gerçekten de bildiğini bilmiyorlar mı?
78. Onların bir kısmı ise ümmidir1 (vahiyden habersizdir). Arzuları2
(çıkarları) dışında da kitabı (Tevrat’ı)
bilmezler. Onlar da sadece zanda (varsayımda) bulunurlar.
1 Kur’an’da geçen “ümmî” (ٱلْأُمِّيّ) kavramı, halk arasında yaygın
olarak “okuma-yazma bilmeyen” şeklinde anlaşılmakla birlikte, Kur’ânî bağlam ve
tarihsel- dil bilimsel veriler, bu anlamın yetersiz ve
indirgemeci olduğunu göstermektedir. “Ümmî”, esasen “kitap ehli olmayan”, yani
ilahi vahiy metinlerini (özellikle Tevrat’ı) bilmeyen kimse anlamında
kullanılmaktadır.
Bu
bağlamda;
Bu ayette geçen “onların bir kısmı ümmîdir”
(Bakara 2:78) şeklindeki ifade, bu kimselerin “kitaptan habersiz”, sadece zan
ve arzulara dayalı olarak hareket ettikleri bildirilir.
Âl-i
İmrân 3:20 ve 75’te ümmî kelimesi, “Ehl-i Kitap’tan olmayanlar” anlamında
kullanılır.
Cuma
62:2 ayetinde ise “ümmîler” ifadesi doğrudan Mekkeliler için kullanılmıştır.
A’râf 7:157–158 ayetlerinde Muhammed Nebi’ye
“ümmî nebi” denir. Bu ifade, onun nübüvvetten önce vahiy kültürüyle tanışmamış,
Tevrat ve İncil gibi önceki kutsal metinlere dair yazılı ya da sözlü bir eğitim
almamış, dolayısıyla da Ehl-i Kitap’tan olmayan bir Mekkeli olduğunu
göstermektedir.
Sonuç
olarak, “ümmî” kavramı, Kur’an’da sadece basit bir okuryazarlık eksikliği
değil, daha çok vahiy geleneğine yabancı olmak, önceki kutsal metinlerden
haberdar olmamak, ve özellikle Tevrat ve İncil bilgisine sahip olmayan halk
anlamında kullanılmıştır. Muhammed Nebi’nin "ümmîliği" de bu
bağlamda, onun Ehl-i Kitap’tan olmayışı ve önceden ilahi kitaplara dair
herhangi bir öğretide bulunmamış olması anlamına gelir.
2 Bu kelime, “Arzu etmek”, “temenni etmek” ve “ümit
etmek” anlamlarına gelen “م–ن–ى” (m–n–y) kökünden türemiştir. Kur’an’da bu kökten
türemiş toplam 17 kelime geçer: 2:78,
94, 95, 111; 3:143; 4:32, 119, 120, 123 (2 kez); 22:52 (2 kez); 28:82; 53:24;
57:14; 62:6, 7.
79. O
hâlde kendi elleriyle kitabı yazanlara1 yazıklar olsun!2
Ardından onunla azıcık bir semen (dünyalık
bir değer; para, mal, makam, çıkar) satın almak için “Bunlar, Allah’ın
katındandır.” derler. Ellerinin yazdığından dolayı artık onlara yazıklar olsun!2 Kazandıklarından dolayı da onlara yazıklar olsun!2
2 Veyl, kelimesi Arapça’da “وَ-يْ-ل” (ve-ye-le) kökünden türemiş bir
kelimedir. Bu kelime, sözlük itibariyle “azap, sıkıntı, keder, acı, felaket,
hüzün, yazık, eyvah ve küçük düşürme” anlamlarına gelir. “Veyl olsun” ifadesi
de “Azap olsun! Yazıklar olsun! Vay haline! ve Helak olsun!” anlamlarına gelir.
Bu sözcük Kur’an’da 39 kez geçer: 2:79 (2 kez); 5:31; 11:72; 14:2; 18:49;
19:37; 20:61; 21:14, 18, 46, 97; 25:28; 28:80; 36:52; 37:20; 38:27; 39:22;
41:6; 43;65; 45:7; 46:17, 51:60; 52:11; 68:31; 77:15, 19, 24, 28, 34, 37, 40,
45, 47, 49; 83:1, 10; 104:1; 107:4.
80. Ve dediler
ki: “Sayılı birkaç gün dışında, bize ateş asla temas
etmeyecek.1”2 De
ki: “Yoksa Allah’tan bir ahit (söz)
mi aldınız? Eğer öyleyse Allah, ahdine muhalefet etmez.3
Yoksa Allah hakkında bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?
1 “طَمَسْنَا”
(temesnâ)
kelimesi, مَسَّ (me-se-se) kökünden türemiştir
ve “dokunmak”, “temas etmek” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da
63 kez geçer: 2:80, 214, 236; 237, 275, 3:24, 47, 120, 140 (2 kez), 174; 5:73;
6:17 (2 kez), 49; 7:73, 95, 188, 201; 8:68; 10:12 (2 kez), 21, 107; 11:10, 48,
64, 113; 12:88; 15:48; 54; 16:53; 17:67, 83; 19:20, 45; 20:97; 21:46; 21:83;
24:14, 35; 26:156; 30:32; 33:49; 35:35 (2 kez); 36:18; 38:41; 39:8, 49, 61;
41:49, 50, 51; 50:38, 54: 48; 55:56, 74; 56:79; 58:3, 4; 70:20, 21.
2 Ehl-i
Kitap (Yahudi,
Nasrani ve Müslümanlar) arasında; Cehennemde, sadece işledikleri günahlar
oranınca azap görecekleri sonra da Cennete gidecekleri şeklinde bir inanç vardır.
Oysa bu ayette de belirtildiği, cehenneme girenlerin oradan çıkacaklarına dair
bir ayet Kur’an’da yer almamaktadır.
3 Benzer
mesajlar: 3:9, 194; 13:31; 14:47; 22:47; 30:6; 39:20.
81. Hayır!
Kim bir
seyyie1 edinir,
suçu2 da kendisini
kuşatırsa,3 artık
onlar ateş halkıdır! Onlar içinde kalıcıdırlar!
1 Bu sözcük, “سُوء” (sû’) kökünden türetilmiştir.
Kök anlamı da “kötü”, “zarar”, “rahatsızlık”, “kötülük”, “çirkinlik” demektir. Aynı
kökten türetilmiş olan “سَيِّـَٔا” (seyyie) sözcüğü ise, genellikle bir
kötü eylem veya yasaklanmış bir davranışı ifade eder.
2 Arapça’da “suç” anlamına gelen خطأ “hata” sözcüğünün İbranice’deki
karşılığı da “חֵטְא” (Het-Hata)’dır ve “suç” anlamına gelmektedir. “hata”
sözcüğü, Kur’an’da 19 ayette geçer: 2:58, 81, 286; 4:92, 112; 7:161; 12:29, 91,
97; 17:31; 20:73; 26:51; 28:8; 29:12; 33:5; 69:9, 37; 71:25; 96:16.
3 “يُحِيطُ” (yuhit) sözcüğü, “kuşatmak,
çevrelemek, sarıp sarmalamak, bilgisine tamamen sahip olmak” anlamlarına gelir.
Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:19, 81, 255; 3:120;
4:108, 126; 8:47; 9:49; 10:22, 39; 11:84, 92; 12:66; 17:60; 18:29, 42, 68, 91;
20:110; 27:22 (2 defa), 84; 29:54; 41:54; 48:21; 65:12; 72:28; 85:20.
82. İman edenler ve salih ameller (doğru, yapıcı, erdemli fiiller) işleyenler
ise, onlar da cennet halkıdır. Onlar içinde kalıcıdırlar.
83. Hani, İsrailoğullarından
“Allah’tan başkasına kulluk (hizmet)
etmeyeceksiniz. Ebeveyninize de yakınlara (akrabalara) da yetimlere
de miskinlere de ihsanda bulunacaksınız (güzellikle karşılık vereceksiniz).
İnsanlara da hüsna (güzel, hayırlı, iyi) söz söyleyin. Salatı (Allah’a
yöneliş duasını) da doğru
ve istikrarlı biçimde yapın
ve
zekâtı verin.”1 diye bir misak (söz)
almıştık. Sizden olanların pek azı hariç
(sözünüzü) sonra umursamadınız2. Sizler de (sözünden) dönenlersiniz!
1 Bu buyruk salat ve zekât gibi ibadetlerin eski
ümmetlerden beri farz olduğunun delillerindendir. Benzer mesajlar: 2:183; 3:39;
5:12; 10:87; 14:40; 18:21; 19:31, 55, 59; 20:14; 22:26-30, 34-37; 21:73; 31:17;
42:13.
2 “إعراض”
(ı'râz), “görmezden ve duymazdan gelmek, karışmamak, umursamamak, aldırış
etmemek” anlamlarına gelir. Bu kelime, içinde bulunulan bir durumdan, bir
anlaşmadan ya da bir taahhütten bilinçli olarak geri çekilmeyi ifade eder.
Kur’an’da aynı kökten türemiş 51 kelime geçer: 2:83; 3:23; 4:16, 63, 81, 128;
5:42 (2 kez); 6:4, 35, 68, 106; 7:199; 8:23; 9:76, 95; 11:76; 12:29, 105;
15:81, 94; 17:28, 67, 83; 18:57; 20:100, 124; 21:1, 24, 32, 42; 23:3, 71;
24:48; 26:5; 28:55; 32:22, 30; 34:16; 36:46; 38:68; 41:4, 13, 51; 42:48; 46:3;
53:29; 54:2; 66:3; 72:17; 74:49.
84. Hani, kanlarınızı
dökmeyeceğinize ve nefislerinizi1 (sizden
olanları) yurtlarınızdan kovmayacağınıza dair sizden kesin misak (söz)
da almıştık. Sonra siz de ikrar (kabul) etmiştiniz. Buna tanık olan da
sizsiniz.
1
“اَنْفُسَكُمْ”
(enfusekum) ve “أَنفُسِكُمْ” ifadeleri, “nefisleriniz” yani “kendiniz
veya yakınlarınız” anlamlarına gelir. Örneğin 2:84, 85 ayetlerinde, “sizden
olanlar”; 2:187 ayetinde ise “kendi nefsinize, kendi benliğinize” anlamında
kullanılmıştır.
2
“خرج”
(kharac), çıkarmak, dışarı çıkarmak, tahliye etmek, sürmek, kovmak” gibi
anlamlara gelir.
85. Sonra sizler,
nefislerinizi (sizden olan canları) katlediyor, sizden bir fırkayı
(grubu) da yurtlarından kovuyorsunuz. İsm1 ve
düşmanlık ile de onlara karşı birleşiyorsunuz. Oysa onları yurtlarından kovmak
size haram2 kılınmıştı. Esirler3 olarak size
geldiklerinde ise (onları kurtarmak için) fidyeleşiyorsunuz.4
Yoksa siz Kitabın bir kısmıyla iman ediyor, bir kısmını
da küfür mü ediyorsunuz (örtüyor
musunuz)?5 Böyle davrananlarınızın cezası dünya6
hayatında aşağılanmadır. Kıyamet günü ise daha şiddetli bir azaba uğratılırlar.
Allah da yapmakta olduklarınızdan gafil (habersiz) değildir.
1
İsm
(إِثْم) kelimesi Arapçada 'günah', 'suç',
'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi anlamlara gelir. İbranice’deki אַשָּׁם
(asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç', 'günah' ve 'kabahat'
anlamlarını taşır. “İsm”, türevleriyle birlikte Kur’an’da
42 ayette 48 kez geçer: 2:85, 173, 181, 182, 188, 203,
219, 276, 283; 3:178; 4:20, 48, 50, 107, 111, 112; 5:2, 3, 29, 62, 63, 106,
107; 6:120; 7:33; 24:11; 25;68; 26:222; 33:58; 42:37; 44:44; 45:7; 49:12;
52:23; 53:32; 56:25; 58:8, 9; 68:12; 76:24; 83:12.
2 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men
edilmiş” anlamına gelir ve genellikle Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış
ya da nesneyi ifade eder. Aynı kökten türeyen “حَرَّمَ” (harrama) fiili
ise, “bir şeyi yasaklamak,” “bir yerden veya nesneden birilerini mahrum
bırakmak,” “bir durumu birilerine engellemek” ya da “bir şeyi dokunulmaz kılmak”
anlamlarında kullanılır.
3 “اَس۪يراً”
(esir) kelimesi, bir şeye veya birine bağımlı olmuş, teslim olmuş kişiye “esir”,
tutsak” denir. Bu kelime Kur’an’da 6 kez geçer: 2:85; 8:67, 70; 33:26; 76:8,
26.
4 Yüce Allah İsrailoğullarından aldığı sözlerle
ilgili olarak yaptığı uyarılara itibar etmediklerini, emirleri tutmadıkları
için esir düşen Yahudileri kurtarmak için de fidye vererek kendileriyle
çeliştiklerini, bunun zararını kendilerinin çektiğini bildirmekte, bu duruma
kendi kitaplarındaki bilgilerle de şahit olduklarını ifade etmektedir.
5 Kitabın yani vahyin bir bölümüne inanıp bir
kısmını inkârın küfür olduğu 4:150-151’de bildirilmektedir.
6 “دُنْيَا” (dünya) kelimesi, Arapça’da “daha
yakın” veya “aşağıda olan” anlamına gelir. Bugün gezegenimizin adı olarak
kullanılan “dünya” sözcüğü, bu Arapça kökten mecazî olarak alınmıştır.
86. Onlar, ahiret ile dünya hayatını satın alan
kimselerdir. Artık onların azabı hafifletilmez! Onlara yardım da edilmez!
87. Andolsun ki Musa’ya da
Kitap’ı (Tevrat’ı) verdik. Ondan sonra da ardı ardına1
resuller (elçiler) gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya ise beyyineler (apaçık
deliller) verdik ve onu Rûhu’l-kuds2 ile
destekledik3.
Bir elçi, nefislerinizin (canınızın)
arzulamadığı bir şeyle size gelse, büyüklük tasladınız: bir kısmını yalanladınız,
bir kısmını da katlettiniz! Öyle değil mi?
1
“قَفَّيْنَا”
(kaffeynâ), “arkasından göndermek, takip ettirmek, birinin ardından birini
getirmek” anlamlarına gelir.
2 Ruh ile ilgili bir soruya şöyle cevap
verilmektedir: “Sana
ruh’tan soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir, onun ilminden de pek azı
dışında size (bilgisi) verilmemiştir.” (İsra, 17:85)
Tevrat’ta da Ruh’tan
söz edilmektedir: “Yüce meleklerin Ruhu da suların yüzü üzerinde geziniyordu.”
(Başlangıç, 1:2)
“Yahve de bir bulutun içinde indi ve onunla konuştu ve
(Musa’nın) üzerindeki Ruh’tan arttırdı ve ihtiyar (seçkin) 70 kişinin üzerine
yerleştirdi. Ve öyle oldu. Ruh da
üzerlerine çöker çökmez (bu 70 kişi) nebilik ettiler ve devam etmediler.”
(Sayılar, 11:25)
17:85 ayetinden de
anlaşılacağı üzere Ruh’un ve Rûhu’l-kuds’un (Kutsal Ruh’un) ne olduğu
konusunda kesin bir bilgiye sahip değiliz. Bazı görüşlere göre bu ifade ile
Cebrail kastedilmiş olabilir. Ancak “Ruh” ve “Kutsal Ruh” isimlendirilen
varlığın, bilinen meleklerden farklı ve bağımsız bir varlık olabileceği
olasılığı da dikkate alınmalıdır.
“Ruh”
ifadesi Kur’an’da 19 yerde 20 kez geçer: 2:87, 253; 4:171; 5:110; 15:29; 16:2,
102; 17:85 (2 kez); 19:17; 26:193; 32:9; 38:72; 40:15; 42:52; 58:22; 66:12;
70:4; 78:38; 97:4.
3 “ٱلْأَيْدِ”
(el-eyd), “destek, güç” demektir. Bu ifade Kur’an’da 11 kez geçer: 2:87,
253; 3:13; 5:110; 8:26, 62; 9:40; 38:17; 51:47; 58:22; 61:14.
88. Ve “Kalplerimiz kılıflıdır (perdelidir).”1 dediler. Hayır!
Allah, onları küfürlerinden dolayı lanetlemiştir.2 Artık pek azı iman eder.
1 Bu ifade, Yahudilerin, kendi dinlerinden başka
bir öğretiye gereksinimleri olmadığı biçimindeki büyüklenmeleri olarak
yorumlanmıştır. Benzer mesaj: 4:155
2 Lanet kelimesi; “uzaklaştırmak”, “sevaptan uzak
tutmak”, “ilahi rahmet ve merhametten uzak tutmak” anlamına gelmekte ve
gerçekleri gizleyenlerin rahmet ve merhametten uzak tutulacakları anlamını
içermektedir. Ayette sadece Allah ve meleklerinin değil tüm insanların
lanetleyeceği haber verilmektedir. Tüm insanlar diye buyrulduğuna göre bunlar
(lanetleyenler) Müslim olsun veya olmasın tüm insanlar demektir. 3:84 ve 87
ayetleriyle birlikte okunduğunda lanetlenen kimselerin Müslim olduktan sonra
kafir olan kimseler olduğu açıktır. Kendisine Müslim diyen, ancak 3:85 ayetinde
belirtildiği gibi uydurduklarını din edinmiş kimseler için Allah’ın bu ayetleri
gereği lanetlenmek kaçınılmazdır.
89. Allah katından
yanlarındakini tasdik edici1
bir kitap onlara gelince, -ki onlar, daha önce küfreden (hakkı
örten, gizleyen) kimselere karşı fetih2 istiyorlardı- bildikleri
o şey kendilerine gelince de onu küfrettiler. O hâlde Allah’ın lâneti
kâfirlerin üzerine olsun!
1 Kur’an’ın, Tevrat’ı tasdik ettiği (doğruladığı)
ile ilgili açıklama 2:41’de yer alır.
2 “فتح” (fetih), “açmak, zafer, fethetmek” gibi
anlamlara gelir. Bu kelime Kur’an’da 37 kez geçer: 2:76, 89; 4:141; 5:52; 6:44,
59; 7:40, 89 (2 kez), 96; 8:19 (2 kez); 12:65; 14:15; 15:14; 21:96; 23:77;
24:61; 26:118 (2 kez); 28:36; 32:28, 29; 34:26 (2 kez); 35:2; 38:50; 39:71, 73;
48:1 (2 kez), 18, 27; 54:11; 57:10; 61:13; 78:19; 110:1.
90. Nefisleriyle (egolarıyla)
ne kötü şey satın aldılar! Allah’ın, kullarından dilediği kimseye fazlından1
(lütfundan, cömertliğinden) (vahiy)
indirmesini çekemeyerek,2 Allah’ın indirdiğini küfrettiler.3 Bundan dolayı gazap üstüne gazaba uğradılar.
Kâfirler için onur kırıcı bir azap4 da vardır.
1
“فَضْلِ”
(fazl) sözcüğü, “lütuf, cömertlik, rahmet, fazlalık”
anlamlarına gelir. Bu ayette de Allah’ın ikramı, rahmeti, nimetleri veya
verdiği özel ayrıcalıklardan söz edilmektedir.
2 “بَغْيًا” (bağyen) ifadesi “bir şeyi
aşırı istemek, haksızlık, zulüm, saldırganlık, azgınlık” gibi anlamlara gelir.
Bir şeyi aşırıya kaçarak istemek ya da başkasının hakkına tecavüz edecek
şekilde davranmak anlamında da kullanılır.
3 “بِئْسَ” (bi’sa) sözcüğü, “ne kötü, kötü, çirkin, berbat”
şeklinde çevrilebilen ve Arapçada
kötüleme ve kınama anlamı taşıyan bir fiildir. Bu kelime, genellikle olumsuz
bir durumu, niteliği veya eylemi ifade etmek için kullanılmaktadır.
4 “azabun muhin” (onur kırıcı bir azap)
ifadesi Kur’an’da 8 yerde (2:90; 3:178; 4:14; 22:57; 31:6; 45:9; 58:5, 16) geçmektedir.
Bu ifade Allah’ın ayetlerini yalanlayanlar, değiştirenler, alay konusu
edinenler, hakkı (gerçeği) inkar edenler, yemin ederek İnsanları Allah’ın
yolundan saptıranlar için kullanılmıştır.
91. Onlara “Allah’ın indirdiğiyle iman edin (vahiy kitapları aracılığıyla inanıp
güvenin)” denildiğinde ise “Bize indirilenle (kendi kitabımızla) iman
ederiz.” derler. Ondan sonra geleni de küfrederler (örterler).
Oysa o, kendilerinde olanı tasdik eden (doğrulayan) bir haktır (gerçektir).
De ki: “Eğer mümin iseniz, o zaman Allah’ın nebilerini daha önce neden katlediyordunuz?”
92. Andolsun ki Musa da size beyyinelerle (apaçık delillerle) gelmişti. Sonra buzağıyı (ilah) edindiniz! Sizler
zalimlersiniz!
1 Beyyine; beyân kökünden sıfat olup “apaçık
delil, hüccet, kesin belge” demektir. Tevrat’ta ise benzer bir kelime “Bayyinah”
şeklinde geçer ve İbranice’de açık, anlaşılır, gösterişsiz anlamına
gelmektedir. 2:209, 211; 4:19, 26; 6:57; 7:105; 8:42, 42; 9:115; 29:35; 98:1, 2,
4.
93. Hani sizden de sağlam bir misak (söz) almıştık.1 Üzerinize
de Tur’u (Sina Dağını) kaldırmıştık.2 “Size verdiğimiz
şeyi (Kitabı) kuvvetle alın ve dinleyin!”3 “İşittik ve
isyan ettik.” dediler. Küfürleri nedeniyle de kalplerine buzağı (sevgisi)
içirildi.4 De ki: “Eğer mümin iseniz, imanınız onunla size ne
kötü şey emrediyor!”
1 Benzer mesaj: “Ve dağı (Sina Dağı’nı) bir
gölge gibi üstlerine kaldırdığımızda da üzerlerine düşecek sanmışlardı. Size
verdiğimizi (Kitabı) kuvvetle alın (ona sıkıca tutunun) ve içinde olanı
zikredin ki takva sahibi olasınız.” (7:171)
2 “Tur” sözcüğü Kur’an’da dağ anlamında kullanılmıştır. Tur
sözcüğü Kur’an’da 10 defa geçer: 2:63, 93; 4:154; 19:52; 20:80; 23:20; 28:29,
46; 52:1; 95:2. 23:20 ve 95:2 ayetleri göz önünde bulundurulduğunda,
Kur’an’daki “Tur” ifadesi ile Sina Dağı’ndan söz edildiğini anlamaktayız.
3 Vahye uymayla ilgili mesajlar için Bkz: 2:63,
93, 256; 3:103; 4:175; 6:50, 106; 7:3, 144, 171; 10:15, 109; 19:12; 22:78;
33:2; 39:55; 43:43; 45:18; 46:9.
4 İnkârcıların kalplerine buzağıya tapma
sevgisinin doldurulmasının sebebi, inkârlarında ısrarcı olmalarıdır. Yani
insanların kararlı bir şekilde inkâr etmesi, inkârcılığı sürdürmesi inkâr sebep,
bunun sonucunda kalplerine buzağıya tapma sevgisinin doldurulması ise sonuçtur.
94. De ki: “Allah’ın yanındaki
ahiret yurdu, insanların dışında sadece size ait ise ve (üstelik)
eğer sadık (doğru, dürüst) olanlardan iseniz, o hâlde ölümü dileyin!”
95. Elleriyle işlediklerinden dolayı ölümü asla arzulamazlar.
Allah da zalimleri çok iyi bilendir.
Benzeri 62:6-7’de de geçen bu ayetlerde
Yahudilerin tutarsızlığına dikkat çekilmektedir. Benzer durum, aynı şekilde
inanan diğer din mensupları için de geçerlidir.
96. Onları, yaşama karşı insanlardan da müşrik
kimselerden de daha tutkulu bulursun. Her biri mümkünse ömrünün 1000 yıl
olmasını arzular.1
Uzun yaşaması, onu azaptan uzaklaştıracak da değildir. Allah da yaptıklarını görendir.
1 Bu kelime, “وَدَّ” (vav-dal-dal) kökünden türemiştir ve
“sevgi”, “istemek”, “arzulamak” gibi anlamlar taşır. Aynı kökten türemiş
kelimeler Kur’an’da 29 kez geçer: 2:96, 105, 109, 266; 3:30, 69, 118; 4:42, 73,
89, 102; 5:82; 8:7; 11:90; 15:2; 19:96; 29:25; 30:21; 33:20; 42:23; 58:22; 60:1
(2 kez), 2, 7; 68:9; 70:11; 71:23; 85:14.
97. De ki: “Kim Cibril’e
düşmansa, o hâlde bil ki o, Allah’ın izniyle ellerindekini1 tasdik edici (doğrulayıcı) olarak onu (Kur’an’ı) kalbine
indirmiştir.2 Müminler için de bir hidayet (rehber) ve
bir müjdedir.
1 “Beyne
yedeyh” ifadesi ile “yanlarındaki, önlerindeki, iki elleri arasındaki vahiy
kitapları” kastedilmektedir. Bu tamlama Kur’an’da 38 ayette 39 kez geçer.
2 Benzer mesaj: 26:193-194.
98. Kim Allah’a, meleklerine,
resullerine, Cibril’e1 ve
Mikail’e2
düşmansa, bilsin ki Allah, kâfirlere düşmandır!
1 Cebrail, Kur’an’da bazen Cibrîl bazen de Resul (elçi)
olarak anılır. O, karşı konulması mümkün olmayan büyük bir güç, üstün bir akıl
ve kesin bilgiye sahiptir. “Arşın sahibi” yani Allah’ın en yüce makamının
yanında çok saygı gören, meleklerin itaat ettiği şerefli bir elçidir (53:5-6;
81:19-21).
Tevrat’ta da üç büyük meleğin arasında sayılan
Cebrail, İbranice’de Gavri’el (Yüce Güç) anlamına gelir. Tevrat’ta; Daniel
Kitabında (8:15-26, 9:21-27) söz edilir. İncil’de ise Cebrail’den iki defa söz
edilir. Bunlardan birinde Zekeriya’ya görünerek ona “Yüce Olan’ın önünde duran
Cebrail” olduğunu söylediği ve Yahyâ’nın doğacağını haber verdiği, diğerinde
Meryem’e görünerek ona İsa’yı müjdelediği anlatılır (Luka, 1:11-20, 26-38).
Hıristiyanlığa göre de Cebrâil, enbiyaya insan şeklinde görünerek Allah’tan
vahiy getiren büyük bir melektir.
2 Mikail’in İbranice karşılığı ise Mika’êl’dir ve “Kim Yüce
gibidir?” anlamına gelir.
Tevrat’ta
Mîkâil’in ismi beş yerde geçer (Daniel, 10:13, 21; 12:1; Yahuda’nın Mektubu, 9;
Vahiy, 12:7). Eski Ahit’te adı anılan iki büyük melekten biri olan Mîkâil
(diğeri Gabriel), düşmanlarına karşı İsrailoğullarına yardıma gelen ve onları
esaretten kurtaran, İsrailoğullarının koruyucu meleği, birinci ve büyük reis
(Daniel, 10:13, 21; 12:1);
İncil’de ise; İblise karşı çıkan baş melek ve
gök ordusunun reisi (Yahuda’nın Mektubu, 9), başında bulunduğu melek ordusu ile
İblis ve şeytan denen büyük ejder ve ordusuna karşı savaşan ve onları yenip
göklerden yere süren başkumandan (Vahiy, 12:7-9) olarak geçer ve Musa’nın
cesedi hakkında İblis ile mücadele eden biri olarak takdim edilir (Yahuda’nın
Mektubu, 9). Jonathan Targumu, bu hadiseyi Musa’nın gömülmesiyle ilgili Tevrat
metninin (Yasa’nın Tekrarı, 34:6) açıklaması çerçevesinde anlatır ve Musa’nın Mikail
ve diğer meleklerce defnedildiğini nakleder.
Kur’an’da dört Surede, önce İbrâhim’e gelip oğlu
İshak’ın ve torunu Yakub’un doğacağını müjdeleyen, ardından Lut’u ziyaret edip
azgınlaşan kavmini helâk eden bir grup elçi melekten söz edilir (11:69-83; 15:51-71;
29:31-34; 51:24-37). Cebrail ile Mikail’in bunların arasında yer aldığı düşünülmektedir.
99. Andolsun ki sana da beyyineler olan ayetler (apaçık olan kanıtlar, mucizeler) indirdik. Ancak
fasıklar onunla küfreder (onunla hakkı örter, gizler).
1 “بِهَٰ” (bi-hā)
ifadesi, Arapça’da genellikle bir zamir ve harf-i cer (edat) kullanımıdır. Harf-i
cer (edat) anlamı; “onunla”, “onun aracılığıyla” gibi anlamlar taşır. Zamir
anlamı ise; “Bunu” veya “onu” gibi anlamlar taşır ve feminen, bir şeyi işaret
etmek için kullanılır.
100. Ne zaman bir ahit (antlaşma) yaptılarsa, içlerinden bir grup
onu bozdu.1 Hayır! Onların çoğu iman etmez!
1
“نَبَذْنَاهُ” (nebeznahu)
sözcüğü, “onu attı, onu fırlattı, onu terk etti” anlamlarına gelir.
101. Allah’tan,
onlardakini tasdik eden (doğrulayan)
bir resul onlara geldiği zaman da, kitap verilenlerden (Yahudi, Nasrani ve Müslimlerden)
bir grup, sanki hiç bilmiyorlarmış gibi Allah’ın Kitabı’nı arkalarına attılar.1
1 Allah’ın
Antlaşma Elçisi, Tevrat’ta (Malaki 3:1-3), İncil’de (Luka 17:22-37) ve
Kur’an’da (Âl-i İmrân, 3:81) önceden müjdelenmiştir. Resul, yanlarındaki
kitapta bulunan mucizeleri gösterdiğinde, o kitaba inandığını iddia eden bir
grup, o elçiyi inkar etmek için Kitaptaki mucizeleri ve kanıtları dahi
görmezden gelir.
102. Süleyman’ın mülkü
(hükümdarlığı)
hakkında da şeytanların (aldatanların, saptıranların) okuyup
aktardıklarına (tilavet ettiklerine) uydular.1
Süleyman küfretmedi (hakkı örtmedi, gizlemedi); insanlara sihri öğreten şeytanlar
ise küfretti. Babil’deki Harut ile Marut isimli iki meleğe/melike2 de
(vahiy olarak) bir şey indirilmiş değildi. Onlar da “Şüphesiz ki bizler
fitneyiz, o hâlde küfretme!”3 demeden hiç kimseye (sihir)
öğretmiyorlardı. Buna rağmen (insanlar), karı ile kocanın arasını açacak
şeyleri bunlardan öğreniyorlardı. Ancak onlar, Allah’ın izniyle olmadan kimseye
onunla zarar veriyor da değillerdi. Kendilerine de fayda vereni değil, zarar
vereni öğreniyorlardı. Andolsun ki onu (büyüyü) satın alan kimsenin, ahirette
yaratılmış şeylerden4 nasibi olmadığını da öğrendiler. Nefisleriyle
(egolarıyla) satın aldıkları şey ne kötüdür! Bir bilselerdi!
1 Kur’an’da Süleyman Nebi’den 7 surede söz
edilmektedir, adı da 17 kez geçer: (2:102; 4:163; 6:84; 21:78-79, 81; Kur’an’da adı 17 kez geçer.
Babasının ölümünden sonra onun yerine hükümdar olmuştur. Süleyman Nebi;
kendisine vahyedilen (4:163), küfre sapmamış olan (2:102); sürekli Allah’a
yönelen (38:30); kendisine hüküm (egemenlik) ve ilim verilen (21:79; 27:15),
kendisinin sınandığı (38:34,35) muhsinlerden (6:84), salihlerden (6:85),
alemlere faziletli (üstün, ayrıcalıklı) kılınanlardan (6:86; 27:15; 34:10), ve
kendisine kitap ve hüküm verilen bir nebidir (4:163; 6:84,89).
Ayrıca
Süleyman Nebi’nin;
cinlerden, insanlardan ve kuşlardan oluşan ordusunun olduğu (27:16),
rüzgarların onun kontrolüne verildiği (21:81;
34:12; 38:36), kendisine kuşların dilinin öğretildiği (27:16),
hayvanların konuşmalarını anladığı (27:18,19), kendisine bakır madenini eritip
işlemenin öğretildiği (34:10), şeytanlardan ve cinlerden bir kısmının onun
gözetimi altına verildiği, onlara iş yaptırdığı, onlara dalgıçlık yaptırdığı
(21:82; 34:12; 38:37,38) ve cinlerin,
kendisi için mabetler, heykeller, havuzlar gibi (geniş) leğenler, kazanlar
yaptığı (34:13); Belkıs’ı İslam’a davet ettiği (27:15-44) de Kur’an’da
belirtilmektedir.
Tevrat ve İncil’de de Süleyman Nebi’den söz
edilmektedir: Tevrat’ta Süleyman’ın
babasının Davud, annesinin de Batsheva (II. Samuel, 12:24; I. Krallar, 1:11;
2:1,2; Matta, 1:6) olduğu;
saltanatın miras kalması konusunda girişimlerde bulunulduğu (1. Krallar, 1:11-17,
2:12; 1. Tarihler, 23:1-2) ve Davud’un ölümünün yaklaştığı günlerde oğlu
Süleyman’a, Musa’nın şeriatında yazılı bulunan hususlara harfiyen uymasına dair
öğütler verdiği (1. Krallar, 2:l-5); hakem olduğu bir olayın
anlatıldığı (1. Krallar, 3:16-28 ); krallığında kuvvet bulduğu ve Allah’ın
onunla beraber olduğu (2. Tarihler, 1:1; 6:18-23; 1. Krallar, 8:22-23);
Süleyman’a hikmet ve anlayışlı yürek verildiği (1. Krallar, 3:12; 4:29-30; 2.
Tarihler, 1:7-12.); Süleyman’ın saltanatından, atlarından, savaş arabalarından,
süvarileri gibi sahip olduğu birçok imkândan ayrıntılı söz edildiği (1.
Krallar, 4:1-34; 2. Tarihler, 12:1-3); Sebe Melikesi kıssasının anlatıldığı (1.
Krallar, 10:1-13; 2. Tarihler, 9:1-12, Matta, 12:42; Luka, 11:31); Süleyman’ın
yaptırdığı köşkün (Tevrat’ta saray) anlatıldığı (1. Krallar, 7:1-12; 10:1,2;
6:38; 2. Tarihler, 8:2) hususları yer alır.
Beytü’l-Makdis’in (Beth Ha-Mikdaş) de yerinin
Dâvûd tarafından seçilip planlandığı ve mabedin yapımında kullanılacak olan
bütün malzemeyi de teslim etmiş olduğu (II. Tarihler, 22:1-16); Süleyman
tarafından inşa edildiği (II. Samuel, 7:1-13; I. Tarihler, 17:1-2) ve İsrail
oğullarının Mısır’dan çıkışının 480’inci ve
Süleyman’ın hükümdarlığının 4’üncü yılında başlamış ve 7 yıl kadar sürdüğü,
yapılan mabedin uzunluğu, 60; genişliği, 20 ve yüksekliği, 30 arşın (1 Yahudi
arşını 45 cm) olduğu (1. Krallar, 6:1-6) Yine bu kaynakta yapılan bu mabedin büyük
ve şaşılacak bir ev olduğu, yapımında
maden işlemeciliğinde hünerli işçilerin çalıştığı (1. Tarihler, 2:1-9); yapımı
esnasında çekiç, balta ve demirden yapılmış her hangi bir araç-gerecin sesinin
duyulmadığı, içerde ve dışarda çepeçevre evin bütün duvarlarında kabartma
şekillerin olduğu (1. Krallar, 6:7-36); evin içinin ve dışının som altın, tunç
ve değerli taşlarla kaplandığı (2. Tarihler, 3:4-9; 1. Krallar, 6:21-22) ve
yapımında on binlerce kişinin çalıştığı (1. Tarihler, 2:17-18); M.Ö 925 yılında Beytü’l-Makdis’te
vefat ettiği söylenilmektedir. Tevrat’ta da Süleyman’ın Yerüşalim’de (Kudüs’te)
İsraillilere 40 yıl krallık yaptığı belirtilmektedir (2. Tarihler, 9:30,31)
Yukarıda belirtilen 7 yılın, Süleyman’ın Nebilik
ve saltanatı esnasında yapımına harcadığı toplam süre olarak almak verilere
daha uygun düşmektedir. Çünkü toplam Nebilik süresi olarak, mescidin inşa
öncesi ve sonuçlandırılma aşamasında vefatı göz önünde tutulunca, 11 yıl gibi
gerçek ile örtüşmeyen bir süre ortaya çıkmaktadır
(Bakınız: Kur’an, 34:14; Tevrat, 2.
Tarihler, 9:30-31)
Beytü’l-Makdis,
nebilerin hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Örneğin; Zekeriya ve oğlu Yahya, bu kutsal mabedi amacına
uygun bir şekilde değerlendirmiş; Meryem, bu mabede adanmış ve gençlik
yıllarını ona hizmetle geçirmiş; İsa, bu mabede özel değer vermiş ve tebliğini
bu mabed çevresinde yapmıştır. Ancak İncil’de ise, İsa’nın çağdaşı olan
Yahudilerin mabede gereken ihtimamı göstermedikleri (Markos, 11:15-17) ve orada
İsa’nın İncil’i öğretmesine Yahudi baş kâhin, yazıcı ve ihtiyarlarının karşı
çıktıkları (Luka, 20:1-2) ifade edilmektedir. Son Nebi Muhammed de belirli bir
süre Kıble olarak kullanmıştır. (Bkz: 2:144)
2 “Melek” kelimesi; Arapça (مَلَك, melek), İbranice (מַלְאָךְ,
mal'akh) ve Süryanice (ܡܲܠܲܐܟܵܐ, mal'akhā) gibi Sâmî dillerde
ortak bir kökene dayanır. Genellikle “elçi” veya “haberci” anlamında
kullanılır. Aynı zamanda “kral”, “hükmeden” ve “tasarruf sahibi” gibi
anlamlarla da ilişkilendirilmiştir. Bu bağlamda melekler, hem ilahi
mesajları ileten elçiler hem de Allah’ın emriyle evrende çeşitli görevleri
yerine getiren güçlü varlıklar olarak tanımlanmıştır.
Buradaki
“melekeyni” kelimesini “Allah’ın emirlerine itaat eden varlıklar” şeklinde
okuyunca mesajın anlaşılması çok zorlaşmakta, hatta imkânsızlaşmaktadır. Yahudi
hahamlarının Babil sürgününde öğrendikleri Harut ve Marut masalı (cezalı iki
meleğin büyü yapmayı öğretmesi), Süleyman’a iftiraları ve büyüyü meşru
görmeleri, bunu da Allah’a ve elçilerine yakıştırmaları ayette anlatılıp
eleştirilmektedir. Yani ayette bahsedilen konular, Yahudi inanışıdır. Aksi
durumda -haşa- “Allah ayetin başında büyüye onay vermiş, sonrasında ise büyüyle
uğraşanları azapla tehdit etmiştir” çelişkisi doğacaktır. Zira, Hasan Basri
gibi âlimler de ayetin okunuşunun melikeyni (iki melik/hükümdar) olduğunu
söylemişlerdir.
3 “فِتْنَ” (fitne), “sınama, deneme, ateşte
eritme, karışıklık/ayrışma durumu” gibi anlamlara gelir. Bu anlamda fitne, bir
şeyin özünü ve saflığını açığa çıkarmaya yönelik bir ayrıştırma sürecidir.
Kısaca kişinin veya nesnenin gerçek durumunu belirginleştiren sınayıcı koşul
anlamına gelir. Dolayısıyla Allah’ın uyguladığı testler; iyi ile kötüyü, doğru
ile yanlışı, mümin ile kafiri ayırt etmek için kullandığı sınama araçlarıdır.
Fitne kelimesi Kur’an’da 70 kez geçer: 2:102, 191, 193, 217; 3:7; 4:91, 101;
5:41, 49, 71; 6:23, 53; 7:27, 155; 8:25, 28, 39, 73; 9:47, 48, 49 (2 kez), 126;
10:83, 85; 16:110; 17:60, 73; 20:40 (2 kez), 85, 90, 131; 21:35, 111; 22:11,
53; 24:63; 25:20; 27:47; 29:2, 3, 10; 33:14; 37:63, 162; 38:24, 34; 39:49;
44:17; 51:13, 14; 54:27; 57:14; 60:5; 64:15; 68:6; 72:17; 74:31; 85:10.
4 “خَلَاقٍ۠” (khalâkin) ifadesi, “yaratılmış şeyden nasip, pay,
hisse” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:102, 200.
103. Onlar gerçekten iman etselerdi ve takvalı olsalardı (Allah’a
karşı sakınsalardı), Allah katındaki
sevapları1 hayırlı olacaktı. Bir bilselerdi!
1 “ثَوَاب”
(sevab) sözcüğü, “karşılık, ödül, mükafat” anlamlarına gelir. Bu sözcük
Kur’an’da 11 ayette 15 kez geçer: 2:103; 3:145 (2 kez), 148 (2 kez), 195 (2 kez);
4:134 (2 kez); 18:31, 44, 46; 19:76; 28:80; 83:36.
104. Ey iman edenler!1 ‘Râinâ!’ demeyin, ‘Unzurnâ!’ deyin2 ve duyun! Kâfirler
için ise acıklı bir azap vardır.
1 “yâ eyyühellezîne âmenû” “Ey iman edenler” ifadesi
Kur’an’da 89 kez geçer.
2’Bizi güt, bize çobanlık et!’ demeyin!” olarak çevirdiğimiz “Raina”
söylemi, insanların kendilerini güdülecek davar gibi görmemeleri ve “bizi gör,
gözet” şeklinde insanlık erdemlerine yakışan bir hitap istemeleri anlamında
yorumlanmalıdır. Ancak kimi Müslimler, ayete aykırı olarak halka, raiyye
(çoğulu reaya) derler.
İbranice’de de onur kırıcı anlamları olan bu
söylem; 4:46 ayetinde, sözlerin anlamlarını saptırarak elçilerle alay etmek
isteyen Yahudilere yönelik uyarılar olduğu belirtilmektedir.
105. Ehl-i1 Kitap’tan küfreden (hakkı
örten) ve şirk koşan kimseler, Rabbinizden bir hayrın (iyiliğin,
güzelliğin, faydalı bir şeyin) size indirilmesini arzu etmezler.
Allah ise istediği kimseye rahmetini2 tahsis eder.3
Allah,
Zu’l-Fadli’l-Azîm’dir.4
1 Ehl kelimesi Kur’an’da aile, akraba (2:196;11:45;
20:132; 21:76; 27:57; 28:29, 89; 4:35; 37:75, 134;), topluluk, kavim ve aşiret
(3:64; 4:35; 36:55; 85:4) ile bir işe layık olan (74:56) gibi anlamlara gelir.
“اَهْلَ الْكِتَابِ” (Ehlel-Kitap) ifadesi ise genellikle
Türkçeye “Ehl-i Kitap” olarak çevrilmekte ve “kendilerini kitabın bir araya
getirdiği kimseler” anlamına gelmektedir. Kur’an’da ise bu ifade, “ilahi bir
kitaba inanan topluluklar” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu terim, özellikle
Yahudiler ve Hristiyanlar için kullanıldığı yönünde yaygın bir kabul görmekle
birlikte, Allah tarafından kendilerine kitap gönderilmiş tüm toplumların
kastedildiği yönündeki görüş daha kuvvetlidir. Buna göre, kendilerine ilahi
vahiy indirilen Yahudiler, Hristiyanlar (Nasraniler), Sabiiler ve Müslimler da
bu kapsamda değerlendirilmektedir. Bu nedenle, söz konusu ayetlerde yapılan
uyarıların, aynı davranışı sergileyen Müslimler için de geçerli olduğu
unutulmamalıdır. Bunların, Kur’an’ı inkâr eden veya görmezlikten gelen kesimi,
kâfir olarak nitelenir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Ehl-i
Kitap’tan bir grup, sizi saptırmak istedi. Oysa sadece kendilerini saptırırlar,
farkına varmazlar. Ey Ehl-i Kitap, (vahye) tanık olduğunuz hâlde Allah’ın
ayetlerini (kanıt, işaret) niçin küfrediyorsunuz (örtüyorsunuz, gizliyorsunuz)?
Ey Ehl-i Kitap, Neden Hak olana (gerçeğe, hakikate) batılı giydiriyorsunuz ve
bildiğiniz hâlde hak olanı gizliyorsunuz?”
(3:69-71)
“اَهْلَ الْكِتَابِ” (Ehl-i Kitap)
ifadesi, Kur’an’da 31 kez geçer: 2:105, 109; 3:64, 65, 69, 70, 71, 72, 75, 98,
99, 110, 113, 199; 4:123, 153, 159, 171; 5:15, 19, 59, 65, 68, 77; 29:46;
33:26; 57:29; 59:2, 11; 98:1, 6. Bir yer de de “ehl-i incil” ifadesi
geçmektedir (5:47).
2 Rahmet; merhamet etmek, şefkatte bulunmak, lütufta bulunmak anlamlarına
gelir. Rahmet kelimesi Kur’an’da 114 yerde geçer. Yüce Allah, 4 ayette “erhamü’r-râhimîn”,
2 ayette “hayrü’r-râhimîn” olarak nitelendirilmiştir.
3 Bu kelime, “خ-ص-ص”
(ḥa-sad-sad) kökünden türemiştir ve “tahsis etmek, “ayrıcalık tanımak”, “seçmek”,
ayırmak” gibi anlamlara gelir. Bu ifade
Kur’an’da 4 kez geçer: 2:105; 3:74; 8:25; 59:9.
4 “Muazzam bir lütuf,
ihsan ve kerem sahibi” anlamına gelen “Zu’l-Fadli’l-Azîm” ismi,
Kur’an’da 6 kez geçer: 2:105, 3:74, 8:29, 57:21, 29 ve 62:4.
106. Bir ayeti neshedersek (yürürlükten kaldırsak) ya da onu
unutturursak, ondan daha hayırlısını (iyisini, doğrusunu) ya da bir
mislini (ona eşit olanı) veririz.1 Yoksa bilmiyor
musun? Allah, şüphesiz ki her şeye kadirdir (her şeye gücü yetendir).
1 Burada geçen “ayet” kelimesi bilinen anlamda “Kur’an
cümlesi değil, 2:105, 6:124 ve 43:31-32’nci ayetler gereği “şeriat” veya “risâlet”
anlamına gelmektedir. Bu nedenle neshinden söz edilen şey, Musa ve İsa Nebi’nin
şeriati gibi önceki şeriatlerle ilgilidir.
Nesih ise; kültürümüzde “şer’i bir hükmün yine şer’i bir
delille iptal edilmesi” şeklinde tarif edilir. Kelimenin “ayetlerin hükümsüz
bırakılması” anlamında Kur’an bünyesinde kullanımı söz konusu olamaz. Bu durum,
hiçbir şeyin Kur’an’ı iptal edemeyeceğini vurgulayan 41:42’nci ayetinden de
açıkça anlaşılmaktadır. 2:106’ncı ayetteki mesaj, bir önceki ayetin de
işaretiyle risalettir. Yani yeni bir elçilik ve mesaj verilmesidir. Allah’ın
kitabında iptal edilmiş veya hükmü kaldırılmış hiçbir ayet yoktur. Bu iddia Kur’an’da
çelişkinin olmadığını içeren 4:82’ye, ayrıca 11:1-2 ile 22:52’ye açıkça
aykırıdır. Böyle bir iddiada bulunanlar 22:51, 34:5 ve 38’de kastedilen
kişilerdir.
107. Yoksa bilmiyor musun? Göklerin (7
evrenin) ve arḍın1
egemenliği şüphesiz ki Allah’ındır, O’nundur. Allah’ın dışında2 bir veliniz (dostunuz,
rehberiniz, koruyup gözeteniz) de bir yardımcınız da yoktur!3
1 “ارض” (arḍ); Yer, toprak, yeryüzü, zemin anlamlarına gelir. Ancak
Kur’an’da bir toplumun yaşadığı topraklar, yaşanılan yer, egemenlik alanı,
Allah’ın evrenlerin dışındaki diğer egemenlik alanları gibi anlamlarda da
kullanılmaktadır.
2 “مِنْ
دُونِ اللّٰهِ” (min dunillâhi) ifadesi, “Allah’tan başka” veya “Allah’ın
dışında” anlamlarına gelir.
3 Bu cümle, aynı sözcüklerle 2:107, 9:116, 29:22
ve 42:31’de tekrarlanmaktadır.
108. Yoksa daha önce Musa’ya sorulduğu gibi, siz
de resulünüze sorular mı sormak istiyorsunuz?1 Kim küfrü imana değişirse, o zaman düz (doğru) olan yoldan sapmış olur2.
1 Bu ifade, “Yoksa daha
önce Musa’dan istendiği gibi, sizler de Resulünüzden isteklerde mi bulunmayı
arzuluyorsunuz?” şeklinde de anlaşılabilmektedir.
2 “ضلل” (ḍâlle) sözcüğü, genel olarak, “yoldan
sapma, uzaklaşma, kaybolma, hata yapma” gibi anlamlar içerir. Bu sözcük tek
başına Kur’an’da 27 kez geçer: 2:108; 4:116, 136, 167; 5:12, 77, 105; 6:140;
7:37, 149; 10:108; 16:125; 17:15, 67; 18:104: 20:92; 25:17; 27:92; 33:36;
37:71; 39:41; 40:74; 46:28; 53:2, 30; 60:1; 68:7.
109. Ehl-i Kitap’tan olanların çoğu, hak olan kendilerine
apaçık belli olduktan sonra, nefislerindeki hasetten (çekememezlikten)1 dolayı
imanınızdan sonra sizi tekrar kafirler olarak döndürmeyi arzularlar. O hâlde Allah,
onlar hakkındaki emrini verinceye kadar onları affedin ve onlara aldırmayın!2
Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.
1 Haset:
Çekememezlik; bir kimsede olan bir şeyin onda olmayıp, kendinde olmasını veya
onun da mahrum kalmasını istemektir. Haset sözcüğü Kur’an’da 5 defa (2:109;
4:54; 48:15; 113:5-2-) geçmektedir.
2 Bu kelime “görmezden gelmek”, “aldırmamak”, “vazgeçmek” gibi
anlamlara gelen “صَفَحَ” (safaha)
kökünden türemiştir. Bu kelime Kur’an’da 8 kez
geçer: 2:109; 5:13; 15:85; 24:22; 43:5, 89, 64:14.
110. Salatı (Allah’a yöneliş
duasını) da doğru ve istikrarlı
yapın, zekâtı da verin. Kendiniz için (salih
ameller, iyilikler, ahiret azığı vb) ne takdim ederseniz (yaparsanız,
hazırlarsanız), Allah’ın yanında onu bulursunuz. Şüphesiz ki Allah, bütün
yaptıklarınızı görendir.
111. Ve dediler ki: “Yahudi ya da Nasrani (Mesihi)
olanlardan başkası asla cennete giremez.”1 İşte bu, onların temennisidir1
(arzusudur). De ki: “Sadıksanız (doğruysanız, dürüstseniz),
delilinizi getirin!”
1 Benzer iddianın bir kesim Müslimlerce tekrar
edilmesi de hayret vericidir. Oysa Yüce Allah, 4:123 ayetinde “Bu ne sizin ne
de Ehl-i Kitap’ın kuruntularıdır. Kim bir kötülük yaparsa ona karşılığı verilir
ve kendisi için Allah’tan başka ne bir veli ne de bir yardımcı bulur.” şeklinde
buyurmaktadır. 2:62 ve 5:59 ayetlerinde de “İman edenler ve Yahudi olanlar ve
Sabiiler ve Nasaradan kim Allah ve ahiret günü ile iman ederse ve salih ameller
işlerse; Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler.” şeklinde
Allah’ın hükmü de yer alır.
2 Bu kelime, “Arzu etmek”, “temenni etmek” ve “ümit
etmek” anlamlarına gelen “م–ن–ى” (m–n–y) kökünden türemiştir. Kur’an’da bu
kökten türemiş toplam 17 kelime geçer:
2:78, 94, 95, 111; 3:143; 4:32, 119, 120, 123 (2 kez); 22:52 (2 kez); 28:82;
53:24; 57:14; 62:6, 7.
112. Hayır! Kim muhsin olur
(Allah rızası için karşılıksız iyilik yapar) ve yüzünü (benliğini)
Allah’a teslim ederse,1 o zaman onun ecri (yaptıklarının
karşılığı) Rabbinin yanındadır. Onlar için korku yoktur. Onlar hüzünlenmeyecekler de.
1 Bu ifade, Arapça’da insanın bütün kişiliğini
yahut bütün benliğini teslim etmek anlamında kullanılır. Bu ifade Kur’an’da 3
defa (2:112, 4:125, 31:22) geçmektedir.
113. Yahudiler dedi ki: “Hristiyanlar hiçbir şey üzerinde (doğru bir inanç üzere) değildir.” Hristiyanlar
da dedi ki: “Yahudiler, hiçbir şey üzerinde değildir.”1 Oysa
onlar Kitabı tilavet2 ediyorlar (okuyup
aktarıyorlar).3 Bilmeyen
kimseler de onların söylediklerinin benzerini söylediler. O hâlde Allah, onların
ayrılığa düştükleri şey hakkında Kıyamet4 Günü aralarında hüküm verir.5
1 Yahudi ve Nasranilerin birbirlerini “doğru,
sağlam ve geçerli bir inanca sahip değildirler.” şeklinde suçladıkları
görülmektedir.
2 “Tilavet” kelimesi Arapça “تلاوة”
(tilâveh) kökünden gelir ve bu kelime “okumak, uymak, takip etmek, izlemek”
anlamlarını içerir.
3 Ayette yer alan “onlar da kitabı okuyorlar”
ifadesi, Tevrat ve İncil’in değişmediğini ve Nebimiz Muhammed’in zamanında hak
(doğru, gerçek) olan Tevrat ve İncil’i okuduklarını, bu iki kitabın ellerinde
bulunduğunu göstermektedir.
4 Kıyamet günü, yeniden diriliş ve hesap günüdür.
5 Benzer mesajlar: 10:93; 16:124; 32:25; 45:17.
114. Allah’ın mescitlerinde O’nun adının zikredilmesine
(anılmasına, hatırda
tutulmasına) engel olandan1 ve onların harap2
olması için gayret edenden3 daha zalim kim olabilir? İşte onların
oraya korku içinde girmesi gerekir. Onlar için dünyada rezillik vardır,
ahirette de azîm (muazzam) bir azap vardır.
1 “مَنُوعاًۙ”
(menû’ân) ifadesi, “engellemek, men etmek, bir şeyi başkalarına vermemek
veya ulaşmasını önlemek” gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 17 kez geçer:
2:114; 4:141; 7:12; 9:54; 12:63; 17:69; 17:94; 18:55; 20:92; 21:43; 38:75;
50:25; 56:33; 59:2; 68:12; 70:21; 107:7.
2 “خَرَاب”
(khârab) kelimesi, “harabe”, “terkedilmiş”, “kullanılmaz hale gelmiş
yer” anlamına gelir. Bu kelime Kur’an’da 2 kez geçer: 2:114; 59:2.
3 “سَعْي”
(sa’y), “çaba, gayret, çalışma, koşmak, hızla hareket etme” anlamlarına gelir.
115. Doğu1 da batı da Allah’ındır.
O hâlde nereye dönerseniz, Allah’ın yüzü (rızası) oradadır.2 Şüphesiz ki Allah, Vâsi’dir3,
Alim’dir (her şeyi kuşatandır; her şeyi bilendir).
1 “شرق” (şark) “doğmak” veya “doğu” anlamındadır. Özellikle
güneşin doğması ile ilişkilidir ve “ışık, aydınlanma, güneşin doğuşu” gibi
kavramlarla bağlantılıdır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 17 kez
geçer: 2:115, 142, 177, 258; 7:137; 15:73; 19:16; 24:25; 26:28, 60; 37:5;
38:18; 39:69; 43:38; 55:17; 70:40; 73:9.
2
Yani Allah, Doğu ve Batı
gibi belirli bir yöne bağlı değildir; O, bütün yönlerin ve her yerin sahibidir.
İbadet için belli bir yönün belirlenmiş olması, Allah’ın sadece o yönde
bulunduğu anlamına gelmez. Bunun için neden belirli bir yönün diğerine tercih
edilip seçildiği veya önceleri belli bir yöne dönülürken, sonradan neden başka
bir yön ve başka bir yerin belirlendiği konusunda tartışmaya girmeye hiç gerek yoktur. Bu
ayetle; doğru bir niyetle ve salih ameller
(doğru, yapıcı, erdemli fiiller) işlendiği müddetçe, meşru sınırlar içerisinde
her ne şekilde yapılırsa yapılsın, Allah’ın rızasının orada olduğu mesajı da
verilmektedir.
3 “وَٰسِعٌ” (vâsi’un) sözcüğü, “geniş olan, kuşatıcı olan,
kapsayıcı olan” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 32
kez geçer: 2:115, 233, 236, 247 (2 kez), 255, 261, 268, 286; 3:73; 4:97, 100,
130 (2 kez); 5:54; 6:80, 147, 152; 7:42, 89, 156; 20:98; 23:62; 24:22, 32;
29:56; 39:10; 40:7; 51:47; 53:32; 65:7 (2 kez).
116. “Allah, evlat1 edindi” de dediler. O, Sûbhân’dır (her türlü noksandan münezzehtir).
Hayır! Göklerde (7 evrende) ve yerde ne varsa O’nundur. Hepsi O’na boyun eğmiştir.
1
Evlat; doğmuş bir oğul
demektir. Allah evlat edindi” ifadesi ile doğmuş bir oğul sahiplendi veya
doğmuş bir oğlu var.” anlamlarına gelir.
117. Göklerin (7 evrenin) ve yerin Bedi’idir.1 (Allah), bir
şeye karar kıldıysa, bilin ki artık ona ‘Ol!’ der, o da oluverir.2
1 “Bedî”, Yüce Allah’ın bir sıfatıdır; “eşsiz ve benzersiz güzellikte yoktan
var eden” anlamını gelmektedir. Benzer ayet: 6:101
2 “Kün fe yekûn” ifadesi ise; genellikle “Ol” (der); o da hemen oluverir”
şeklinde tercüme edilmektedir. Oysa burada hemen “olmaktan” değil, “oluşmaya
başlamaktan” söz edilmektedir ki geniş zaman anlamı veren yekûnu kalıbı da bunu
gerektirmektedir. Ayette yer alan fe yekûnu ifadesindeki fe edatı da oluşumun
hemen başladığını gösteren bir anlam katkısı sunmaktadır. Allah her şeyi bir
ölçüye göre yarattığından (54:49) o emirle, aynı zamanda bir oluşumun
başladığını da anlıyoruz. Mesela Allah, bir çocuğun olmasını murat ettiğinde
emri, döllenme öncesinde verir (76:1,2) ve çocuk oluşmaya başlar. Benzer
kullanımlar için bkz: 3:47, 59; 6:73; 16:40; 19:35; 36:82; 40:68.
118. Bilmeyen kimseler de dedi ki, “Allah
bizimle konuşmalıydı ya da bize bir ayet (mucize, kanıt) gelmeliydi! Öyle değil mi?”1
Öncekiler de bunların dediklerinin benzerini söylediler. Kalpleri birbirine
benzedi. Kesin olarak iman eden bir toplum için ayetleri elbette ki apaçık beyan
ettik.
1 “لَوْلَا”
(levlâ) ifadesi, Arapça’da şart, teşvik, kınama veya engel ifade eden bir
bağlaçtır ve kullanıldığı bağlama göre “Eğer olmasaydı”, “Neden...
değil?”, “Niçin... yapmıyorsun?”, “gerekmez miydi”, “Keşke...” veya “İyi ki...”
gibi farklı anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 38 kez geçer: 2:118; 4:77; 5:8,
63; 6:8, 32; 7:43, 203; 8:68; 10:20; 11:12; 12:24, 94; 13:7, 27; 18:15; 20:133,
134; 24:12, 13; 25:7, 21, 32, 42, 77; 27:46; 28:10, 47, 48, 82; 29:50; 34:31;
41:44; 43:31; 47:20; 63:10; 68:28, 49.
119. Gerçekten de Biz seni hak (bir
amaç) ile bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Cahim1
ehlinden ise sen sorumlu değilsin.
1 ‘Cahim’ sözcüğü, Kur’an’da 26 yerde geçer ve
cehennem için kullanılan yedi isim (cehennem, cahîm, hâviye, saîr, lezâ, sakar,
hutame) içinde cehennemden sonra en çok kullanılan isimdir. Cahim ile ilgili
açıklama 12:6 ayetinde yer alır. Cahim (cehennem, ateş) ehli (halkı) anlamına
gelen “ashabil cahim” ifadesi de Kur’an’da 4 ayette geçer: 2:119; 5:86;
9:113; 57:19.
120. Onların milletine (dinlerine)
tabi olmadığın müddetçe, Yahudiler de Nasara da senden razı olmazlar. De ki:
“Şüphesiz ki Allah’ın hidayeti (kılavuzluğu) yol gösteren bir hidayettir.”
Eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına
uyarsan, senin için Allah’tan başka bir veli1 (dost, rehber,
koruyup gözeten) de bir yardımcı da yoktur!
1 Gelenekçi Müslümanların çoğu, “veli”
kelimesinin çoğulu olan “evliya” sözcüğüne “dost” anlamı
vermektedir. Ancak bu sözcük, etik anlamıyla sadece “dost” anlamına gelmez; sosyal
ve siyasal bağlamda “dost, rehber, koruyup gözeten” gibi
anlamlara
gelmektedir.
Kur’an’ı
dikkatle incelediğimizde 113 ayette geçen “veli” teriminin şu anlamlarda
kullanıldığını görürüz:
ı- Bir kimse, ergin olmayan, aklı kemale
ermemiş, hukuki olarak aciz bırakılmış (mustazaf) hür ve kölenin koruma,
barınma ve bakımını üstlenen; bu konularda yetki ve tasarruf sahibi kişiye “veli”
denilmektedir. (2:282; 4:75; 17:33; 27:49; 33:5; 33:6; 41:34)
ıı- Bir kimse, bir başkasının gösterdiği
yola binaen amel eder, onun koyduğu kurallara, kanunlara ve adetlerine uyarsa,
o şahsı “veli” yani “dost, rehber, koruyup gözeten” edinmiş olur.
(4:45,119; 6:129; 16:63)
-
Evliya sözcüğünün “yönetme, koruma, gözetme” anlamında kullanıldığı ayetler: 2:257;
4:76, 89; 5:51; 9:23;
6:121; 7:3,
27, 30; 11:20, 113; 13:16; 17:97; 18:50; 19:45; 29:41; 39:3; 42:6; 46:32.
- Kafirler birbirlerinin ve şeytanın
evliyasıdır (3:175,8:73,45:19)
- Müminlerin
velisi Allah, resulü, melekler ve müminlerdir (2:257; 3:68; 3:122;
5:51; 5:55; 8:34,72; 9:71; 41:31; 45:19)
- Melekler, Allah’ı “veli” edinmektedirler:
25:18; 34:41.
- Müminler ve yöneticilerin, bazı sınıfları
evliya edinmesi yasaklanmıştır. Siyasi açıdan veli/evliya edinilmesi yasaklanan
sınıflar: Kafirler (4:139; 3:28);
Müşrikler
(5:81); Ehl-i Kitap’tan, Kur’an’ı alay ve oyun
konusu edinenler (5:57); Allah’ın
ve müminlerin düşmanları (60:1); Zalimler (11:113) ve 60:13
ayetinde belirtildiği gibi Allah’ın gazabına uğramış topluluklar. Onlar da
masum bir mümini kasten öldüren (4:93), savaştan kaçan (8:16) ve irtidat
edenlerdir (16:106).
Ancak bunları veli edinmemek, onlarla siyasi, sosyal
ve ticari ilişkileri kesmek anlamına gelmiyor. Bu tür ilişkiler Kur’an’da
yasaklanmamaktadır.
ııı-
Velinin bir anlamı da “bağıllık”
yani “varlığı başka bir şeyin varlığına bağlı olma durumu” demektir.
İnsanları ve cinleri Allah yaratmıştır, dolayısıyla onların varlığı Allah’a
bağlıdır. Allah onlar hakkında dilediği hükmü verir. Bu husus ile ilgili ayetler şunlardır:
Dünya ehli ile ilgili olanlar: 2:107;
7:155; 9:74; 9:116; 12:101; 13:37;
17:111; 18:17,
26; 29:22; 32:4;
33:17; 42:9,
28, 31; 48:22. Cennet ehli ile ilgili ayetler: 6:127). Cehennem
ehli ile ilgili ayetler; 4:123; 4:173; 6:51, 6:70; 33:65; 42:8, 44, 46; 44:41; 57:15.
ıv- İslam’ın yayılması için çalışan ve uğurda mücadele
edenleri Allah, “evliyaallah” Allah için yoldaş, gözetici, kılavuz olarak
nitelendirmektedir: 10:62-63;
61:14; 62:6)
v- Vali: Bir bölgenin veya toplumun
velayetini; yani yönetim, koruma, yardım ve gözetimini üstlenen kişiye denir.
Bu ifade Kur’an’da 2 yerde geçer ve ikisi de Allah için kullanılmıştır (13:11; 18:44).
vı- “Mevlâ” kelimesi Kur’an’da “Rab,
egemen (mâlik), efendi, koruyucu, nimet veren” anlamlarında kullanılmıştır ve
Kur’an’da 18 yerde geçer. Bunlardan 13 tanesi Allah için kullanılır [2:286; 3:150;
6:62; 8:40 (2 kez); 9:51; 10:30; 22:78 (2 kez); 47:11 (2 kez); 66:2, 4]; geri
kalan 5 tanesi de putperestlerin Allah’tan başka ilah edindikleri için olumsuz
anlamda bir yakıştırma kullanılmıştır [16:76; 22:13; 44:41 (2 kez); 57:15];
Mevlâ kelimesinin çoğulu olan ‘mevâlî’ sözcüğü ise; Kur’an’da 3 yerde
yakın, akraba (19:5, 33:5) ve 1 yerde de hak sahibi (4:33) manasında olmak
üzere 4 ayette zikredilmektedir.
Mevlâ kelimesi, Kur’an’da sadece Allah için
kullanılmaktadır. Ancak tasavvufçular, Kur’an’a aykırı olduğu hâlde kendi
önderlerine “Mevlâna” (Efendimiz, koruyucumuz) ifadesini
yakıştırmaktadır.
vıı- Bir yerin yöneticisi,
otorite sahibine “tevelli” denilmektedir. Tevelli/Mütevelli sözcüğünün geçtiği ayetler:
5:51,
56, 80; 6:14; 7:196; 9:23;
16:100; 22:4; 60:9;
60:13.
vııı- Bir kimse, bir başkasının kerametleri
olduğuna inanarak kendisinin dünyevi ihtiyaçlarını karşılayacağına veya
kendisini öbür dünyada kurtaracağına inanırsa, o şahsı “veli, evliya, mevla”
edinmiş olur, o da şirktir: 18:102; 22:13; 45:10.
121. Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler onu (Kur’an’ı) hak (doğru, gerçek) bir
tilavet (okuyup aktarma) ile tilavet
ediyorlar. İşte onlar, onunla (vahiy ile) iman ederler. Kim de onunla
küfrederse (onun ayetlerini bahane edip hakkı örterse), hüsrana
uğrayanlar işte onlardır.
122. Ey İsrailoğulları,
size nimet olarak verdirdiğim o nimetimi zikredin (hatırda
tutun, anın). Şüphesiz ki Ben, sizi alemler üzerinde faziletli (ayrıcalıklı,
üstün özellikli) kıldım.1
1 Burada İsrailoğullarının Allah’tan gelen Hakk’ı
sahiplenen tek kavim oldukları, bu nedenle diğer insanlara önder olmakla ve
insanları Allah’a boyun eğmeye ve İslam’a çağırmakla görevlendirildikleri dönem
kastedilmektedir. Bu ayet 2:47 ayetinde de tekrarlanmaktadır.
Ayrıca;
Her nebinin ümmeti, yaşadığı dönemin en üstün toplumu olur. Allah, şöyle
buyuruyor: “müminler iseniz, üstün olan sizsiniz.” (3:139) Benzer mesaj: 5:56; 28:35; 37:173; 58:21.
123. Bir güne karşı da takvalı (sakınan)
olun. (O gün) bir
nefis, başka bir nefsin yerine bir ceza (karşılık)
veremez! Ondan bir bedel de kabul
edilmez. Ona bir şefaat de fayda vermez.
Onlara yardım da edilmez!
1 Bu
ayet benzer sözcüklerle 2:48’te de tekrarlanmaktadır.
124. Bir zamanlar Rabbi (efendisi), İbrahim’i de kelimelerle sınamıştı. O da onları
tamamlamıştı (yerine
getirmişti). Dedi ki: ‘Şüphesiz ki Ben, seni insanlara bir imam1
(öncü, önder) kılacağım!’2 (İbrahim) Dedi ki: ‘Soyumdan da!’
Dedi ki: “Ahdim zalimlere ulaşmaz!”
1
“اِمَاماً” (imâmen) sözcüğü “öncülük eden”,
“önder” demektir. Bu ifade Kur’an’da 9 kez geçer: 2:124; 11:17; 17:71; 21:73;
25:74; 28:5, 41; 32:24; 46:12.
2 İbrahim Nebi’nin, insanlara önder kılınması,
Tevrat (Başlangıç, 12:1-3) ve İncil’de (Romalılar 4:16) de yer alır.
3 “يَنَالُ” (yenalu), “erişir, ulaşır, elde
eder” demektir. Bu ifade Kur’an’da 12 kez geçer: 2:124; 3:92; 5:94; 7:37, 49,
152; 9:74, 120 (2 kez); 22:37 (2 kez); 33:25.
125. Hani Beyt’i (Kâbe’yi)
de insanlar
için toplanma yeri ve güven yeri kılmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim’den
kendinize bir salat (dua,
ibadet) yeri edinin! İbrahim’e ve İsmail’e de “Evimi, tavaf edenler, itikafta
bulunanlar1
ve rükû edip secde edenler için arındırın2.” diye ahit yaptık.
1
Temel anlamı “Bir şeye sabit şekilde yönelmek, ona bağlanmak, ayrılmadan
durmak” olan “عكف” (ayn, kef, fe) kökünden türeyen “عَاكِف۪ينَ”
(‘akifiyn) kelimesi “itikafta bulunanlar, kendini bir yere adamış olanlar,
bir yere kapanıp duranlar” gibi anlamlara gelir. Bu kökten türemiş kelimeler
Kur’an’da 9 kez geçer: 2:125, 187; 7:138; 20:91, 97; 21:52; 22:25; 26:71;
48:25.
2 “Tahhir” sözcüğüne sadece “temizle, temiz tut”
anlamının verilmesi doğru değildir. Tahir; sadece fiziki değil, manevi bir
temizliği de ifade eder. Yani Kabe’nin sadece
silinip süpürülmesi anlamında değil; her türlü şirkten, çıkarcılıktan,
kötülükten ve yanlışlardan arındırmaktır. Benzer mesaj: 22:26
126. Hani İbrahim de demişti ki: “Rabbim! Bu şehri güvenli kıl! Halkından, Allah
ve ahiret günü ile iman eden kimseleri de ürünlerle rızıklandır.” Dedi ki: “Kim
de küfrederse, o zaman onu az bir süre (dünyalık
şeylerle) geçindiririm. Sonra onu cehennem azabında sıkıntı içinde1
bırakırım! Ne kötü bir varış yeridir.”
1 Bu ifade, temel anlamı “Zarar vermek,
sıkıntıya sokmak, darlık içinde bırakmak” olan “ض
- ر – ر” (ḍ, r, r) kökünden türemiştir. Bu kökten türemiş kelimeler
Kur’an’da 71 kez geçer: 2:102 (2 kez), 126, 173, 177, 214, 231, 233, 282;
3:111, 120, 134, 144, 176, 177; 4:12, 95, 113; 5:3, 42, 76, 105; 6:42, 71, 119,
145; 7:94, 95, 188; 9:39, 107; 10:12 (3 kez), 18, 21, 49, 106, 107; 11:10, 57;
12:88; 13:16; 16:53, 54, 115; 17:56, 67; 20:89; 21:66, 83, 84; 22:12, 13;
23:75; 25:3, 55; 26:78; 27;62; 30:33; 31:24; 34:42; 36:23; 39:8, 38, 49; 41:50;
47:32; 48:11; 58:10; 65:6; 72:21.
127. Hani İbrahim de İsmail ile birlikte beytin (Kabe’nin) kaidelerini yükselmişti (Dedi
ki); “Rabbimiz! Bizden kabul et. Şüphesiz ki Sen semi’ul-alîm’sin
(Her şeyi bilip işitensin).1
3:96’da belirtildiği üzere, insanlık için ilk inşa
edilen Kâbe’nin yeri çeşitli olaylar veya felaketler sebebiyle kaybolmuştu. 22:26’da
ifade edildiği üzere Yüce Allah Kâbe’nin yerini İbrahim’e bildirmişti. Bunun
sonrasında Yüce Allah işte beytin yerini İbrahim’e göstermiş, bildirmiş,
yorumunu yapmakta olduğumuz ayette de belirtildiği gibi o da oğlu İsmail’le
birlikte Kâbe’nin temellerini yükseltmişti. Olayda İsmail’in de bulunması daha
önce İbrahim’in, Hacer ile birlikte onları Kâbe’nin yanına yerleştirmesinin bir
sonucudur.
128. Rabbimiz! Bizi,
Sana Teslim Olanlardan (Müslimlerden) kıl. Soyumuzdan
da Sana teslim olan bir ümmet (çıkar). Menseklerimizi (yapmamız
gerekenleri)1 de bize göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz ki Sen Tevvâbur-Rahîm’sin (Af
dileyen kuluna tekrar yönelensin, Merhametlisin).
1 Nusuk: Gümüşün eritilip kalıba dökülmesi, gübreleme
anlamına gelmektedir. Gümüşten kalıba dökülen her parçaya “nesîke”
denir. Bu kelimenin müfredi olan, “en-nesike”
Arap dilinde Allah rızası için “boğazlamak, kurban etmek ve ibadet etmek”
manalarını ifade etmektedir. Nefsini günah kirlerinden temizleyip ibadete
veren kişiye de “nâsik” denilmektedir.
N-s-k kökü ve türevleri ile Kur’an’da 7 defa [2:128, 196, 200; 6:162; 22:34, 67(2 kez)] geçmektedir.
Mensek: Kurban kesme, kurban kesim yeri ve vakti, hac
yerleri, ibadet yeri ve zamanı ile dini ibadetler (ritüeller) anlamlarına
gelir.
Mensekin çoğulu olan Menâsik (Mensekler) ise:
Hac ve Kurban ilgili uygulamalar (kurallar, ritüeller) ve mekanları, kurban ve
kesim yerleri, ibadet yerleri şeklinde açıklamaktadır.
Bu nedenle de “Nusuk” kelimesine kısaca bir iş ile
ilgili olarak “yapılması gerekenler” şeklinde bir anlam verilebileceği
kanaati oluşmaktadır Çünkü nusuk, önceden belirlenmiş hareketlerden oluşur.
Örneğin;
Salatın (Yönelme duasının) nusuku: Yönelme duası
vakitleri, vudu (abdest), kıyam, rüku, secdedir.
Vudunun (abdestin) nusuku: Elleri, kolları ve
yüzü su ile yıkamak, başı ve ayakları mesh etmektir (veya ayakları yıkamaktır).
Guslün (boy abdestinin) nusuku: Tüm vücudu su
ile yıkamaktır.
Haccın nusuku: 4 Haram ay (Hicri 12, 1, 2 ve 3.
Aylar) içinde hac yapmak, ihrama girmek, tavaf etmek, kurban kesmek ve Arafat’ta
vakfeye durmaktır.
N-s-k kökü ve türevleri ile Kur’an’da 7 kez geçer:
2:128, 196, 200; 6:162; 22:34, 67(2 kez)]
1- Rabbimiz! Bizi, Sana teslim olanlardan kıl,
bizim soyumuzdan da Sana teslim olan bir ümmet çıkar. Bize, menseklerimizi (yapmamız
gerekenleri) göster ve tevbemizi kabul et…” (Bakara, 2:128)
2- “Allah için haccı ve umreyi de tam yapın.
(Düşman, hastalık ve benzeri nedenlerle) engellenirseniz, hediyeden kolayınıza
geleni... Hediye yerine varıncaya kadar
da başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden hasta olan ya da başından bir rahatsızlığı
olan varsa (ve tıraş olmak zorunda kalırsa), sâvmdan (oruçtan) veya sadakadan
veya nusuktan (yapılması gerekenlerden) fidye (bedel versin) ...”
(Bakara, 2:196)
3- “Hac menseklerinizi
(hacda yapılması gerekenleri) bitirince atalarınızı zikrettiğiniz gibi, hatta
daha güçlü bir şekilde Allah’ı zikredin (anın)…” (Bakara, 2:200)
4- “De
ki: “Benim salatım (Yönelme duam, desteğim) ve nusukum (Allah’ın benden
yapmamı istedikleri) ve hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En’am, 6:162)
5- “Rızık olarak verilen hayvanların üzerine Allah’ın
adını anmaları için bütün ümmetlere mensek (yapmaları gereken dini
ritüeller) tayin ettik…” (Hac, 22:34)
6- “Biz, her ümmet için bir mensek (yapmaları
gereken dini ritüeller) belirledik. Herkes kendi mensekini sürdürür…”
(Hac, 22:67)
129. Rabbimiz! İçlerinden senin ayetlerini onlara
tilavet edecek (okuyup aktaracak), Kitabı ve hikmeti1
(ilim ve akıl ile hakikati -gerçeği- bulma
yeteneğini) de onlara öğretecek ve onları arındıracak bir resul de gönder.2
Şüphesiz
ki Sen Azizul-Hakîm’sin
(Mutlak Güç Sahibisin; Hikmetle Hükmedensin).”
1 Arapça “h-k-m” kökünden türeyen “Hikmet”
kavramı, köken itibarı ile İbranice “חָכְמָ֤ה” hokhmah ya da Süryanice “hekhmeth”
sözcüğünden geldiği ve sonradan Arapçaya “الحكمة” hikma şeklinde geçtiği
düşünülmektedir. Hikmet; “derin ve yararlı bilgi”, “manayı idrak etmek (bilmek,
anlamak, kavramak)”, “yargıda bulunma (hüküm verme) kabiliyeti”, “ustalık” ve “bilgelik”
anlamlarına gelir.
Bu ifade Kur’an’da 20 kez geçer: 2:129, 151, 231, 251, 269 (2 kez); 3:48, 81,
164; 4:54, 113; 5:110; 16:125; 17:39; 31:12; 33:34; 38:20; 43:63; 54:5;
62:2;
2 Elçilerin görevleri ile ilgili benzer ayetler: 2:151;
3:164; 62:2
130. Nefsini (kendinden
olan canları) sefih (akılsız) kılan kimse hariç, kim İbrahim’in
milletine (dinine) yönelirse,1 andolsun ki onu bu dünyada
seçkin kıldık. Şüphesiz ki o, ahirette de salihlerdendir.
1 “فَارْغَبْ” (fārğab) kelimesi, “iste”
veya “arzu et” anlamına gelir. Bu fiil, “رَغَبَ” (rağaba) kökünden
türetilmiştir ve genellikle bir şeyin peşinden koşmak, bir şeyi istemek veya
ona yönelmek anlamında kullanılır.
131. Hani Rabbi ona “İslam (teslim) ol” demişti. Dedi ki: “Âlemlerin Rabbine
teslim oldum.” 1
1 İbrahim’in bu cevabı, bir Müslimin duruşunun nasıl
olması gerektiğini öğretmeyi amaçlamaktadır.
132. İbrahim bunu çocuklarına da vasiyet etti. (Torunu) Yakub da: “Ey oğullarım! Şüphesiz ki
Allah, bu dini1 sizin için seçti. O hâlde sakın başka türlü
ölmeyin, ancak Müslimler (Teslim Olanlar) olarak (ölün)!”
1 “دين” (diyn) kelimesinin, Arapça’da “itaat”
ve ceza (karşılık)” (el-Müfredât, “dyn” md.). veya “hesap, İslâm”
(Lisânü’l-ʿArab, “dyn” md.) anlamına geldiği belirtilir. Ârâmî-İbrânî dilinde
de “דִּין” (dîn) ifadesi var ve “Yargı, hüküm, dava, adalet” anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla da üç dildeki
"dīn" kelimesi aynı kökünden gelir ve ortak olarak "hüküm,
adalet, karşılık, hesap, yargı" anlamlarına sahiptir.
133. Yoksa siz, Yakub’a
ölüm gelip çattığı
vakit ona tanık mı oldunuz? Hani oğullarına
“Benden sonra neye kulluk (hizmet)
edeceksiniz?” demişti. “Senin ilahına (Yücen Olana) ve ataların İbrahim,
İsmail ve İshak’ın ilahına, Bir ve tek olan ilaha kulluk edeceğiz. Biz de O’na Teslim
(Müslim) olanlarız.” dediler.
134. Onlar bir ümmetti (topluluktu).
Elbette ki gelip geçti. (O topluluk), her ne kazandıysa onundur. Siz
de her ne kazandıysanız sizindir! Onların yapmış olduklarından da
sorgulanmazsınız.1
1 Yani,
“Siz onların torunları olmanıza rağmen, onlarla aranızda gerçek bir bağ yoktur.
Onların yolundan saptıktan sonra, onlarla aranızda bir bağ olduğunu iddia
etmeye hakkınız da yoktur. Allah size atalarınızın ne yaptığını değil,
kendinizin ne yaptığını soracaktır.” Bizim “amel ve iş” dediğimiz şeyler, Kur’an’a
göre, bizim kazançlarımızdır. Çünkü her hareket, her iş, ya iyi ya da kötü bir
sonuç doğurur. Yaptığımız iş iyi ise, Allah bizden razı olacak ve bize bunun
karşılığı olan mükâfatı verecektir. Yaptığımız iş kötü ise, Allah buna denk
gelen cezayı bize verecektir. Kur’an sonuçlarının ciddiyetine dikkat çekmek
için yapılan iş ve hareketleri kazanç olarak niteliyor. Bu
ayet, 2:141’de de tekrarlanmaktadır.
135. Ve dediler ki: “Yahudi ya da Nasrani olun ki hidayet (kılavuzluk) edilesiniz.” De ki: “Hayır! İbrahim’in hanif milletine (uyarız).1 O,
müşriklerden de olmadı.”
1 "Hanîf"
kavramı, Kur’an’da hem putperestliğe hem de ilahi kitaplara mensup
toplulukların bozulmuş inançlarına karşıt olarak, tevhid inancını ifade etmek
için kullanılır. “Hanif” kavramı, Kur’an’da 12 yerde geçer. 9 yerde de Hanif
olmanın müşrik olmanın zıttı olduğu görülmektedir (2:135; 3:67, 95;
6:79; 161; 10:105; 16:120, 123; 22:31). 8 sekiz yerde İbrâhim’in imanı
ifade edilmektedir (2:135; 3:67, 95; 4:125; 6:79, 161; 16:120, 123). Bu 8 yerin
5’inde aynı zamanda din manasına gelen “millet” kelimesi yer almakta, bir yerde
de bizzat İbrâhim kendini hanîf diye nitelemektedir (6:79). Ayrıca Yüce
Allah, 3:67’de İbrahim’i “hanif bir Müslim (Teslim Olan)” olarak
nitelendirmektedir. 2 yerde de çoğul şekilde “hunefâ” (22:31; 98:5)
geçmektedir. 30:30 ayetinde de Nebimiz Muhammed’e “Sen, hanif olarak dine,
insanları üzerinde yaratmış olduğu Allah’ın fıtratına yüzünü çevir. Allah’ın
yaratmasında değişme olmaz. Kayyum (ayakta tutan, koruyup gözeten) olan din
budur, velakin insanların çoğu bilmezler.” şeklinde hitap edilmektedir.
İslam, bir özel isim değildir. Adem’den itibaren tüm
elçiler ve onların mesajını onaylayanlar, kendilerini tanımlamak için İslam ve Müslim
(Teslim Olan) kelimelerinin kendi dillerindeki karşılıklarını kullanmışlardır (2:131;
3:95; 6:161; 7:126; 10:72; 27:31, 32; 28:53). Allah’ın yanında tek makbul din
İslam’dır, yani Allah’a teslimiyettir, barışseverliktir. Kur’an
tekrarla Teslimiyetin İbrahim’in dini olduğunu bizlere bildirir (3:95, 4:125,
6:161, 22:78).
İbrahim, salat (Allah’a yöneliş duası), zekât, sâvm (oruç) ve haccı öğretti (22:78).
İbrahim’in hanif (Şirk koşmaksızın Allah’a yönelmiş olan) dinini takip
etmesi istenen Muhammed’e de (16:123) Kur’an’ı iletildi. Benzer mesajlar: 3:95;
4:125; 6:79, 161; 16:123; 22:78.
Teslimiyetin üçüncü resulü ise dinin gerçeklik kanıtını iletti (Bkz: 3:81 ve
Reşat Halife Ek 1, 2, 24 ve 26)
136. Deyin ki: “Bizler, Allah ile ve bize indirilen
ile ve İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve sonraki nesillere indirilen
ile ve Musa’ya ve İsa’ya ve diğer nebilere Rablerinden verilenlerle
(vahiy kitaplarıyla) iman ettik. Onların
(o kitapların) arasından hiçbirine
ayırım yapmayız.2 Ve bizler O’na (Allah’a) Teslim
Olanlarız.”
Bu ayette Yüce Allah, Müminlerden, Muhammed
Nebi’ye verilen Kur’an ile birlikte diğer nebilere verilen Tevrat ve İncil’e de
‘iman ettik’ demelerini ve söz konusu ‘kitaplar arasında ayırım
yapmayız’ demelerini emrediyor. Bu mesaj 3:84 ayetinde de yer almaktadır.
Tevrat (Eski Ahit), 39 kitaptan oluşmaktadır.
Tevrat’ın ilk 5 kitabı Musa Nebi’ye indirildi. Bu ilk 5 kitaba da “Tora”
denilmektedir. Bunlarda ilk önce Âdem, Nuh, İbrahim, İshak, Yakup ve Yusuf
Nebi’nin kıssaları anlatır. Sonra da Musa, Harun ve Meryem Nebi’den söz edilir.
nin yaptıkları anlatılır. Diğer 34 Kitap ise Yeşu, Ezra, Nehemya, Ester, Eyüp,
Süleyman, Davud, Yeşeya (İsa), Yeremya, Hezekiel, Daniel, Hoşea, Yoel, Amos,
Ovadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Sefanya, Hagay, Zekeriya, Malaki gibi
farklı nebilere indirilmiştir.
İncil (Yeni Ahit) de 27 kitaptan oluşmaktadır.
İlk 4 kitabı (Matta, Markos, Luka, Yuhanna İncilleri) İsa Nebi’nin sözlerini ve
yaptıklarını anlatır. Diğer kitaplar ise nebiler (Matta, Yuhanna, Luka, Markos,
Pavlus, Petrus, Yakup, Yahuda) tarafından yazılmıştır.
Kur’an (Son Ahit) ise Sadece Muhammed Nebi’ye
indirilmiş olan kitaptır.
137. O
hâlde sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, o zaman hidayet bulmuş olurlar.
Eğer dönerlerse, bil ki artık ayrılık1 içindedirler.2 O zaman onlara karşı
Allah sana yeter. O,
Semîul Alîm’dir (Her şeyi işitip bilendir).
1 Bu
kelime, temel anlamı “yarmak, çatlatmak, bölmek, ayırmak, parçalamak” olan “ش ق
ق” (şin kâf, kâf) kökünden türemiştir. Kur’an’da bu kökten türemiş 28 kelime
bulunur: 2:74, 137, 176; 4:35, 115; 8:13 (2 kez); 9:42; 11:89; 13:34; 16:7, 27;
19:90; 22:53; 25:25; 28:27; 38:2; 41:52; 47:32; 50:44; 54:1; 55:37; 59:4 (2
kez); 69:16; 80:26 (2 kez); 84:1.
2 Yüce Allah, 2:104 ayetinden itibaren ele aldığı
konular bağlamında Medine ve civarındaki Ehl-i Kitabın kendi yanlış inanışları
ve Müslimlere karşı olumsuz tutumlarını ele aldıktan sonra, kurtuluşun onların
dediği ve inandığı gibi değil de Müslimlerinki gibi olması gerektiğini işte bu
ayette hükme bağlamaktadır. Onların inançlarında dönüştürdükleri türden milli
veya ırkî bir kabulün değil, evrensel anlamda bütün elçilerin ulaştırdığı ilahi
öğretilere inanmanın gerekliliği ortaya konulmakta, son nebi Muhammed’in tebliğ
ettiği esasları benimsemenin kurtuluş için vazgeçilmez olduğu özellikle ifade
edilmektedir.
138. Allah’ın boyası! Boyası
Allah’ınkinden ahsen (daha güzel, daha iyi, daha hoş) olan da
kimdir? Bizler de O’na kulluk edenleriz.
1 "صِبْغ" (sibğ)
kelimesinin gerçek anlamı “boya, renk veren şey” demektir. Bu kelime Kur’an’da
3 kez geçer: 2:138 (2 kez); 23:20.
139. De ki: “Allah
hakkında delil sunarak bizimle mi iddialaşıyorsunuz?1 Halbuki O, bizim de Rabbimizdir, sizin de
Rabbinizdir! Bizim amellerimiz (işlediğimiz fiiller)
bizedir; sizin amelleriniz de sizedir. Ve bizler O’na muhlis (gönülden bağlanmış)
olanlarız!”
1 “حاجّ” (hâcce) kelimesi “delil sunarak iddialaşmak”
veya “delille karşılık vermek” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 13 kez geçer:
2:76, 139, 258; 3:20, 61, 65, 66, 73; 6:80 (2 kez); 40:47; 42:15, 16.
140. ‘Şüphesiz ki İbrahim de İsmail de İshak da Yakub da onların soyundan gelenler de Yahudi
yada Nasara (Mesihi)
idi!’ mi diyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı? Allah’tan gelen bir tanıklığı (kanıtı) gizleyenden1 daha
zalim kim olabilir?2 Allah
da yaptıklarınızdan gafil (habersiz)
değildir.”
1 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak”
anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146,
159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110;
24:29; 40:28.
2 Benzer mesajlar: 2:159-162, 174-175, 283; 3:187.
141. Onlar bir ümmetti (topluluktu).
Elbette ki gelip geçti. (O topluluk), her ne kazandıysa onundur. Siz
de her ne kazandıysanız sizindir! Onların yapmış olduklarından da
sorgulanmazsınız.2
2 Bu ayet, 2:134 ayetinde de tekrarlanmaktadır.
142. İnsanlardan olan bazı akılsızlar1 diyecekler ki: “Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları (Müslimleri) döndüren nedir?”2 De
ki: “Doğu da Batı da Allah’ındır. İstediği kimseyi sırat-ı müstakime3 hidayet eder (yönlendirir).”
1
Sefih ile ilgili
açıklama 4:5 ayetinde yer alır.
2 Kıble,
birinin Allah’a yöneliş duası esnasında yüzünü çevirdiği yöndür. Cebrail
Muhammed’e Mekke (Kabe) yerine Yeruşalim’de (Kudüs’te)
bulunan Beyt-i Makdis’e yüzünü çevirmesi emrini
ilettiğinde, ikiyüzlüler ifşa olmuştu. Araplar, Kâbe’nin “Kıbleleri” olması
yönünde son derece ön yargılıydılar. Sadece gerçek imanlılar ön yargılarını
aşabildi; onlar Resul’e seve seve itaat ettiler.
Kudüs’ün gerçek adı
Tevrat’ta “Jebus” (Yeşu, 15/8; I. Tarihler, 11/4), “Hakikat Şehri”
(Zekerya, 8/3), “Oholiba” (Hezekiel, 23/1), “Sion” (II. Samuel,
5/5) “Davud Şehri” (İşaya, 1/27 vd. ;2/3-26; 10/24; II. Samuel, 5/5) ve “Salem”
(Barış) (Başlangıç (Tekvin), 14/8) şeklinde geçmektedir Eski İbrani paralarında
ve ilk İslam kaynaklarında da şehir “Yeruşalim” (Barış Şehri) olarak
anılmıştır. Şehir, Romalıların işgali altında kaldığı ilk 2 asırda “Ælia”
(Iliya) olarak anıldı. Fakat İmparator Konstantin döneminde Urışalim ismi
yeniden kullanılmaya başlandı.
İslam’ın ilk
asırlarında şehir “Medînetü Beyti’l-Mukaddes” (Kutsal Evin Şehri) ve “Beytü’l
Makdis” olarak anılmaya başlandı. Memluklular döneminde de “El-Kuds”
(Kutsal) ya da “el-Kudsu’ş-Şerif” olarak anıldı. “Kudüs” ismi ise,
ancak XI. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanıyor. (Kudüs Ve Tarih İçinde Aldığı İsimler, F.Ü.
Sosyal Bilimler Dergisi 2001,11)
3 “Sırat-ı Müstakim” (dosdoğru olan yol) ifadesi Kur’an’da 32
kez geçer: 1:6; 2:142, 213; 3:51, 101; 4:68, 175; 5:16, 6:39, 87, 126, 153,
161; 7:16; 10:25; 11:56; 15:41; 16:76, 121; 19:36; 22:54; 23:73; 24;46; 36:4,
61; 37:118; 42:52; 43:43, 61, 64; 48:2, 20; 67:22.
143. Böylece sizi de vasat1 (en hayırlı, en üstün)
bir ümmet kıldık, insanlara karşı tanık olmanız, Resul’ün de size tanık olması
için. Resul’e tabi olanlardan kimlerin ökçeleri üzerinde geri döneneceğini
bilelim diye de üzerinde olduğunuz şeyi kıble kıldık.1 Allah’ın hidayete
erdirdiklerinden başkasına bu büyük gelir (Müşrikler için ağır gelir). Allah da sizin imanınızı zayi
edecek değildir. Şüphesiz ki Allah, insanlar için Rauf’tur2 (Çok
Şefkatlidir), Rahîm’dir (Merhametlidir).
1 Geleneksel
tefsirlerde “vasat” kelimesi genellikle “orta” olarak yorumlanmaktadır. Ancak, “وسط”
(vesat) kelimesi, aslında “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” ya
da “orta” anlamına gelir. Bu kelime, Arapça’da bazen “hayırlı, yararlı, üstün”
gibi daha geniş anlamlarda da kullanılır. Bu nedenle, “وُسْطٰى” (vusta)
kelimesi sadece “orta” değil, aynı zamanda “en üstün, en yararlı ve en hayırlı”
anlamlarını da içerebilir. Kur’an’da “وسط” (vest) sözcüğünden türemiş 5 sözcük
geçmektedir: 2:143, 238; 5:89; 68:28; 100:5.
Bu ifadeden, Muhammed Nebi’nin önceleri
Yeruşalim’deki (Kudüs’teki) Beytü’l-Makdis’e doğru yönelerek salat (Allah’a
yöneliş duasını) ettiğini öğreniyoruz.
2 Rauf, “Çok
şefkatli, çok merhametli, yumuşak huylu, esirgeyen” demektir. Aynı kökten
türemiş kelimeler Kur’an’da 12 kez geçer: 2:143, 207; 3:30; 9:117; 16:7, 47;
22:65; 24:2, 20; 57:9, 27; 59:10.
144. Yüzünü göğe çevirip durduğunu1 elbette ki görüyoruz! Bu nedenle razı olacağın
kıbleye seni çevireceğiz.2 O hâlde yüzünü Mescid-i
Haram’a3 çevir!2 Ve nerede olursanız olun yüzlerinizi o yöne çevirin. Kendilerine kitap verilen kimseler de bunun
Rablerinden bir hak olduğunu elbette ki bilirler. Allah da onların
yaptıklarından gafil (habersiz) değildir.4
1 “تَقَلُّبَ” (tekallub) sözcüğü, “fikir değiştirmek, dönüp
durmak, gidip gelmek” anlamlarına gelir.
2 “فَوَلِّ” (fevelli) kelimesi “çevir!”, “yönelt!”, “döndür!”
anlamına gelir. Kur’an’da aynı kökten türemiş
97 kelime geçer: 2:64, 83, 115, 137, 142, 144 (3 kez), 148, 149, 150 (2 kez),
177, 205, 246; 3:20, 23, 32, 63, 64, 82, 111, 155; 4:80, 89, 115 (2 kez); 5:43,
49, 92; 6:129; 7:79, 93; 8:15, 16, 20, 23, 40; 9:3, 25, 50, 57, 74, 76, 92;
10:72; 11:3, 52, 57; 12:84; 16:82; 17:46; 18:18; 20:48, 60; 21:57, 109; 22:4;
24:47, 54; 27:10, 28, 80; 28:24, 31; 30:52; 31:7; 33:15; 37:90, 174, 178;
40:33; 44:14; 46:29; 47:22, 38; 48:16 (2 kez), 17, 22; 51:39, 54; 53:29, 33;
54:6, 45; 57:24; 59:12; 60:6; 64:6, 12; 70:17; 75:32; 80:1; 88:23; 92:16;
96:13.
3 “حَرَام”
(haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da
nesneler için kullanılmaktadır. Kur’an’da haram kılınmış olan hususlar
şunlardır:
ı- Ölü (leş), akıtılmış
kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına ilan edilenler (sunu, adak, ziyafet
gibi ikramlar): 16:115, 116.
ıı- Müminlerin zani (zina eden erkek), zaniye
(zina eden kadın) ile evlenmek: 24:3.
ııı- Mescidi Haram’a
müşriklerin girmesi (9:28), o bölgede
savaşmak (2:191), orayı ziyaret edenleri engellemek (22:25; 48:25), o
bölgede olanlara zarar vermek veya zulmetmek (22:25; 29:67), oraya gönderilen
hediyeleri (hayvan veya yiyecek sunularını) engellemek (48:25) ve ihramlıyken o bölgede avlanmak (5:95).
ıv- Haram Aylarda
savaşmak: 9:5, 36, 37: 2:191.
v- Masum bir canı haksız yere katletmek: 3:21, 22; 6:151; 17:33; 25:68.
4 İlk kıble Kabe’dir. Kıble, Davud Nebi zamanında Yeruşalim’deki Beyt-i Makdis’e çevrilmiştir.
(2. Samuel, 24:16-25)
145. Kendilerine Kitap verilenlere tüm ayetleri (kanıtları)
versen de senin kıblene uyacak değildirler. Sen de onların kıblesine uyacak
değilsin. Onların bir bölümü de diğerlerinin kıblesine uymaz.1
Sana gelen ilimden sonra onların hevalarına (arzu ve isteklerine) uyarsan,
şüphesiz ki artık zalimlerden olursun.
1 Yahudilerin Kıblesi,
Kudüs’teki Tapınak Tepesi’deki Beytü’l- Makdis’tir. Süleyman
Nebi tarafından inşa edilen Beyt Makdis, tarihte iki defa yıkıldı.
İlk yıkılış: MÖ 586 yılında Babil
Kralı II. Nebukadnezar tarafından Kudüs kuşatılıp ele geçirilmiş, Tapınak
yıkılmış ve Yahudiler Babil’e sürülmüştür (Babil Sürgünü).
İkinci yıkılış: İsa Nebinin vefatından
sonra, MS 70 yılında Roma İmparatorluğu tarafından Kudüs kuşatıldı ve Titus
komutasındaki Roma ordusu tarafından tamamen yıkıldı.
Söz
konusu gölgeye Emevî halifesi Abdülmelik bin Mervan zamanında (691 yılında) bir
mescidin inşasına başlatılmış ve oğlu Velid bin Abdülmelik döneminde (705
civarı) tamamlanmıştır.
Halife Velid, söz konusu mescide, İsra Suresinde adı
geçen Mescid’i Aksa’nın ismini vermiştir.
Hristiyanlar genellikle belirli bir yöne
yönelmeden dua eder. Ancak tarihsel ve sembolik olarak, birçok eski kilisede
dua ederken Doğu’ya (Güneş’in doğduğu yöne) dönülür. Bu gelenek, İsa’nın
gelişinin "Doğu’dan olacağı" inancına dayanır (Matta 24:27).
Bazı mezhepler (özellikle Ortodokslar) de kiliselerini
doğuya dönük inşa etmeye özen gösterir.
146. Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler, onu (Kur’an’ı)
kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.1 Gerçekten de onlardan
olan bir fırka (grup), bildikleri hâlde hak (gerçek) olanı gizlemektedir2.
1 Burada
kastedilen, Kur’an’dır. Ayete dikkat edilirse Nebimiz Muhammed’in akrabaları ve
çevresi olan Mekke’deki müşriklerden değil; ehl-i kitaptan söz edilmektedir.
Benzer ifade, 6:20 ayetinde de kullanılmıştır.
2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak”
anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146,
159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110;
24:29; 40:28.
147. Hak (gerçek), Rabbindendir. O hâlde şüphe edenlerden olma!
Benzer mesajlar: 3:60; 10:94.
148. Herkesin de yöneldiği bir yönü (bir gayesi) vardır. O hâlde hayratta (iyi,
hayırlı işlerde) öne geçin!1 Nerede olursanız olun, Allah
hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz ki Allah, her şeye Kadir’dir (her
şeye gücü yetendir).
1 “سَبَقَ” (sebekâ) sözcüğü, “önce olmak, önde olmak, önceden
geçmek, öne geçmek, üstün gelmek” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 36 kez
geçer: 2:148; 5:48; 7:80; 8:59, 68; 9:100; 10:19; 11:40; 11:110; 12:17,
25; 20:99, 129; 21:27, 101; 23:27, 43, 61; 29:4, 28, 39; 35:32; 36:40, 66;
37:171; 41:45; 42:14; 46:11; 56:10 (2 kez), 60; 57:21; 59:10; 70:41; 79:4 (2
kez).
149. Ve nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram
tarafına çevir! Şüphesiz ki bu, Rabbinden gelen bir haktır. Allah da yaptıklarınızdan habersiz değildir.
150. Ve nereden çıkarsan, yüzünü Mescid-i Haram
tarafına çevir. Nerede olursanız yüzlerinizi ona çevirin ki, zalimlerin
dışındaki insanların size karşı bir
hücceti1 (bahanesi, argümanı) kalmasın! O hâlde onlara karşı da huşu (saygı) duymayın.
Bana karşı huşu duyun ki üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım. Belki hidayet
(kılavuzluk) edilirsiniz.
1 “حُجَّة”
(hüccet), “gerekçe”, “argüman”, “bahane” gibi anlamlara gelir. Bu kelime
Kur’an’da 6 kez geçer: 2:150; 4:165; 6:83, 149; 42:16; 45:25.
151. Böylece aranızdan bir resul gönderdik. Ayetlerimizi
size tilavet ediyor (okuyup aktarıyor) ve sizi arındırıyor. Kitabı
ve hikmeti1 de size öğretiyor. Bilmediklerinizi de
size öğretir.2
1 Hikmet ile ilgili açıklama 2:129
ayetinde yer alır.
2 Bu ayet, İbrahim ve İsmail Nebilerin, Kabe’yi
inşa ederken yaptıkları duanın kabul edildiğini göstermektedir.
152. Öyleyse Beni zikredin (hatırda tutun, anın) ki sizi zikredeyim.
Ve Bana şükredin ve küfretmeyin (ayetleri örtmeyin).
153. Ey iman edenler! Sabır1 ve salat (Allah’a yöneliş duası) ile yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah
sabredenlerle3 beraberdir.
1 Sabır,
kararlılık göstermek, zorluklara dayanmak, güçlü ve dirençli
olmak, gibi anlamlara gelir. Kur’an’da
bildirildiğine göre Allah insanları korku, açlık, yoksulluk, yakınların ölümü,
ürün kaybı (zarar, iflas vb) gibi musibetlerle imtihan eder. Sabretmek ise;
Pes etmemek, zorluklara göğüs germeye çalışmak, yılgınlık göstermemek, direnç
göstermek ve Allah’a tevekkül etmektir.
154. Allah yolunda katledilenlere de “ölüdürler”
demeyin. Hayır! Onlar diridirler, fakat onun şuurunda (bilincinde) değilsiniz.1
1
Bilinen anlamdaki “şehit”
kelimesi Kur’an’da geçmez. Kur’an’da şehit ve şüheda kelimeleri, “şahit” ve “şahitler”
anlamındadır. Benzer mesaj: “Allah yolunda katledilenleri sakın ölüler
sanmayın! Bilakis onlar diridir, Rablerinin katında rızıklandırılıyorlar. Allah’ın,
lütfundan kendilerine verdiklerine sevinirler. Kendilerine henüz yetişememiş
olanlara da onlar için bir korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek
isterler.” (3:169-170)
155. Korku ve açlık gibi şeylerle de mallarınızdan,
canlarınızdan ve ürünlerinizden eksiltmeyle de mutlaka sizi sınarız! Sabredenleri
ise müjdele.1
1
Dünyadaki sınavımız,
tüm koşullar altında yalnızca Yüce Allah’a kulluk (hizmet) ettiğimizi
ispatlamak için tasarlanmıştır. Bu
ayet 4:62,79; 28:47, 30:41, 42:30 ve 48 ayetleriyle birlikte okunmalıdır.
156. Kendilerine bir musibet geldiğinde “Şüphesiz
ki bizler, Allah’a aitiz ve şüphesiz ki O’na döneceğiz.” dediler.
157. Rablerinden salavat (destekler) ve rahmet işte onlaradır. Hidayet
(kılavuzluk) edilenler de işte onlardır.
158. Şüphesiz ki Safa ile Merve1 Allah’ın nişanlarındandır (işaret, sembol). O hâlde kim evi (Kabe’yi)
hacceder2 ya da umre yaparsa, o zaman onları tavaf etmesinde kendisi
için bir cünah (engel,
sakınca)3
yoktur. Kim de gönülden bir
hayır işlerse, bilsin ki Allah Şâkir’dir, Alim’dir, (kullarının şükrünün ve hizmetlerinin
karşılığını verendir; her şeyi bilendir).
1 Safa ile Merve, Mekke’de Kâbe’nin yakınında bulunan iki tepeciğin adıdır. Tavaf: Bir şeyin
çevresini dolaşma veya bir yeri ziyaret etmek demektir.
2 Hac kelimesi, Arapça’daki “bir şeyin etrafında
dönmek, dolanmak” manasındaki hvc kökünden türetildiği belirtilir. Hac
kelimesi, Arapça’da da “gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarında
kullanılır. Ancak benzer bir kelime olan İbranice’deki “hag” kelimesi ise “bayram”
anlamına gelmektedir. Hac kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 12 kez
geçer: 2:158, 189, 196 (3), 197 (3); 3:97; 9:3, 19; 22:27; 28:27.
3 “kişiyi haktan saptıran davranış; engel, sorun, sakınca” anlamına gelen “cünah” kelimesi, Kur’an’da
türevleriyle birlikte 25 iki defa geçer: 2:158, 198, 229, 230, 233 (2), 234,
235, 236, 240; 4:23, 24, 101, 102, 128; 5:93; 24:29, 58, 60, 61; 33:5, 51, 55;
60:10.
Hac veya umre yaparken burada sa’y denen bir
uygulama yapılmaktadır. Say; Safa ile
Merve arasında dört gidiş ve üç dönüşten oluşmaktadır. Ancak, “Onları tavaf
etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur.” İfadesinden hac veya umre
yaparken Safa ve Merve’yi tavaf (say, ziyaret) etmenin zorunlu olmadığı
anlaşılmaktadır.
159. İndirdiğimiz
Kitap’ta (Tevrat, İncil ve Kur’an’da), insanlara
apaçık beyan ettikten sonra, beyyineleri1 (apaçık
kanıtları) ve hidayeti (yol
gösteren bilgileri) gizleyenlere gelince: Şüphesiz ki Allah, işte onlara
lanet eder; lanet edebilenlerin tümü de lanet eder.2
1 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak”
anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146,
159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110;
24:29; 40:28.
2 Benzer mesajlar: 2:140, 159-162, 174-175, 283; 3:187.
160. Tevbe edip (tekrar Allah’a yönelip) kendilerini ıslah
edenlere ve (gerçeği) beyan eden kimselere ise, işte onlara tevbe ederim
(tekrar onlara yönelirim). Ben, Tevvâbur-Rahîm'im
(Kuluna tekrar yönelenim,
Merhametliyim).
161. Küfredip kâfir olarak ölenlere gelince: Şüphesiz
ki Allah’ın, meleklerin ve tüm insanların laneti işte onların üzerinedir.
1 Bu ayet; 2:217, 3:86, 91, 4:137, 168 ve 47:34
ayetleriyle okunmalıdır.
162. Orada kalıcıdırlar. Azapları onlardan hafifletilmez.
Onlara mühlet de verilmez!1
1 Bu ayet, 3:88 ayetinde de
tekrarlanmaktadır.
163. İlahınız da bir tek ilahtır. Ondan başka ilah
(Yüce olan) yoktur! Râhmânir-Râhîm’dir
(merhamet eden merhametlidir).
164. Göklerin (7 evrenin) ve yerin yaratılışında
da; gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde de; insanlara fayda sağlayan
şeylerle denizde seyreden gemilerde de; ölümünden sonra toprağı diriltmesinde
de; onda (yeryüzünde) tüm dabbelerden1 yaymak2
için gökten indirdiği suda da; rüzgârları yönlendirerek gökler ve yer arasında
emre hazır bulutları evirip çevirmesinde de düşünen bir topluluk için ayetler (kanıtlar,
ibretler) vardır.3
1 Dabbe: Bunun ne olduğu hakkında birçok tartışma yaşanmıştır. Buna;
virüs, taşıt, canlılar, hareket eden canlı, yürüyen canlı, sürüngen hayvan,
topraktaki elementler ve bilgisayar gibi anlam verenler vardır. Bu nedenle bir çeşit hareket kabiliyeti olan her şeyi
kapsadığı kanaati oluşmaktadır.
2 “بَث”
(bess) sözcüğü, “dağıtmak”, “sermek”, “dökmek” ve “yaymak” anlamına
gelmektedir. Bu ifade Kur’an’da 9 kez geçer: 2:164; 4:1; 12:86; 31:10; 42:29;
45:4; 56:6; 88:16; 101:4.
3 Yüce Allah, kâinat kitabının çeşitli konu
başlıklarını bu ayette vermekte ve bildirdiği hususlar başta olmak üzere,
yaratılmış olan her şeyde iman edenler için nice deliller bulunduğunu ifade
etmektedir. Bu bağlamda “ilk” olarak göklerin ve yerin yaratılışına dikkat
çekmekte, bir anlamda yaratılan her bir şeyin çeşitli deliller içerdiğini ifade
etmiş olmaktadır. Benzer mesajlar: 3:190; 10:6; 45:3-5.
165. İnsanlardan
bazıları, Allah’ın dışındaki bazı şeyleri (O’na) denk tutarlar; onları Allah’ı sever
gibi severler.1 İman eden kimselerin Allah’a olan sevgileri
ise daha güçlüdür. Zulmeden kimseler, azabı gördükleri anı bir görebilselerdi! Şüphesiz
bütün kuvvet Allah’a aittir. Ve şüphesiz Allah’ın azabı çok şiddetlidir.
1 İsa,
Meryem, Muhammed, Ali ve diğer azizler, Hesap Günü’nde kendilerini
putlaştıranları sahiplenmezler. Ayrıca 16:86, 35:14, 46:6 ve Matta İncili 7:21-23’e
bakınız.
167. Uyanlar dedi ki: “Keşke
tekrar1 (dünyaya)
dönüş imkânımız olsaydı da (şimdi) bizden uzak durdukları gibi biz de
onlardan uzak dursaydık!”2 Allah, yaptıklarını onlara artık bir hasret3
(keder, pişmanlık kaynağı) olarak gösterir. Onlar, ateşten çıkacak da değildirler.”4
1 “الْكَرَّةُ” (al-karrat) sözcüğü “tekrar” anlamına geldiği
gibi “bir şeyin geri verilmesi, yeniden sağlanması” anlamına da gelmektedir. Bu
ifade Kur’an’da 8 kez geçer: 2:167; 17:6; 26:102; 39:58; 67:4; 79:12.
2 Benzer mesajlar: 6:27; 7:53; 23:99-100; 32:12; 35:37;
39:58.
3 Hasrete;
Sözlükte şiddetli pişmanlık anlamına gelmektedir. Ayrıca, artık geri
getirilmesi mümkün olmayacak bir şekilde elden çıkıp gitmiş bir şey için üzüntü
duymak, kederlenmek manasında da kullanılmaktadır. Bunun
yanı sıra Kur’an’da kınama, tasalanma ve de kıyamet günü anlamında
kullanılmaktadır. Geçtiği ayetler: 2:167; 3:156; 6:31; 8:36; 17:29; 19:39;
35:8; 36:30; 39:56; 69:50.
4 Benzer mesajlar: 5:37; 22:22; 23:107; 32:20; 35:37;
40:11; 45:35.
168. Ey insanlar, yerde
bulunanların helal ve tayyib (iyi, güzel, hoş) olanlarından
yiyin.1 Şeytanın adımlarına da
uymayın2. Şüphesiz ki o, sizin için apaçık bir düşmandır.
1 Benzer ayetler: 2:172; 5:88; 16:114.
2
“Şeytanın (saptıranın, aldatanın) adımlarına uymayın.” ifadesi, aynı
sözcüklerle 2:208, 6:142 ve 24:21 ayetlerinde de tekrarlanmaktadır.
169. Şüphesiz ki o, size kötülüğü,1 fahşayı2 (çirkin
işi, hayasızlığı, büyük günahı) ve
Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
1 Bu sözcük, “سُوء” (sû’) kökünden türetilmiştir. Kök anlamı da “kötü”,
“zarar”, “rahatsızlık”, “kötülük”, “çirkinlik” demektir. Aynı kökten türetilmiş
olan “سَيِّـَٔا” (seyyie) sözcüğü ise, genellikle bir kötü eylem veya
yasaklanmış bir davranışı ifade eder.
2 Fuhş: Meşru ölçü ya da
sınırları aşan; çirkin, kötü, kaba demektir. Bu sınırları aşan şey için defahiş kelimesi
kullanılmaktadır. Bir şeyin aşırı olduğu
anlamına gelen fuhş, fahşa ve fahişe aynı köktendir. “Fahşa” sözcüğü Kur’an’da
7 yerde (2:169, 268; 7:28; 12:24; 16:90; 24:21, 95) geçmektedir. “fahişe”
sözcüğü 14 yerde (3:135; 4:15,
16 19, 22, 25; 6:151; 7:28, 80; 17:32; 24:19; 27:54; 29:28; 33:30; 65:1)
geçmektedir. Bunun çoğulu olan “fevahiş” sözcüğü de 4 yerde (6:151;
7:33; 42:37; 53:32) geçmektedir.
170. Onlara
“Allah’ın indirdiğine uyun.” denildiği zaman da “Hayır! Atalarımızı neyin (hangi inancın) üzerinde bulduysak1
ona uyarız.” derler. Ataları, akıllarını kullanmamış ve hidayet
(kılavuzluk) edilmemiş olsalar da mı?
1 Ayette geçen elfeynâ kelimesi elfev ve
elfeyâ kalıplarında da Kur’an’da birer kez geçmekte ve “bulmak, karşılaşmak,
bulup öğrenmek, görmek” gibi birbirine yakın anlamlar vermekte, müşriklerin
taklitçilik üzere tercihlerini ifade etmektedir. Konuyla ilgili olarak 5:104 ve
31:21 ayetinde de benzer mesajlar verilmekte ve her iki ayette de vecednâ
“bulmak” fiili kullanılmaktadır. O kullanımlardan hareketle, yorumunu yapmakta
olduğumuz ayetteki elfeynâ fiilinin de benzer bir mana verdiğini söylemek
hatalı olmasa gerektir. Burada konusu edilenler 2:165 ayetinde sözü edilen ve Allah’ın
dışında putlar edinen müşrikler olsa gerektir. Yüce Allah 2:168 ayetinde
şeytanın adımlarını izlememek gerektiğini ifade ettikten sonra, burada bir
şeytan faaliyeti olan taklide dikkat çekmekte, kendisini taklide kaptıranların
şeytanın adımlarını izlemiş olacağını ifade etmektedir. Taklit, şeytanın davet
ettiği üzere sonu cehennem olan bir felakettir.
171. Kâfirlerin durumu, bağırış ve çağırıştan başka
bir şey işitmediği hâlde bağıranlara benzer. Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler;
artık akletmezler!1
1 Benzer mesajlar: 2:18; 6:39; 11:24.
172. Ey
iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların tayyib (iyi,
güzel, hoş) olanlarından yiyin.1 Sadece O’na kulluk (ibadet,
hizmet) ediyorsanız, Allah’a şükredin!
1 Bu ayet ile Müslimlere rahipler,
hahamlar, hocalar, din bilginleri ve atalar tarafından konulan her tür
gereksiz, yanlış ve gayri meşru yasağı kaldırmaları emredilmektedir. Söyledikleri
gibi gerçekten Allah ile (O’nun ayetleri doğrultusunda) inanıyorlarsa, Allah’ın
yasakladığı şeyleri yemekten kaçınmalı ve O’nun helâl kıldıklarını, hiç
tereddüt etmeksizin yemelidirler. Benzer mesajlar: 2:168; 5:88; 16:114.
173. Şüphesiz ki (Allah), size ölüyü (leşi), (akıtılmış)
kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına ilan edilenleri1
(sunuları, yemekleri, ikramları) haram kıldı.2 O hâlde kim sıkıntı
içindeyse, azgınlık yapmaz ve haddi aşmazsa (bu durum) onun için
ism2 değildir. Şüphesiz ki Allah Gafur’dur
(Günahları Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).
1 “ه ل ل” (h-l-l) kökünün temel anlamı,
bir şeyin belirmesi, ortaya çıkması ve bu esnada sesin yükseltilmesi veya
sevinçle bağırılmasıdır. Hilal, ayın ilk belirdiği, ilk göründüğü halidir.
İnsanlar onu görünce yeni bir ayın başladığını anlar ve bunu sevinçle ilan
ederlerdi. Kelime "belirme" ve "ilan etme" eylemiyle
doğrudan bağlantılıdır. “اُهِلَّ لِغَيْرِ اللّٰهِ” (uhille
liğayrillâh) ifadesi de “Allah’tan başkası adına ilan edilen”, veya “Allah’tan
başkası adıyla belirtilen” anlamlarına gelir. Allah’tan başkasının adıyla ilan
edilenler de sunular, yemekler, kurbanlar gibi yapılan ikramlardır. Kur’an’da
bu kökten türemiş 4 ifade geçer: 2:173, 198; 5:3; 6:145; 16:115.
2 “حَرَام”
(haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına gelir ve genellikle
Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneyi ifade eder. Aynı kökten
türeyen “حَرَّمَ” (harrama) fiili ise, “bir şeyi yasaklamak,” “bir
yerden veya nesneden birilerini mahrum bırakmak,” “bir durumu birilerine
engellemek” ya da “bir şeyi dokunulmaz kılmak” anlamlarında kullanılır.
Domuz etinin Yahudiler için de haram kılınmış
olduğunu Tevrat’tan öğreniyoruz: “Domuz çatal tırnaklıdır, ama geviş getirmez.
Sizin için kirli sayılır. Bu hayvanların etini yemeyecek, leşine (kendinden
ölmüş olanına) de dokunmayacaksınız.” (Yasa’nın Tekrarı, 14:8)
4 İsm (إِثْم)
kelimesi Arapçada 'günah', 'suç', 'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi
anlamlara gelir. İbranice’deki אַשָּׁם (asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç',
'günah' ve 'kabahat' anlamlarını taşır.
174. Şüphesiz
ki Allah’ın Kitap’tan indirdiğini
gizleyen1
ve onunla (kitap ile) az bir semen (dünyalık bir
değer; para, mal, makam, çıkar) satın alan kimseler; işte onlar karınlarında
ateşten başka bir şey yemeyenlerdir. Allah, kıyamet
günü onlarla konuşmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için elem dolu bir azap da vardır.
1 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak”
anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146,
159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110;
24:29; 40:28.
175. İşte
onlar, hidayet (kılavuz)
karşılığında sapkınlığı, mağfiret karşılığında da azabı satın alan kimselerdir.
Ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar!
176. Böyledir! Şüphesiz ki
Allah, Kitabı (Kur’an’ı)
hak olarak indirdi. Kitap üzerinde muhalefet eden kimseler ise artık uzak1
bir ayrılık içindedir.
1 “بَع۪يدٍ” (be’iyd), uzak demektir. “Uzak bir
ayrılık” da “şiddetli/derin bir ayrılık/kopuş/anlaşmazlık" gibi anlamlara
gelir. Kur’an’da bu kökten türemiş 36 sözcük bulunur: 2:176; 3:30; 4:60, 116,
136, 167; 9:42; 11:44, 60, 68, 83, 89, 95 (2 kez); 14:3, 18; 21:101, 109;
22:12, 53; 23:41, 44; 25:12; 27:22; 34:8, 19, 52, 53; 41:44, 52; 42:18; 43:38;
50:3, 27, 31; 70:6.
177. Birr (iyilik,
doğruluk, erdem ve takva), yüzlerinizi doğu ya da batı yönüne döndürmeniz1 değildir. Ama birr, kişinin Allah’la,
ahir (son,
ahiret) günle, meleklerle, kitapla ve nebilerle iman etmesidir; akrabalara,
yetimlere, miskinlere,1 yolda kalanlara, yardım isteyenlere
ve rikablara (esir, köle, iflas etmişlere, hacizli olanlara) da
sevdiği malından vermesidir; salatı (Allah’a yöneliş duasını) doğru ve
istikrarlı biçimde yapmak ve zekâtı vermektir; ahdettiği zaman da ahitlerine
vefalı olmaktır; zorlukta2 da sıkıntıda3 da
musibet4 zamanında5 da sabretmektir. Muttakiler (Allah’a karşı sakınanlar) işte onlardır.
1 “تَوَلَّ” "Tevelle" fiili “bir
yakınlık durumundan uzaklaşmak, sorumluluktan kaçmak ya da bir göreve veya
uyarıya sırt çevirmek” anlamına gelir. Bu bağlamda, “yüz çevirmek” veya
“sırtını dönmek” şeklinde de ifade edilir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 97
kelime geçer: 2:64, 83, 115, 137, 142, 144 (3 kez), 148, 149, 150 (2 kez), 177,
205, 246; 3:20, 23, 32, 63, 64, 82, 111, 155; 4:80, 89, 115 (2 kez); 5:43, 49,
92; 6:129; 7:79, 93; 8:15, 16, 20, 23, 40; 9:3, 25, 50, 57, 74, 76, 92; 10:72; 11:3,
52, 57; 12:84; 16:82; 17:46; 18:18; 20:48, 60; 21:57, 109; 22:4; 24:47, 54;
27:10, 28, 80; 28:24, 31; 30:52; 31:7; 33:15; 37:90, 174, 178; 40:33; 44:14;
46:29; 47:22, 38; 48:16 (2 kez), 17, 22; 51:39, 54; 53:29, 33; 54:6, 45; 57:24;
59:12; 60:6; 64:6, 12; 70:17; 75:32; 80:1; 88:23; 92:16; 96:13.
2 Miskin (yoksul): Temel ihtiyaçlarını
(beslenme, barınma, sağlık vb.) dahi karşılayamayan veya büyük zorluk çeken
kişi. Bu kelime Kur’an’da 24 kez geçer: 2:61,
83, 177, 184, 215; 4:8, 36; 5:89, 95; 8:41; 9:60; 17:26; 18:79; 24:22; 30:38;
58:4; 59:7; 68:24; 69:34; 74:44; 76:8; 88:18; 90:16; 107:3.
Fakir ise; Temel
ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan ancak miskine göre daha az muhtaç olan
kişidir. Bu kelime Kur’an’da 15 kez geçer: 2:268,
271, 273; 3:181; 4:6, 135; 9:60; 22:28; 24:32; 28:24; 35:15; 47:38; 59:8;
72:25.
3 Bu ifade, temel anlamı “Zarar vermek, sıkıntıya
sokmak, darlık içinde bırakmak” olan “ض - ر – ر” (ḍ, r, r) kökünden türemiştir. Bu
kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 71 kez geçer: 2:102 (2 kez), 126, 173, 177,
214, 231, 233, 282; 3:111, 120, 134, 144, 176, 177; 4:12, 95, 113; 5:3, 42, 76,
105; 6:42, 71, 119, 145; 7:94, 95, 188; 9:39, 107; 10:12 (3 kez), 18, 21, 49,
106, 107; 11:10, 57; 12:88; 13:16; 16:53, 54, 115; 17:56, 67; 20:89; 21:66, 83,
84; 22:12, 13; 23:75; 25:3, 55; 26:78; 27;62; 30:33; 31:24; 34:42; 36:23; 39:8,
38, 49; 41:50; 47:32; 48:11; 58:10; 65:6; 72:21.
4
“بَأْس”
(be’s), “belâ, musibet, zarar, sıkıntı, savaş, mücadele” anlamlarına gelir.
5 “ح۪ينٍ” (hîn) kelimesi bağlama göre belirli
bir zaman, vakit, zaman gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 35
kez geçer: 2:36, 177; 5:101, 106; 7:24; 10:98; 11:5; 12:35; 14:25; 16:6 (2
kez), 80; 21:39, 111; 23:25, 54; 24:58; 25:42; 26:218; 28:15; 30:17 (2 kez),
18; 36:44; 37:148, 174, 178; 38:3, 88; 39:42, 58; 51:43; 52:48; 56:84; 76:1.
178. Ey iman edenler! Öldürülenler
hakkında size kısas (misilleme, bedel) yazıldı!1
Hür hürle, abd (hizmetkara) abd ile; kadın kadınla… O hâlde kimin
cezası (öldürülenin) kardeşi tarafından bir şey (bedel)
karşılığında bağışlanırsa, artık maruf2 ile (meşru bir
şekilde) davranmalı ve ona ihsan ile (güzel, iyi bir şekilde) ödenmelidir.3
Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa onun
için elem verici bir azap vardır.
1 Kısas, bir suçluyu, başkasına vermiş olduğu kötülüğün aynısıyla
cezalandırmak demektir. Ancak kısas (ölüm cezası), her öldürme vakası için
geçerli değildir; kasıtlı olarak haksız yere işlenen suçlarda geçerlidir. İnsan
öldürmenin karşılığının da ölüm olması hususu caydırıcılığı nedeniyle cinayet
oranlarında düşüş meydana gelebilecektir. Bu nedenle 2:179’da “kısasta hayat
vardır” ifadesine yer verilmektedir.
Kısas cezası, kişisel cinayetler ile ilgilidir.
Kabilelerin, gurup ve devletlerin birbirine karşı açtığı savaşlarda öldürenler,
kabile, gurup ve devletler arasında yapılan barış anlaşmasıyla affedilir.
Savaşta ele geçen esirlerin kimseyi öldürüp öldürmediği araştırılmaz. Aksi
takdirde barış anlaşmalarının pratikte gerçekleşmesi mümkün olmaz. (Kur’an; Son
Ahit s:119)
Kısas ile ilgili diğer ayetler şunlardır:
“Orada da onlara şöyle yazdık: “Cana can, göze
göz, burna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara kısas.” Artık kim onu
(hakkını) tasadduk ederse (hakkından vaz geçerse, bağışlarsa), o kendisi için
kefaret (bağışlanma) olur. Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar
zalimlerin ta kendileridir.” (Maide, 5:45)
“Ceza verecekseniz, size yapılanın misliyle (benzeriyle) ceza
verin. Ama sabrederseniz, bu sabredenler için daha hayırlıdır.” (Nahl, 16:126)
“Bir
kötülüğün cezası da onun misli (benzeri) bir kötülüktür. Fakat kim affeder ve
sulh yaparsa (barışırsa), onun mükafatı Allah’a aittir. O, zalimleri sevmez.”
(Şura, 42:40)
42:40
ayeti cezalandırmayla ilgili bütün mesajların merkezini
oluşturmaktadır. Bu nedenle suça verilecek cezaların en çok suç kadar
olabileceği, fazlasına izin verilmediği anlaşılmakta, böylece hukuka çok önemli
bir ilke kazandırılmış olmaktadır.
“Hür,
hür ile ve abd (hizmetkar), abd ile ve kadın, kadın
ile…” ifadesinden de; hür birini öldüren köleye, erkeği öldüren kadına veya
bunların tam tersine kısas uygulanamayacağı kanaati oluşmaktadır.
2 “عرف” (urf) Arapça bir kelime olup “bilmek, tanımak
veya öğrenmek” gibi anlamlara gelir. “Tanınan,
saygın, kabul edilen, iyi” anlamına “maruf”; “bilgi, tanıma, anlama,
keşfetme” gibi anlamlara gelen “ma’rifet” de bu sözcükten türemiştir. Maruf
ifadesi Kur’an’da genellikle “Allah’ın razı olacağı
doğru, iyi ve yararlı kabul edilen ve vahye uygun olan” şeklinde anlaşılmalıdır. Örneğin 2:180 ayetinde, ölümü
yaklaşan bir müminin malı ile ilgili olarak, ana babaya ve yakınlara maruf ile
(meşru bir şekilde) vasiyet etmenin farz olduğu belirtilmektedir. Miras ile
ilgili bilinen, yani Maruf olan hususlar da 2:182, 240; 4:11, 12; 5:106 gibi
ayetlerde belirtilmiştir.
3 Kur’an, açıkça idamdan caydırır. Katilin hayatı
da dâhil olmak üzere hayatların korunması için her türlü gerekçe sağlanır.
Maktulün ailesi, belirli koşullar altında katilin hayatının adil bir tazminat
karşılığı bağışlanmasını daha iyi bulabilir.
5:45 ayetinde de açıklandığı üzere benzer
hususlar Tevrat’ta da geçmektedir.
179. Kısasta sizin için
hayat vardır. Ey ulü’l-elbab (duruşu sağlam olanlar)1, belki
takvalı (Allah’a karşı sakınan) olursunuz.
1 “أُو۬لُو”
(ûlū) kelimesi, “sahipleri, yapıcıları, ehli” anlamlarına gelir. “اُو۬لِي
الْاَلْبَابِ” الْأَمْرِ (ulü’l-elbab) da “sağlam
anlayış sahipleri” ve “sağlam duruşlu olanlar” anlamlarına gelir. “Onlar (her)
sözü dinler; en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah’ın hidayet (kılavuzluk)
ettiği kimselerdir. ulü’l-elbab işte onlardır.” (39:18) “ulü’l-elbab”
ifadesi Kur’an’da 16 kez geçer: 2:179, 197, 269; 3:7, 190; 5:100; 12:111; 13:19;
14:52; 38:29, 43; 39:9, 18, 21; 40:54; 65:10.
180. Birinize ölüm yaklaştığı zaman, bir hayır1
bırakacaksa, ebeveyne (ana-babaya)
ve yakınlara maruf ile (meşru bir şekilde) vasiyet etmek, muttakiler (Allah’a
karşı sakınanlar) üzerinde bir haktır.2
1 “الْخَيْرِ”
(al-kḫayr) sözcüğü, yalnızca “iyilik”, “iyi şeyler” veya “faydalı
şeyler” anlamına gelmektedir.
2 Yüce Allah ekonomik hayata dair çok önemli bir
konuya, ölümden önce yakınlara vasiyet edilmesi gerektiğine değinmekte, bu
konudaki hükmünün de “farz olduğunu” ifade etmektedir.
181. Artık kim işittikten
sonra onu (vasiyeti) değiştirirse, bil ki artık onun ism’i1
(suçu, günahı, kabahati) onu değiştirenlerin üzerinedir. Şüphesiz ki Allah,
Semi’dir (İşitendir), Alim’dir (Bilendir).
1
İsm (إِثْم) kelimesi Arapçada 'günah', 'suç',
'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi anlamlara gelir. İbranice’deki אַשָּׁם
(asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç', 'günah' ve 'kabahat'
anlamlarını taşır.
182. Artık kim vasiyet edenin adaletten ayrılacağından
ya da ismden korkarsa, bu nedenle de (tarafların) aralarını ıslah ederse, bil ki artık
ona ism (suç, günah) yoktur. Şüphesiz ki Allah, Gafur’dur (Günahları
Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).
1
“جَنَفًا” (cenefen),
“sapmak, bir tarafa kaymak, adaletten ayrılmak” demektir. Bu ifade Kur’an’da 2
kez geçer: 2:182; 5:3.
183. Ey iman edenler! Sizden öncekilere
yazıldığı gibi size de siyam1 yazıldı ki belki takvalı
(Allah’a karşı sakınan) olursunuz!
Tevrat’ta da “צ֔וֹם” (tsowm) şeklinde
geçmektedir. “תענית” (ta’anit) Sözcüğü de ‘hem nefsi kırmak; nefsin/egonun
isteklerini dizginlemek’ hem de ‘oruç tutmak’
anlamında kullanıldığını görüyoruz.
Türkçede kullanılmakta
olan oruç kelimesi ise Farsça “rûz” lafzının Türkçeleşmiş halidir. Türkmencesi
ise orazdır. Gitmekten, yürümekten, ya da yemden kendini tutan, geri duran ata
denir. Görüldüğü üzere bu sözcüklerin, Kur’an’da geçen “sâvm” kelimesinin tam
karşılığını vermemektedirler. Bu nedenle bu ifadelerin “sâvm” yerine kullanılmasının
doğru olmadığı kanaati oluşmaktadır.
Bu buyruk; salat, sâvm, zekât, kurban vs.
ibadetlerin eski ümmetlerden beri farz olduğunun delillerindendir. Benzer
mesajlar: 2:83; 3:39; 5:12; 10:87; 14:40; 18:21; 19:31, 55, 59; 20:14; 22:26-30,
34-37; 21:73; 31:17; 42:13.
Sâvm (oruç), Tevrat’ta (Yeşaya 58:3,4), Zebur’da
(Mezmurlar 35:13) ve İncil’de (Matta 6:16) de geçmektedir.
184. (Sâvm)
sayılı günlerdedir. O hâlde sizden hasta veya seferde1 olanlar,
başka günlerde sayısınca (sâvm eder). Takati2 yeten kimseler için, bir
miskini3
doyuracak fidye4
(bedel) de vardır.5 Artık kim bir hayır işlerse, bu kendisi için
daha hayırlıdır. Eğer bilirseniz, sâvm etmeniz sizin için daha hayırlıdır.
1
Arapça’da, ‘örtüyü kaldırmak, açığa çıkarmak’ anlamına gelen س-ف-ر (s-f-r) kökünden türeyen “سَفَر”
(sefer) sözcüğü, “yolculuk, seyahat” anlamına gelir. Aynı kökten gelen “أَسْفَرَ” (asfera) fiili
“aydınlandı, açığa çıktı”; “مُّسْفِرَةٌۭ” (musfiratun) sözcüğü “aydınlık,
parlayan”; “سَفَرَةٍۢ” (seferatin) sözcüğü ise (yazıcılar, yazan
melekler) anlamında kullanılır. س-ف-ر
(s-f-r) kökünden türemiş kelimeler Kur’an’da 12 kez geçer: 2:184, 185, 283;
4:43; 5:6; 9:42; 18:62; 34:19; 62:5; 74:34; 80:15, 38.
İbranice’deki “סֵפֶר” (sefer) kelimesi “yazılı
metin ve kitap”; “סְפָרָה” (sefārah) kelimesi “sınır çizgisi, bölge”; “סְפָר”
(sfar) kelimesi ise “sınır, hudut” anlamlarına gelmektedir.
2 “طَاقَة” (takât) sözcüğü “güç”, “kuvvet”, “kapasite”
anlamlarına gelir. Bu sözcük Kur’an’da 3 kez geçer: 2:184, 249, 286.
3 Miskin (yoksul): Temel ihtiyaçlarını
(beslenme, barınma, sağlık vb.) dahi karşılayamayan veya büyük zorluk çeken
kişi. Bu
kelime Kur’an’da 24 kez geçer: 2:61, 83, 177, 184, 215; 4:8, 36; 5:89, 95;
8:41; 9:60; 17:26; 18:79; 24:22; 30:38; 58:4; 59:7; 68:24; 69:34; 74:44; 76:8;
88:18; 90:16; 107:3.
Fakir ise; Temel
ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan ancak miskine göre daha az muhtaç olan
kişidir. Bu
kelime Kur’an’da 15 kez geçer: 2:268, 271, 273; 3:181; 4:6, 135; 9:60; 22:28;
24:32; 28:24; 35:15; 47:38; 59:8; 72:25.
4 Fidye; Arapça’da
“bir kimseyi bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtarmak için ödenen bedel,
karşılık” anlamına gelir.
Fidye
kelimesi Kur’an’da; 2 ayette terim manasında (2:184,
196), bir ayette “bedel ve karşılık” şeklindeki sözlük anlamında (57:15)
geçerken 11 ayette de çeşitli türevleriyle geçmektedir. 2:48, 85, 229; 3:91; 5:36; 10:54; 13:18; 37:107;
39:47; 47:4; 70:11.
5 Hasta ve seferde (yolculukta) iken sâvm etmeye
gücü yettiği hâlde tutmayanlar, hem oruç tutmalı hem de bir yoksulu doyuracak
kadar fidye vermeli.
185. Ramazan ayı, insanlar için hidayet (kılavuz) olan; hidayet ve furkan (Hak
ile batılı, doğru ile yanlışı ayıran ölçü) içeren beyyineler (apaçık
deliller) de bulunan Kur’an’ın indirildiği aydır. O hâlde, sizden kim o aya
tanık olursa (erişirse), onda sâvm etsin! Kim de hasta olursa veya
seferî ise, diğer günlerde sayısınca (sâvm etsin). Allah, sizin için
kolaylık ister; sizin için güçlük istemez. Size hidayet etmesi için de sayıyı
tamamlayın ve Allah’ı tekbir edin (yüceltin)! Belki şükredersiniz.
1 “قرا” (karae), okumak, çağırmak ve
bildirmek anlamlarına gelir. İbranice’de de “קָרָ֣א”
(kara) fiili, “çağırmak”, “seslenmek” veya “okumak” gibi anlamlara gelir. Bu nedenle “ikra” oku, çağır ve bildir;
“Kur’an” da çağrı, bildiri ve okunan gibi anlamlara gelir.
2
Bu
ayete istinaden Ramazan Bayramı’nda tekbirler getirilir.
186. Eğer kullarım Beni sana
sorarlarsa, o zaman bil ki Ben yakınım. Eğer dai (dua
eden) bana dua ederse, o zaman duasına icabet ederim1. O hâlde
onlar da Bana icabet etsinler1 ve Benimle
(Benim belirttiğim gibi) iman
etsinler. Belki irşad olurlar (rehberlik edilirler).
1 “icabet” “ج-ب-ب” (c, b, b) kökünden türemiştir ve bir davete veya çağrıya “cevap vermek” veya “karşılık
vermek” demektir. Aynı kökten türemiş ifadeler Kur’an’da 43 yerde geçer: 2:186
(2 kez); 3:172, 195; 5:109; 6:36; 7:82, 194; 8:9, 24; 10:89; 11:14, 61; 12:34;
13:14, 18 (2 kez); 14:22, 44; 17:52; 18:52; 21:76, 84, 88, 90; 27:56, 62;
28:50, 64, 65; 29:24, 29; 35:14; 37:75; 40:60; 42:16, 26, 38, 47; 46:5, 31, 32.
2 “رُشْد” (rüşd), “doğru yol, rehberlik, olgunluk, doğruya
yönelme” gibi anlamlar taşır. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 19 kez
geçer: 2:186, 256; 4:6; 7:146; 11:78, 87, 97; 18:10, 17, 24, 66; 21:51; 40:29,
38; 49:7, 72:2, 10, 14, 21. Bu sözcükten
türeyen “râşid” doğru yolda olan, “reşad” doğru yola ulaştıran, “irşâd”
da doğru yola ulaştırmak anlamına gelmektedir.
187. Siyam gecesinde
kadınlarınızla rafes1 (cinsel
ilişki/cinsel konuşmalar) yapmak size helal kılındı.2
Onlar sizin için elbisedir, siz de onlar için elbisesiniz.3
Allah, gerçekten de nefislerinize ihanet ettiğinizi4 (eşlerinize
hileli yaklaştığınızı) bildi ve size tevbe etti5 (size
yöneldi) ve size affetti. Artık onlarla ilişkide bulunun6
ve Allah’ın sizin için yazdığı (takdir ettiği) şeyleri isteyin. Fecrin (tan
yerinin) beyaz ipliği, siyah iplikten7 ayırt edilinceye
kadar da yiyin ve için. Sonra da geceye kadar sâvmı tamamlayın8
ve mescitlerde ibadete (itikafa) çekilmişken onlarla ilişkide
bulunmayın!6 Bunlar, Allah’ın hudutlarıdır; o hâlde onlara (sınırlara)
yaklaşmayın!9 Allah, ayetlerini insanlara işte böyle
açıklıyor. Belki takva sahibi olurlar.
1 “رَفَثَ” (refese), “cinsel ilişki veya cinsel konuşmalar”
demektir. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:187, 197.
2 Teslimiyetteki tüm görevler gibi sâvm etmek
(oruç tutmak) da İbrahim aracılığı ile hükme bağlandı (22:78, 2:183). Kur’an’ın
vahyedilişinden önce oruçlu iken cinsel birleşme haram kılınmıştı (yani
yasaklanmıştı). Böylece 2:187 ayeti ile bu kural, oruçlu olunmadığı vakitlerde
birleşmeye izin verecek şekilde nesh edilmiş oldu (değiştirildi).
Yahudilikte Sâvm; Öncelikle nefsin isteklerine gem vurma vasıtası
kabul edilen ve “tzom” veya “innah nefeş” kalıbıyla Eski Ahid’de kullanılan sâvm
ibadeti, “Canlarınıza eziyet edeceksiniz” emrinin bir gereği (Levililer, 16:29)
ya da Kral Dâvud’un yaptığı gibi (2. Samuel, 12:16-18) Yahve’ye dua öncesi
yapılması gereken bir hazırlık ritüeli olarak algılanmıştır. İşaya’da (58:3-8)
gerçek orucun kötülüklerden uzak durmak, mütevazi olmak, mazlumlara ve
düşkünlere yardım etmek gibi iyi fiillerle desteklenmesi gerektiği
bildirilmiştir. Yahudi kutsal metinlerindeki ifadelerden orucun, insanların
bilinçli veya bilinçsizce yaptıkları kötü fiillere kefâret ve böyle bir
durumdan ötürü duyulan pişmanlığın dışa vurulması için tutulduğu anlaşılır.
Kefâreti gerektiren fiil kişinin bizzat kendisinin işlediği bir eylem
olabileceği gibi ailesinin veya aynı soydan hatta milletten birinin gayri ahlâkî
bir eylemi veya kusuru da olabilir (I. Krallar, 21:1-10; I. Samuel, 14:17-29;
Yeremya, 36:3-10). Yahudilikteki en önemli sâvm, kefâret günü (Yom Kipur)
orucudur. O gün Yahudiler bir yıl içerisinde işledikleri hatalardan ötürü
duydukları pişmanlığı dile getirerek Yahve’den af dilerler. Tevrat’ın Levililer
bölümünde (16:29-31; 23:27-32) Yahudilerin bugün de yaptıkları dinî törenler
ayrıntılı biçimde anlatılır. Hasta ve düşkün olmayan, şeriat önünde sorumlu
tutulma çağına gelmiş bütün Yahudilere farz olan bu sâvm Yahudi ay takviminin
birinci ayı olan tişrinin onuncu günü tutulur. Sâvm, arefe günü güneş
batımından yaklaşık bir saat önce başlar ve ertesi gün (10. gün) gün batımından
yaklaşık 45 dakika sonraya kadar devam eder. Yirmi beş saati aşan bu
süre içinde yeme, içme, cinsel ilişkide bulunma, yıkanma ve her türlü temizlik
yapma, yağlanma ve ayakkabı dahil, deriden yapılmış bir şey giyme haramdır
(Mişna, 8:1).
Nasara’da Sâvm (oruç); Yahudi sâvm geleneğine uygun olarak Yeni Ahid’de
İsa ve havarilerin sâvm tuttuklarından söz edilir (Matta, 6:16; Resullerin
İşleri, 13:2; 14:23). Kaynaklardan İsa’nın vaazlarına başlamadan önce kırk gün sâvm
ettiği, ayrıca Yahudilikteki “Kefaret” orucunu da eda ettiği anlaşılmaktadır.
İncil’de: “İsa, kırk gün kırk gece sâvm ettikten sonra acıktı.” (Matta 4:2) bilgisi yer alır. İsa’nın ihdas
ettiği özel bir sâvm günü veya biçimi olmamakla birlikte Nasraniler ilk
dönemlerde bilhassa her çarşamba ve cuma günü oruç tutmuş, yılın belirli
dönemlerinde genelde et ve süt ürünlerine karşı perhiz uygulamışlardır.
Süryânî Hıristiyanlarda yıllık sâvm ibadeti
şöyle sıralanır: 1- Büyük sâvm; Diğer kiliselerce de kabul edilen kırk günlük
Paskalya öncesi sâvm etmeye yedi günlük “elem haftası” sâvm etmenin de eklenmesiyle
tutulur. 2- Ninevâ (Ninova) orucu; Şubat ayında tutulan üç günlük oruçtur. 3-
Haziran başı perhizi; Üç gündür ve havârilerin sâvm etmesi olarak kabul edilir.
4- Ağustos perhizi; Meryem ana sâvmı (orucu) olarak bilinir. 5- Aralık perhizi;
5-25 Aralık arasında Noele hazırlık amacıyla tutulur. Katolik kilisesinde oruca
başlama yaşı 20 iken Ortodoks ve Süryânî kiliselerinde 14-15’tir.
3 Bu cümle ile eşlerin birbirini tamamlayan ve
birbirlerinin hatalarını örten özelliklerine dikkat çekilmektedir.
4 “ختان” (khatana), “ihanet etmek, güveni kötüye kullanmak,
hileli davranmak” gibi anlamlara gelir. Kur’an’da bu kökten türemiş 10 kelime
geçer: 2:187; 4:105, 107 (2 kez); 5:13; 8:27 (2 kez), 58 (2 kez), 71 (2 kez);
12:52 (2 kez); 22:38; 40:19; 66:10.
5
Arapça’da “التوبة” tevbe
(tevb, metâb) “geri dönmek, dönüş yapmak” demektir. “فَتَابَ عَلَيْكُمْۜ” (fe tabe aleykum) yani
“size/üzerinize tevbe etti” ifadesi de “tekrar size döndü, size yöneldi”
demektir. Bu ifade Kur’an’da 5 yerde geçer: 2:37, 54, 187; 20:122; 73:20.
6 “باشَرَ” (bâşere), bedene temas etmek, ilişki, fiziksel
birliktelik” gibi anlamlara gelir.” Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:187 (2
kez).
7 Buradaki “beyaz ip” ve “siyah ip” ifadeleri,
ayetteki el-fecr kelimesi gereği “ufuktaki beyazlık karanlıktan ayrılıncaya
kadar” demektir. Yoksa bilinen anlamdaki ip/iplik kastedilmemektedir.
Fecr, gecenin sonuna doğru güneşten ufka ulaşan
hafif kızıllıktır (Lisan). Bu kızıllığın başladığı, doğu ufkunda sönük
yıldızların kaybolmasıyla anlaşılır. Bu vakitte tabiat uyanır, vücut ısımız
artar, seher ve sahur vakti başlar. Buna astronomik tan (Astronomical Twilight)
da denir.
8 Kur’an literatüründe “gece” sözcüğü, güneşin
batışından doğuşuna kadar olan süreyi tanımlar.
9 Uç sınırlarla ilgili emrin ifade tarzı çok
dikkat çekicidir. Bu emir sadece bu sınırları aşmayı değil, bu sınırlara
yaklaşmayı da yasaklar. Yasak bir bölgenin sınırları etrafında dolaşmak çok
tehlikelidir; çünkü, yanlışlıkla bu sınırları aşmak muhtemeldir. Bu nedenle bu
sınırlara yaklaşmak da yasaklanmıştır.
188. Mallarınızı da kendi
aranızda batıl ile (haksız bir yolla) yemeyin!1
İnsanların mallarının bir kısmını da ism (suç, kabahat) ile yiyesiniz
diye de bile bile ondan (maldan) hâkimlere sunmayın2!3
1 Bu cümle 4:29 ve 83:1-3 ayetleriyle birlikte
okunmalıdır.
2 “د ل
و” (dâl - lâm - vâv) harfinde oluşan bu kök, temel olarak “bir şeyi
sarkıtmak, indirmek veya sunmak” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 3 kez
geçer: 2:188; 12:19 (2 kez); 53:8.
3 Bu ayet rüşveti yasaklamaktadır. Rüşvet,
başkasının malını bile bile haksız yere yemek için yetkililere mal vermektir.
Kişi, kendi hakkını almak için yetkililere mal vermek zorunda kalırsa verene
değil, alana haram olur. Buradaki el-hukkâm kelimesi, 4:35 gereği herhangi bir
işteki her bir hakem, bilirkişi, yargıç, ilgili kişi vs.dir; mesaj sadece “hakimler”le
sınırlı değildir; rüşvet verilen herkesi içermektedir.
189. Sana hilalleri1 de soruyorlar. De ki: “O, insanlar için ve
hac2 için zaman ölçüsüdür.3 Evlerinize
arkalarından (habersiz bir şekilde ön kapı dışından) girmeniz de birr (iyilik, doğruluk, erdem ve takva) değildir.4
Fakat birr, takvalı (sakınan) olmaktır. Evlere de
kapılarından girin ve Allah’a karşı takvalı olun! Belki felaha (kurtuluşa,
saadete)
erersiniz.
1 “ه ل
ل” (h-l-l) kökünün temel anlamı, “bir şeyin belirmesi, ortaya çıkması ve bu
esnada sesin yükseltilmesi veya sevinçle bağırılması”dır. Hilal, ayın ilk
belirdiği, ilk göründüğü halidir. İnsanlar onu görünce yeni bir ayın
başladığını anlar ve bunu sevinçle ilan ederlerdi. Kelime, bu
"belirme" ve "ilan etme" eylemiyle doğrudan bağlantılıdır.
Kur’an’da bu kökten türemiş 4 ifade geçer: 2:173, 198; 5:3; 6:145; 16:115.
2 Hac kelimesi, Arapça’daki “bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak”
manasındaki hvc kökünden türetildiği belirtilir. Hac kelimesi, Arapça’da da “gitmek,
yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarında kullanılır. Ancak benzer bir kelime olan
İbranice’deki “hag” kelimesi ise “bayram” anlamına gelmektedir. Hac
kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 12 kez geçer: 2:158, 189, 196 (3), 197
(3); 3:97; 9:3, 19; 22:27; 28:27.
3 Yeni ay, güneşten sonra batan hilal ile başlar. “Güneş
ile ay, bir hesaba göredir.” (55:5)
4 Bu, onların bâtıl geleneklerinden biri idi.
Araplar İhram (hac için belirlenen kıyafet) giydiklerinde, evlerine ön
kapılarından girmezler, arka pencerelerden eve atlarlardı. Bu ayette Allah,
onları bu bâtıl gelenek nedeniyle eleştirmekle kalmıyor, aynı zamanda onları,
atalarının bâtıl gelenek ve inançlarını körü körüne takip etmenin doğru
olmadığı hususunda uyarıyor.
190. Ve sizinle kital
eden (savaşan)
kimselerle siz de Allah yolunda kital edin (savaşın).
Ve sakın aşırı gitmeyin.
Şüphesiz ki Allah, haddi aşanları sevmez.1
1 Savaşlar,
60:8-9’daki temel kurala göre düzenlenir. Savaşa kati surette kendini savunmak
için izin verilirken, Kur’an’da saldırganlık ve zulüm şiddetle kınanmaktadır. Bu ayet 2:191-193,256; 4:89-91; 8:39-40, 9:2-4,12,36,73,123;
22:39; 60:8-9; 66:9 ayetleriyle birlikte okunmalıdır.
191. Onları
(antlaşmayı
ihlal edip size saldıranları) yakaladığınız1 yerde de
katledin ve sizi çıkardıkları yerden onları çıkarın! Fitne2, katilden
(öldürmekten) daha şiddetlidir. Mescid-i Haram’da3
onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın. Fakat sizi katlederlerse
o zaman siz de onları katledin. Kâfirlerin cezası (karşılığı) işte böyledir.
1 “ث
ق ف” (th-q-f), bir şeyi bulmak, yakalamak, ele geçirmek veya ona yetişmek
gibi anlamlara gelir. Bu ifade Kur’an’da 6 kez geçer: 2:191; 3:112; 4:91; 8:57;
33:61; 60:2.
2 “فِتْنَ” (fitne), “sınama, deneme, ateşte
eritme, karışıklık/ayrışma durumu” gibi anlamlara gelir. Fitne kelimesi
Kur’an’da 70 kez geçer: 2:102, 191, 193, 217; 3:7; 4:91, 101; 5:41, 49, 71;
6:23, 53; 7:27, 155; 8:25, 28, 39, 73; 9:47, 48, 49 (2 kez), 126; 10:83, 85;
16:110; 17:60, 73; 20:40 (2 kez), 85, 90, 131; 21:35, 111; 22:11, 53; 24:63;
25:20; 27:47; 29:2, 3, 10; 33:14; 37:63, 162; 38:24, 34; 39:49; 44:17; 51:13,
14; 54:27; 57:14; 60:5; 64:15; 68:6; 72:17; 74:31; 85:10.
3 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men edilmiş” anlamına
gelir. Bu ifade Kur’an’da Allah’ın
yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneler için kullanılmaktadır. Kur’an’da
haram kılınmış olan hususlar şunlardır:
ı- Ölü (leş), akıtılmış
kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına ilan edilenler (sunu, adak, ziyafet
gibi ikramlar): 16:115, 116.
ıı- Müminlerin zani (zina eden erkek), zaniye
(zina eden kadın) ile evlenmek: 24:3.
ııı- Mescidi Haram’a
müşriklerin girmesi (9:28), o bölgede
savaşmak (2:191), orayı ziyaret edenleri engellemek (22:25; 48:25), o
bölgede olanlara zarar vermek veya zulmetmek (22:25; 29:67), oraya gönderilen
hediyeleri (hayvan veya yiyecek sunularını) engellemek (48:25) ve ihramlıyken o bölgede avlanmak (5:95).
ıv- Haram Aylarda
savaşmak: 9:5, 36, 37: 2:191.
v- Masum bir canı haksız yere katletmek: 3:21, 22; 6:151; 17:33; 25:68.
192. Eğer (savaşa) son verirlerse,
o zaman bilin ki Allah Gafur’dur (Günahları
Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).1
1 Allah, azılı günahkârları ve suçluları bile
bağışlar ve onlara merhamet eder. Siz de kendinizi bu modele göre
biçimlendirmeye çalışmalısınız. Yaptığınız savaş kana susamışlığınızdan değil,
Allah rızasından kaynaklanmalı. Onlar, Allah’ın yoluna engel oldukları müddetçe
onlarla savaşın. Onlar vazgeçerse, siz de savaşı bırakın.
193. Ve fitne1 (karışıklık) kalmayıncaya
kadar onlarla savaşın, din2 (hüküm) de Allah’ın olsun!
O hâlde son verirlerse, o zaman zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.
1 “فِتْنَ”
(fitne), “sınama, deneme, ateşte eritme, karışıklık/ayrışma durumu” gibi
anlamlara gelir. Fitne kelimesi Kur’an’da 70 kez geçer: 2:102, 191, 193, 217;
3:7; 4:91, 101; 5:41, 49, 71; 6:23, 53; 7:27, 155; 8:25, 28, 39, 73; 9:47, 48,
49 (2 kez), 126; 10:83, 85; 16:110; 17:60, 73; 20:40 (2 kez), 85, 90, 131;
21:35, 111; 22:11, 53; 24:63; 25:20; 27:47; 29:2, 3, 10; 33:14; 37:63, 162;
38:24, 34; 39:49; 44:17; 51:13, 14; 54:27; 57:14; 60:5; 64:15; 68:6; 72:17;
74:31; 85:10.
2 “دين” (diyn) kelimesinin, Arapça’da “itaat”
ve ceza (karşılık)” (el-Müfredât, “dyn” md.). veya “hesap, İslâm”
(Lisânü’l-ʿArab, “dyn” md.) anlamına geldiği belirtilir. Ârâmî-İbrânî dilinde
de “דִּין” (dîn) ifadesi var ve “Yargı, hüküm, dava, adalet” anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla da üç dildeki
"dīn" kelimesi aynı kökünden gelir ve ortak olarak "hüküm,
adalet, karşılık, hesap, yargı" anlamlarına sahiptir.
194. Haram ay, haram aya karşılıktır.1 Hürmetler (ihlâli yasak olan ödev, hak) de
karşılıklıdır. O hâlde kim size saldırırsa, o zaman siz
de onun misliyle (benzeriyle) saldırın.
Ve Allah’a karşı takvalı (sakınan) olun. Ve
bilin ki Allah,
şüphesiz muttakilerle (sakınanlarla) beraberdir.
1 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men
edilmiş” anlamına gelir ve genellikle Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış
ya da nesneyi ifade eder. Aynı kökten türeyen “حَرَّمَ” (harrama) fiili
ise, “bir şeyi yasaklamak,” “bir yerden veya nesneden birilerini mahrum
bırakmak,” “bir durumu birilerine engellemek” ya da “bir şeyi dokunulmaz kılmak”
anlamlarında kullanılır.
“Haram Aylar” ifadesi, Allah tarafından yasaklar konulmuş 4 ay
için kullanılmaktadır. Söz konusu aylarda savaşmak yasaktır. Ancak bu yasak, o
yasağa saygı gösterenlere uygulanır. Bkz: 2:191; 9:5, 36, 37.
Günümüz İslam dünyasında yaygın olan Haram
Aylar, senesinin 7, 11, 12 ve 1. ayları olan Recep, Zilkade, Zilhicce ve
Muharrem’dir. Halbuki 2:197, 217; 9:2, 5, 36 ayetleri ve ayların isimleri
incelendiğinde, kutsal ayların, birbirlerini izleyen Zilhicce, Muharrem,
Safer ve Rabiül evvel (12, 1, 2, ve 3’üncü aylar) olduğu görülecektir.
195. Allah yolunda da infak edin ve kendi
ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.1 Ve hasenat (iyilik, güzellik) yapın. Şüphesiz ki Allah,
muhsinleri (Allah rızası için karşılıksız iyilik yapanları) sever.
1
Bu ifade “infak
etmeyerek kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” Şeklinde de
anlaşılabilir; “tüm malınızı infak ederek kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye
atmayın.” Şeklinde de anlaşılabilir.
196.
Allah için haccı1
ve umreyi tamamlayın. Eğer engellenirseniz, o zaman hediyeden2
kolayınıza geleni (verin).
Hediye yerine varıncaya kadar da başlarınızı tıraş etmeyin. Sizden hasta olan
ya da başından bir rahatsızlığı bulunan varsa (ve bu nedenle tıraş olursa),
sâvmdan, sadakadan3 veya nusuktan4 (kurban,
hediye veya sadakadan) fidye (versin). Güvenliğe kavuştuğunuzda ise,
hac vaktine kadar umreden faydalanmak5 isteyen kimse,
hediyeden kolayına geleni (versin). İmkân bulamayan ise, hac günlerinde
üç gün; döndüğünüzde de yedi (gün) oruç tutsun. Böylece tamamı ondur. Bu,
yakınları Mescid-i Haram’da6 olmayanlar içindir. Allah’a
karşı da takvalı (sakınan) olun ve bilin ki Allah’ın cezalandırması (verdiği
karşılık) çetindir.
1 Hac
kelimesi, Arapça’daki “bir şeyin etrafında dönmek, dolanmak” manasındaki hvc
kökünden türetildiği belirtilir. Hac kelimesi, Arapça’da da “gitmek, yönelmek;
ziyaret etmek” anlamlarında kullanılır. Ancak benzer bir kelime olan
İbranice’deki “hag” kelimesi ise “bayram” anlamına gelmektedir. Hac
kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 12 kez geçer: 2:158, 189, 196 (3), 197
(3); 3:97; 9:3, 19; 22:27; 28:27.
2 Sadaka:
Sözlükte “(haber) gerçek olmak; doğruluk” gibi anlamlara gelen sıdk kökünden
türeyen sadaka kelimesi (çoğulu sadakāt), Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak için
ihtiyaç sahiplerine yapılan gönüllü veya dinen zorunlu maddi yardımları (2:196;
9:103; 48:25), bu çerçevede verilen para ve eşyayı ifade eder. Ancak “Sadaka”
kelimesinin İbranice “sadâqâ” kelimesinin Arap harfleri ile yazılmış şekli
olduğu ve “sıdk ve hulûs (hâlislik, saflık, temizlik, doğruluk)” anlamına
geldiği yönünde bir görüş daha bulunmaktadır. Nikâh akdi kendisi ile tamamlanan
mehir için kullanılan “sadâk” sözcüğü de aynı kökten türemiştir.
Sadaka
sözcüğü türevleri ile birlikte Kur’an’da 18 defa (2:196, 263, 264, 271, 276;
3:95, 152; 4:114; 9:58, 60, 79, 103, 104; 33:22; 36:52; 39:74; 48:27; 58:12)
geçmektedir. Sadakaların farz olarak verileceği 8 sınıf
9:60’ta belirtilmektedir.
3 Hedy: hediye edilen, armağan olarak sunulan şey demektir.
Ancak birçok çeviride “hedy” sözcüğü kurban olarak çevrilmektedir. Oysa
Bu
sözcük Kur’an’da 5 defa (2/196; 5/2, 95, 97; 48/25) geçmektedir.
Hac veya umre için yola çıkmak isteye bir kimse
yoluna devam edemeyecekse, bulunduğu yerde bir hediye vermeli. Hediye ihtiyaç
sahiplerine teslim edildikten sonra da hac/umre görevini tamamlamış gibi artık
saçını kesebilir.
4 Nusuk ile ilgili açıklama 2:128’de yer alır.
5 “المتعة” (metâ), faydalanılan şey; yani eş, mal, ürün,
sermaye vb anlamlara gelmektedir. “المتعة”
(mût’a) sözcüğü de faydalanma ve menfaat sağlama anlamına gelmektedir.
6 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men
edilmiş” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da
Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış ya da nesneler için
kullanılmaktadır. Kur’an’da haram kılınmış olan hususlar şunlardır:
ı-
Ölü (leş), akıtılmış kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına ilan edilenler
(sunu, adak, ziyafet gibi ikramlar): 16:115, 116.
ıı- Müminlerin zani (zina eden erkek), zaniye
(zina eden kadın) ile evlenmek: 24:3.
ııı-
Mescidi Haram’a müşriklerin girmesi (9:28), o bölgede savaşmak (2:191), orayı ziyaret edenleri
engellemek (22:25; 48:25), o bölgede olanlara zarar vermek veya zulmetmek
(22:25; 29:67), oraya gönderilen hediyeleri (hayvan veya yiyecek sunularını)
engellemek (48:25) ve ihramlıyken
o bölgede avlanmak
(5:95).
ıv-
Haram Aylarda savaşmak: 9:5, 36, 37: 2:191.
v-
Masum bir canı haksız
yere katletmek:
3:21,
22; 6:151; 17:33; 25:68.
197. Hac,1 bilinen aylardadır.2 O hâlde kim o aylarda
haccı kendine farz kılarsa, o zaman hac sırasında kadınla rafes (cinsel
ilişki/cinsel konuşmalar) yapmasın; fasıklık da etmesin (Allah’ın
emirlere aykırı davranmasın) ve cedelleşmesin3 (çekişmesin,
kavga etmesin).4 Hayırdan her ne işlediyseniz, Allah onu
bilir. Kendinize de azık edinin; bilin ki azığın en
hayırlısı takvadır (Allah’a karşı sakınmaktır).
Ey
ulü’l-elbab5
(duruşu sağlam olanlar), Bana karşı takvalı (sakınan)
olun!
1 Hac kelimesi, Arapça’daki “bir şeyin etrafında
dönmek, dolanmak” manasındaki hvc kökünden türetildiği belirtilir. Hac
kelimesi, Arapça’da da “gitmek, yönelmek; ziyaret etmek” anlamlarında
kullanılır. Ancak benzer bir kelime olan İbranice’deki “hag” kelimesi ise “bayram”
anlamına gelmektedir. Hac kelimesi türevleriyle birlikte Kur’an’da 12 kez
geçer: 2:158, 189, 196 (3), 197 (3); 3:97; 9:3, 19; 22:27; 28:27.
2 Hac,
Kutsal Aylar süresince herhangi bir zamanda yerine getirilebilir: Zilhicce,
Muharrem, Safer ve Rebiülevvel (12, 1, 2, ve 3. hicri aylar). Siyasi otoriteler, Haccı kendi çıkarları için birkaç
gün ile sınırlamaktadır. Bakınız: 9:36, 37.
3 Bu ifade “cedelleşmek”, “delillerle tartışmak” ve “mücadele
etmek” gibi anlamlara gelen “جَدَلَ” (cedel), kelimesinden türemiştir. Mücadele,
bir sorunu çözmek, bir hedefe ulaşmak veya bir tehdidi bertaraf etmek için
kararlılıkla gösterilen çabadır. “جَدَلَ” (cedel), kelimesinden türemiş
kelimeler Kur’an’da 29 kez geçer: 2:197; 4:107, 109 (2 kez); 6:25, 121; 7:71;
8:6; 11:32 (2 kez), 74; 13:13; 16:111, 125; 18:54, 56; 22:3, 8, 68; 29:46;
31:20; 40:4, 5, 35, 56, 69; 42:35; 43:58; 58:1.
“Tartışmak”
kelimesinin Arapça karşılığı ise “نَاقَشَ” (münakaşa)
kelimesidir. Bu kelime Kur’an’da geçmez. Türkçe’de de kullanılan “مُنَاظَرَةٌ”
(Münazara) kelimesi ise “karşılıklı görüş alışverişi”, “yapıcı bir tartışma”
demektir. Bu kelime de Kur’an’da geçmez. Arapça’daki “خَاصَمَ” (khâsâmâ)
kelimesi ise “çekişmek”, “düşmanca tartışmak”, “kavga etmek” ise demektir.
Hasım kelimesi ise Kur’an’da 18 kez geçer: 2:204; 3:44; 4:105; 16:4; 22:19 (2
kez); 26:96; 27:45; 36:49, 77; 38:21, 22, 64, 69; 39:31; 43:18, 58; 50:28.
4 Bu ayete göre hac yaparken göre “cidal” yasak
ise, demek ki ondan daha ağır olan tartışmak da kavga etmek de hac yaparken
yasaktır.
5 ulü’l-elbab, ifadesi 2:179 ayetinde
açıklanmıştır.
198. Rabbinizin bir fazlını
(lütfunu, cömertliğini) aramanızda
sizin için bir cünah (sakınca) yoktur.1 O hâlde, haram aylarda Arafat’tan aktığınız
zaman Müzdelife’de Allah’ı zikredin (anın) ve O’nu size
hidayet (kılavuzluk) ettiği gibi zikredin. Sizler de daha önce delalette
(sapkınlıkta) olanlardandınız.
1
Bu cümlede haçta ticaret yapmanın bir sakıncasının olmadığının söylendiği
belirtilmektedir.
199. Ardından, insanların
aktığı yerden (Müzdelife’den Mina’ya doğru) siz
de akın edin ve Allah’tan bağışlanma dileyin. Şüphesiz ki Allah, Gafur’dur (Günahları Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).
200. Hac menseklerinizi1 (hacda yapılması gerekenleri)
bitirince de atalarınızı zikrettiğiniz (andığınız,
hatırda tuttuğunuz)
gibi, hatta daha güçlü bir zikir ile Allah’ı zikredin. İnsanlardan bazıları ise:
“Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver.” derler. Onun ahiretten bir payı2 yoktur!
1 Mensek
ile ilgili açıklama 2:128 ayetinde yer alır.
2 “خَلَاقٍ۠” (khalâkin) ifadesi, “yaratılmış şeyden nasip, pay,
hisse” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 2 kez geçer: 2:102, 200.
201. Onlardan kimi de:
‘Rabbimiz! Bize dünyada da hasene (iyilik, güzellik)
ver, ahirette de hasene ver ve bizi ateşin azabından koru.’ der.
202. İşte onlar için
kazandıklarından bir nasip (takdir edilen pay, kısmet) vardır. Allah da
hesabı çabuk görendir.
203. Sayılı
günlerde de (Mina’da)
Allah’ı zikredin (anın).
O hâlde kim iki gün içinde acele edip (Mekke’ye) dönerse,
bundan dolayı ona ism (günah) yoktur. Kim de (dönüşünü) ertelerse,
takvalı (sakınan) olduğu takdirde ona da ism (günah) yoktur. Allah’a
karşı takvalı olun ve bilin ki şüphesiz sizler, O’nun huzurunda
toplanacaksınız.
204. İnsanlardan bazılarının dünya hayatı ile
ilgili söylediklerine de hayret edersin.1 Kalbinde olana da Allah’ı
tanık tutar. O, hasımların (düşmanca
davrananların) en azılısıdır.2
1
Bu sözcük, bağlama göre “şaşırmak”, “hayret etmek”, “etkilenmek”,
beğenmek” gibi anlamlara gelen “عَجَبَ” (‘âcebe) kökünden türemiştir. Bu ifade Kur’an’da 12 kez geçer: 2:204, 221
(2 kez); 5:100; 9:25, 55, 85; 33:52; 48:29; 57:20; 63:4; 72:1.
2 Hasım kelimesi, Arapça’da “خَاصَمَ” (khâsâmâ) şeklinde geçer ve “çekişmek”,
“düşmanca davranmak”, “kavga etmek” anlamına gelir. Kur’an’da, hasım kökünden
türemiş 18 kelime geçer: 2:204; 3:44; 4:105; 16:4; 22:19 (2 kez); 26:96; 27:45;
36:49, 77; 38:21, 22, 64, 69; 39:31; 43:18, 58; 50:28.
205. Eğer dönerse, arḍda
(egemenliğindeki yerde) fesat çıkarmaya, ekini
ve nesli yok etmeye çalışır. Allah da fesadı sevmez.
206. Ona “Allah’a karşı takvalı
(sakınan) ol!” denildiğinde ise, izzeti (kendisini üstün
görmesi) kendisini ism’e (suça, günaha) sevk eder. Artık böylesine
cehennem yeter. O, ne kötü hazırlanmış bir yerdir!1
1 “مهد” (mehede)
kökü, üzerine oturulacak, yaşanılacak ya da dinlenilecek şekilde
hazırlanmış yer anlamında kullanılır. “مِهَاداًۙ” (mihâd) sözcüğü ise “yayılmış yer”, “hazırlanmış
yer”, “yaygı” veya “döşek” gibi anlamlara gelir. Bu ifade
Kur’an’da 16 kez geçer: 2:206; 3:12, 46, 197; 5:110; 7:41; 13:18; 19:29; 20:53;
30:44; 38:56; 43:10; 51:48; 74:14 (2 kez); 78:6.
207. İnsanlardan
bazıları da Allah’ın rızasını kazanmak için nefsini (kendisini,
kendinden olanları) satın alır!1 Allah da kullarına Rauf’tur (çok lütufkar ve şefkatlidir).
1 Kur’an
çevirilerinde, bazı kelimelere bilerek ya da bilmeyerek farklı anlamlar
verilerek bir çok ayetin anlamından saptırıldığı kanaati oluşmaktadır.
Bu husus ile ilgili en güzel örneklerden biri de bu ayette geçen
“نَفْسَهُ” (nefsehu) ile “يَشْرِي”
(yeşri) sözcükleridir.
“شري” (şeraye) satın almak demektir. Bu
sözcük, türevleri ile birlikte Kur’an’da 25 kez geçer: 2:16, 41, 79, 86, 90,
102 (2 kez), 174, 175, 207; 3:77, 177, 187 (2 kez), 199; 4:44, 74; 5:44, 106;
9:9, 111; 12:20, 21; 16:95; 31:6.
“can, ruh, varlık, insan, kişi vb”
gibi anlamlara geldiği belirtilen “نَفْس” (nefs)
sözcüğü ile ilgili aşağıdaki sözcüklerin de genellikle tek bir anlamı varmış
gibi çevrildiğini görüyoruz;
“أَنْفُسِكُمْ” (enfusikum), kendi
nefsiniz yani canlarınız, benliğiniz;
“أَنْفُسِهِمْ” (enfusihim), kendi nefisleri yani canları, benlikleri;
“أَنْفُسَهُمْ” (enfusehum), kendilerinden olanlar;
“أَنْفُسُكُمُ” (Enfusukum),
sizden olanlar;
“أَنْفُسَكُمْ” (enfusekum), nefisleriniz, yani sizden olanlar;
“أَنْفُسُهُمْ” (enfusuhum)
de nefisleri yani onlardan olanlar.
Yukarıdaki açıklamalardan sonra bu ayetin şu
şekilde anlaşılması gerektiği kanaatindeyiz: “İnsanlardan bazıları da Allah’ın rızasını
kazanmak için kendilerinden olanları (esirleri, borç nedeniyle rehin kalmış
veya tutuklanmış müminlere maddi olarak destek olup özgürlüklerine
kavuşturursa, Allah da bunu yapan kullarına şefkatle davranır.”
208. Ey iman edenler!
Hep birlikte silm’e (İslam’a, teslimiyete) girin ve şeytanın adımlarına
uymayın. Şüphesiz ki o, size apaçık
düşmandır.1
1
“Şeytanın (saptıranın, aldatanın) adımlarına uymayın.” ifadesi, aynı
sözcüklerle 2:168, 6:142 ve 24:21 ayetlerinde de tekrarlanmaktadır.
209. Eğer beyyineler (apaçık
deliller) size geldikten sonra ayağınız kayarsa,1 o zaman
bilin ki Allah Aziz’dir (mutlak güç ve otorite sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle
hükmedendir).
1 “زلل”
(zelâl) fiili, "ayağı kaymak, yanıltılmak, aldatılmak" gibi
anlamlara gelir. Bu fiil Kur’an’da 4 kez geçer: 2:36, 209; 3:155; 16:94.
210. Yoksa onlar, Allah’ın ve meleklerin
gölgeler içinden, buluttan çıkıp gelmesini ve işin bitirilmesini mi
bekliyorlar? İşler ise Allah’a döndürülür.1
1 Bu
dünya bir sınavdır; puta tapmayı kınayarak kendimizi Yüce Allah’ın
hükümranlığına geri aldırmak için son şansımızdır. Yüce Allah ve melekleri
göründüğü (yani kıyamet koptuğu) an herkes iman edecek ve artık sınav geçerli
olmayacaktır.
211. İsrailoğullarına sor: Onlara ayetlerden kaç beyyine1 verdik? Kim, kendisine geldikten sonra Allah’ın
nimetini (vahyi)
değiştirirse, bilsin ki Allah’ın cezalandırması (verdiği
karşılık) çetindir.
1 “Kesin
kanıt, sağlam kanıt, apaçık delil” gibi anlamlara gelen “Beyyine” kelimesi Kur’an’da
19 kez geçer (2:211, 6:57, 157; 7:73, 85,
105; 8:42, 42; 11:17, 28, 53, 63, 88; 20:133; 29:35; 35:40; 47:14; 98:1,4). Sonradan anlaşıldı ki Musa’nın kitabı da “19” ortak
paydası ile matematiksel olarak oluşturulmuştu.
212. Küfreden (vahyi örten)
kimseler için dünya hayatı ziynetlendirildi1 (donanımlı,
süslü hale getirildi). (Onlar), iman eden kimselerle de alay ederler!
Takva sahibi kimseler ise kıyamet gününde onlardan üstündür. Allah da dilediğine
hesapsız rızık verir.
1 “Ziynet” (زينة)
kelimesi Arapça’da genel olarak süs, güzellik, donatı, süs olarak kullanılan
şeyler anlamına gelir. Diğer Sâmî dillerden olan Aramice / Süryanice’de “zaynutha”
(زينوثا) kelimesi süs, güzellik, ihtişam anlamına gelir. Akadca’da
da “ṣēnu / zīnu” kökünden türeyen kelimeler de süs, donanım, takı,
güzellik anlamına gelir. Bu kelime Kur’an’da 46 kez
geçer: 2:212; 3:14; 6:43, 108, 122, 137; 7:31, 32; 8:48; 9:37; 10:12, 24, 88;
11:15; 13:13, 15:16, 39; 16:8, 63; 18:7, 28, 46; 20:59, 87; 24:31 (3 kez), 60;
27:4, 24; 28:60, 79; 29:38; 33:28; 35:8; 37:6 (2 kez); 40:37; 41:12, 25; 47:14;
48:12; 49:7; 50:6; 57:60; 67:5.
213. İnsanlar
tek bir ümmet idi. Bunun üzerine Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak nebileri
gönderdi.1 İhtilafa
düştükleri konularda insanlar arasında hüküm vermeleri için de Kitabı hak (bir
amaç) olarak indirdi.2 Ancak (kitap) verilmiş
olanlar, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra aralarındaki kıskançlık ve
ihtiras nedeniyle anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah da ihtilafa
düştükleri hususlarda iman edenlere kendi izniyle hidayet (kılavuzluk) etti.
Allah, istediği3 kimseyi sırat-ı
müstakime (doğru
olan yola) yöneltir.4
1 Benzer mesajlar: 2:213; 4:164-165; 6:48; 18:56.
2 Bu ayet “nebilere kitap verilmediği” şeklindeki
anlayışın yanlışlığının delillerindendir. Benzer mesajlar: 17:55; 19:30.
3 “Şae” sözcüğü, “istediğini” anlamına gelmektedir.
Benzer mesajlar: 2:142, 272; 6:88; 10:25; 13:27; 14:4; 16:93; 22:16;
24:35, 46; 28:56; 35:8; 39:23; 42:13; 74:31.
4 “Sırat-ı Müstakim”
ile ilgili açıklama 1:6’da yer alır.
214. Sizler, sizden öncekilerin başına
gelenlerin bir benzeri sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız!1 Yoksulluk ve sıkıntı
onlara isabet etmiş ve sarsılmışlardı. Hatta resul de onunla iman edenler de: “Allah’ın
yardımı ne zaman?” diyorlardı.2 İyi bilin ki şüphesiz Allah’ın
yardımı yakındır.
1 Benzer mesajlar: 3:142; 9:16; 29:2,3,27.
2 Benzer mesaj: 6:34; 12:110; 22:40; 37:171-173; 40:51; 47:7
215. Sana,
ne infak edeceklerini soruyorlar.1 De ki: “Hayır olarak
infak ettiğiniz şey, ebeveynler (ana-baba),
akrabalar, yetimler, miskinler ve yol oğlu (yolda kalmış çaresiz kişiler)
içindir.2 Hayır (iyi ve doğru iş) olarak ne
yapıyorsanız, şüphesiz ki Allah onu bilendir.”
1
Kur’an’ı
incelendiğinde infakın, zekatı da zorunlu ve gönüllü verilen sadakaları da
kapsadığı görülür. Örneğin 63:10 ayetinde infak ile sadaka kastedilir. Bu
ayette ise zekat kastedilir. Çünkü 17:26 ve 30:38 ayetlerinde de “Akrabaya,
miskine ve yol oğluna hakkını ver...” haklarının verilmesi emredilmektedir. İnfak, elde edilen kazanca göre ayni ve/veya
nakdi varlıkları kapsar.
2 Zekât verilecek kişiler bu ayette
açıklanmaktadır. Zekât ayeti ise 6:141 ayetidir. Zekât ile
ilgili açıklama 6:141’de yer alır.
Zekât, ayette
belirtilen sıraya göre verilmelidir:
ı. Ana-baba,
ıı. Akrabalar (kardeşler de dahil),
ııı. Yetimler,
ıv. Miskinler, (Temel ihtiyaçlarını (beslenme, barınma,
sağlık vb.) dahi karşılayamayan veya büyük zorluk çeken kişi)
v. İbnu’s-sebili “yol oğlu” demektir.
Bu bir deyimdir. Seyahatte iken parasız kalmış olanlar, yolda kalmış olanlar,
sığınmacılar ve mülteciler bu kapsama girmektedir.
216. Size kıtal (savaş)
farz kılındı. O ise hoşunuza gitmez. Hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı
olabilir; hoşunuza giden bir şey de şer (kötü) olabilir. Allah bilir,
siz ise bilmezsiniz.
217. Sana
haram ayda savaşmayı soruyorlar.1 De ki: “Onda savaşmak büyüktür (büyük günahtır). (İnsanları) Allah
yolundan alıkoymaktır. Onunla küfretmek (hakkı
örtmek) ve Mescid-i Haram2 ve onun halkını oradan çıkarmak ise
Allah katında daha büyüktür. Fitne (zulüm, işkence) de kitalden (savaştan,
öldürmekten) daha büyüktür. Güçleri yeterse, dininizden döndürünceye kadar durmadan
sizinle savaşırlar. Sizden kim dininden dönerse3 ve ölürse, o da kâfirdir!
Bundan dolayı onların yaptıkları, dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ateşin
halkı da işte onlardır; onlar orada kalıcıdırlar.
1 “حَرَام” (haram) sözcüğü, “yasak” veya “men
edilmiş” anlamına gelir ve genellikle Allah’ın yasakladığı bir fiil, davranış
ya da nesneyi ifade eder. Aynı kökten türeyen “حَرَّمَ” (harrama) fiili
ise, “bir şeyi yasaklamak,” “bir yerden veya nesneden birilerini mahrum
bırakmak,” “bir durumu birilerine engellemek” ya da “bir şeyi dokunulmaz kılmak”
anlamlarında kullanılır.
“Haram Aylar” ifadesi, Allah
tarafından yasaklar konulmuş 4 ay için kullanılmaktadır. Söz konusu aylarda
savaşmak yasaktır. Ancak bu yasak, o yasağa saygı gösterenlere uygulanır. Bkz:
2:191; 9:5, 36, 37.
Günümüz
İslam dünyasında yaygın olan Haram Aylar, senesinin 7, 11, 12 ve 1. ayları olan
Recep, Zilkade, Zilhicce ve Muharrem’dir. Halbuki 2:197, 217; 9:2, 5, 36
ayetleri ve ayların isimleri incelendiğinde, kutsal ayların, birbirlerini
izleyen Zilhicce, Muharrem, Safer ve Rabiül evvel (12, 1, 2, ve 3’üncü
aylar) olduğu görülecektir.
2 Mescid-i Haram yani Kabe ile ilgili olarak Allah’ın koymuş olduğu yasaklar şunlardır:
ı- Müşriklerin Kabe’ye yaklaşması
yasaklanmıştır. Bkz: 9:28.
ıı-
Kabe bölgesinde birilerini öldürmek, birileriyle savaşmak veya birilerine
saldırmak yasaklanmıştır. Bkz: 2:191; 29:67; 27:91.
ııı-
Kâbe’yi ziyaret etmek isteyen müminleri engellemek yasaklanmıştır. Bkz: 48:25;
22:55.
ıv-
Kâbe’yi ziyaret etmek isteyen müminlerin ihramlıyken avlanmaları
yasaklanmıştır. Bkz: 5:95, 96.
3 Benzer mesajlar: 5:54; 47:38. Bu ayetlere göre, mürted
yani dinden dönen kişi öldürülemez. Dinden dönenlere dünyada uygulanacak
herhangi bir cezadan söz edilmemektedir. 47:38’de de dinden yüz çevirenlerin
öldürülmesinden değil, yerlerine başkalarının değiştirileceğinden söz
edilmektedir. 6:89, 133, 14:19 ve 35:16 gibi ayetlerde de verilmek istenen
mesaj bu şekildedir. Konuyla ilgili bilinmesi gereken ayetlerden birisi ise şu
ayettir: “Özür dilemeyin! Andolsun ki imanızdan sonra küfrettiniz (hakkı
örttünüz). İçinizden bir grubu affetsek bile, mücrim (azılı suçlu) olmalarından
dolayı bir gruba azap ederiz.” (Tevbe, 9:66)
218. Şüphesiz ki iman eden kimseler, hicret eden
kimseler ve Allah yolunda cihad1 eden kimseler, işte onlar
Allah’ın merhametini umar. Allah da Gafur’dur (Günahları Örten ve Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).
1 “Cihad” sözcüğü Arapça’da bir amaca ulaşmak için kişinin elinden
gelen çabayı sarfetmesi anlamına gelir. Ancak çoğu Kur’an çevirilerinde buna genellikle
savaşmak anlamı verilmektedir. “Cihad edenler” ifadesini de “Savaşanlar”
biçiminde çevirmektedirler. Oysa “Cehd” kökünden gelen sözcükler, akılcı ve
düşünsel çabalar anlamına gelir. Savaş ise “Kital” kökünden gelen sözcüklerle
Kur’an’da bildirilmiştir.
Mücahid ise; her zaman idealini elde etmeye
çalışan, onu dili ile, kalemi ile başkalarına ulaştıran ve onun yolunda tüm
kalbi ve bedeni ile çalışan kimsedir.
Böylece, bir Müslim’in cihadının “kâfirleri
ortadan kaldırmak için açılmış genel bir savaş” olmadığı açığa kavuşur.
219. Sana hamr1 ve meysir’i2 soruyorlar.
De ki: “Şüphesiz ki ikisinde büyük bir ism3 (suç, günah,
kabahat) vardır. İnsanlar için bazı menfaatler (çıkarlar)
de (vardır). Ancak onların ism’i faydasından daha büyüktür.” Sana
neyi infak (karşılıksız yapılan yardım, destek) edeceklerini de soruyorlar.
De ki: “Affı!”4 Allah ayetleri size işte böyle açıklıyor. Belki
tefekkür edersiniz.
1 Arapça “خ م ر”
(hmr) kökünden türemiş olan bu ayetteki خمر (hamr)
kelimesi, “alkollü
içecek ve üzüm şarabı” gibi anlamlara gelir. Mecaz olarak “sarhoşluk veren, örten,
gizleyen” anlamında kullanıldığı da belirtilmektedir. Arapça’daki “hamr”
sözcüğü ile eş anlamlı olan Süryanice (Aramice) kökenli “חֲמַ֣ר” (hamar)
sözcüğü de “şarap” ve “fermente içki” anlamlarına gelmektedir. Bu ifade
Tevrat’ın (Eski Ahit’in) Aramice bölümlerinde geçmektedir: Ezra, 6:9; 7:22;
Daniel, 5:1, 2, 4, 23.
Bu kelimenin sadece “şarap” veya “içki” olarak
çevrilmesi, ayetin kapsamını daraltmaktadır. Kur’an, alkollü içeceklerin bazı
yararları olmasına rağmen zararlarının daha büyük olduğunu bildirir ve müminlere
yasaklar (2:219; 5:90,91).
2 “مَيْسِرِ” (meysir), “kolaylaşmak, kolay olmak”
anlamındaki yesr kökünden türeyen bir kelimedir. Arap toplumunda oklarla oynanan
bir şans oyununu ifade eder. Bu oyun, kesildikten sonra eti paylara bölünen bir
hayvandan (çoğunlukla dişi deve) pay kazanmak amacıyla üzerlerinde pay ve risk
değerleri yazılı, her biri ayrı isimle anılan belirli sayıdaki okların
çekilmesi suretiyle oynanırdı.
Kelimenin terim anlamı, hem çaba göstermeden bir
malı kolayca ele geçirmeyi hem de maddî kazanç sağlamayı ifade ettiği için
sözlük manasıyla paralellik göstermektedir. Bir diğer görüşe göre ise meysir
kelimesinin kökünde “bölüşmek” anlamı olup oyun için kesilen hayvan
bölüştürüldüğünden bu şekilde adlandırılmıştır. Meysirde etlerin
bölüştürülmesini yöneten kişiye yâsir yahut kaddâr, bu oyunu oynayan topluluğa
eysâr (tekili yeser ve yâsir) adı verilir.
Kur’an’da üç ayette hamr ile birlikte zikredilen
meysir, Bakara suresi 2/219 ayetiyle kınanmış, Mâide suresi 5/90-91 ayetleriyle
de kesin olarak yasaklanmıştır.
Türkçede kullanılan kumar sözcüğü de Arapça’daki
“القمار”
(kımar) sözcüğünden türemiştir. Bu nedenle de Meysirin özel bir kumar türünü
mü yoksa bütün kumar çeşitlerini mi kapsadığı ihtilaflı bir konu olmakla
birlikte bu ayetlerle bütün kumar çeşitlerinin yasaklandığı kanaati daha
güçlüdür.
3 İsm (إِثْم) kelimesi
Arapçada 'günah', 'suç', 'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi anlamlara
gelir. İbranice’deki אַשָּׁם (asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç',
'günah' ve 'kabahat' anlamlarını taşır..
4 “عَفْوَۜ” (Afv), “silmek, iz bırakmadan
ortadan kaldırmak, affetmek, geçip gitmek, yok etmek ve artan, fazlalık kalan
şey” gibi anlamlara gelir.
220. Dünyada da ahirette de. Ve sana yetimleri
soruyorlar. De ki: “Onlar için ıslah etmek (durumlarını düzeltmek) hayırlıdır. Onlara karışırsanız, o
zaman onlar sizin kardeşlerinizdir. Allah da fesat edeni ıslah edenden bilir (ayırt
eder). Allah isteseydi sizi de sıkıntıya sokardı1.2
Şüphesiz ki Allah Aziz’dir (mutlak güç ve otorite sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle
hükmedendir).
1 “أعنَتَ”
fiili, “zorlaştırmak, güç duruma sokmak, zora koşmak” demektir. Bu ifade
Kur’an’da 4 kez geçer: 2:220; 3:118; 4:25; 49:7.
2 Yetimler, toplumun en önemli sınav ve takvayı elde etme yoludur.
Mekke dönemi surelerde bu kelime el-yetîm şeklinde tekil kullanılmaktayken,
Medine döneminde kelimenin el-yetâmâ kalıbında çoğul getirilmektedir. Bunun
sebebi ekonomik işleyişlerde özellikle yetimlerin öncelenmesi gerektiğine dair
bir bilinçlendirmede bulunmak ve artık yetimlerle ilgilenmenin toplumsal bir
görev olarak kabul edilmesi gerektiğini öğretmektir. Bu ayette bu sorumluluğun
nasıl yerine getirilmesi gerektiğine dair prensipler ele alınmakta ve ilahi
bildirimler Müslimlerin gündemine getirilmektedir.
221. Müşrik kadınları
da iman edinceye kadar (mümin
erkeklerle) nikahlanmayın! İman eden bir emet1 (ihtiyaç
nedeniyle para veya iaşe karşılığı çalışan hizmetkar), beğenmiş olsanız bile
müşrik bir kadından daha hayırlıdır! Müşrik erkekleri de iman edinceye kadar (mümin
kızlarla) nikahlamayın! Mümin bir abd2 (kul/hizmetkar)
de, beğenmiş olsanız bile müşrik bir erkekten hayırlıdır!
İşte onlar (müşrikler) ateşe çağırırlar!3
Allah ise kendi izniyle (izin verdiklerini) cennete ve mağfirete (affa)
çağırır. İnsanlara da ayetlerini açıklar; belki zikrederler
(hatırda tutarlar, anarlar).4
1 Cariye kelimesi Arapça olduğu hâlde Kur’an’da geçmez. Ancak
maalesef bir çok kişi “emet/âmât” gibi kelimeleri cariye şeklinde çevirir. Oysa
söz konusu kelime Sami dillerde kullanılan ortak kelimelerden biridir ve “אֲמָת” (âmât), genellikle daha zorlu işlerde, tarım
işlerinde çalışan kız ya da kadın hizmetçi için kullanılır.
Bunların hakları şöyledir: “Bir adam kızını
âmât olarak satarsa; o (kız), erkek kulların yaptığı gibi çıkmayacak (başıboş
bırakılmayacak). Onu kendine (nişanlı, eş) belirleyen efendisini memnun
etmezse, o zaman (efendisi) onu kurtaracak (onu özgür
kılacak ve onun güvende kalmasını sağlayacak). Kendisine aldatıcı
davrandığı için de onu yabancıya (mümin olmayana) satma hakkı yoktur. Onu oğluyla evlendirirse, kendi kızlarına
davrandığı gibi davranacak. (Efendisinin oğlu) kendisine başka bir eş (daha)
alırsa, onun yiyeceğinden de giysisinden de vakit haklarından (evlilik
haklarından) da eksiltmeyecek. Ve (efendisi) bu üçünü ona yapmazsa, o zaman
(kız) ücretsiz olarak çıkacak (karşılıksız olarak serbest kalacak).” (Çıkış,
21:7-11).
2 Sâmî dillerde kullanılan ve İbranicede de “abd/ebed” (עבד)
(çoğulu: abadim) olan sözcük, çalışmak anlamına gelen “bd” kökünden
türemiştir. “ebed” sözcüğü,
“işçi” ve “efendisine hizmet eden; onun emirlerini yerine getiren
memur/hizmetkar” anlamlarına gelmektedir.
Bu
nedenle kulluk sistemini “Ücret karşılığı Çalışan Kullar” ve “Zorunlu Olarak
Çalışan Kullar” şeklinde gruplara ayırmayı daha uygun gördük.
I- Ücret karşılığı Çalışan Kullar: Ücret
karşılığına, bir evde veya sarayda çalışan tüm işçi ve memurlar bu sınıfa
girmektedir. Bunlar kesinlikle hürdürler, sözleşmelerine uygun olarak da
istedikleri zaman işlerinden ayrılabilirlerdi.
Bu
ayetlerde (Başlangıç, 24:2-4) geçen ve İbrahim Nebinin, oğlunu evlendirmesi
için yardım istediği ve kendisinden rica edip yemin ettirdiği kul (hizmetkar),
bu statüde olan biridir.
Aynı
şekilde; “Ve avimelek (kral) sabah erkenden kalktı ve tüm kullarını çağırdı ve
tüm bunları kulaklarına anlattı ve adamlar çok korkmuştu.” (Başlangıç 20:8)
ifadelerinin yer aldığı ayetten da kralın kulları ile onun emri altındaki
önemli makamlardaki görevlilerin kastedildiğini anlıyoruz.
ıı- Zorunlu Olarak Çalışan Kullar:
İkinci
yol ise; Kişi geçimini sağlamakta zorluk yaşıyorsa, son çare olarak kendisini
bu statüye satma seçeneğine sahiptir. İbrani olan kullar, 6 yıl kulluk edecek,
ama 7’nci yıl karşılık ödemeden özgür olacak. (Çıkış, 21:2) Ayrıca İbraniler,
kul olarak bir başkasına satılamazlar. (Levililer, 25/42)
Eğer
bir adam İbrani kızını kul olarak satarsa, o kız ergenliğe girdiğinde özgür
statüsü kazanır. Ancak özgür kaldığında gidecek yeri yoksa, erkek kullar gibi
özgür bırakılmayacak ve efendisi ona ücret ödeyecek ya da kendi kızı gibi
bakacak. (Çıkış, 21:7-9)
Borcu
yüzünden kul (hizmetkar) durumuna düşen bir İbrani’ye efendilik edilmeyecek ve
sert davranmayacak. Ona, yanında çalışan ücretli bir işçi ya da yabancı gibi
davranılacak. (Levililer, 25/39, 40, 43, 46)
Borcu
olan bir kişi, borcu karşılığında bir müddet kendisini veya ailesinden
birilerini borçlu olduğu kişiye bir senet/vesika karşılığında satıp ona
hizmetkarlık edebiliyordu.
İbrani
asıllı olup borcu sebebiyle köle olanların köleliğine gelince; borcu ne kadar
olursa olsun, yubil’in ilk yılında sonar ermektedir (Levililler, 25:41). Aynı
durum, fakirler için de geçerlidir. O yılda toprağını ve mülkünü geri alır
(Levililler, 25:10,13) ve kendi ailesinin yanına dönebilir (Levililler, 25:41)
“Yubil”,
İbranicede “koç boynuzu” demektir. Yubil yılında araziler nadasa “dinlenmeye”
bırakılır, bütün borçlar affedilir, sahiplenilmiş araziler ilk sahiplerine iade
edilir ve fakirlik nedeniyle başkalarının yanında kul (hizmetkar) olarak
çalışmak zorunda olan Yahudiler azat edilir. “Yubil” sözcüğü Latinceye
“jubilaeus”, Fransızcaya da “jubile” şeklinde geçmiş.
b- Yahudi olmayan Kullar (Hizmetkarlar): Tevrat’a
göre yabancılardan olan âmâtlar (kadın hizmetkarlar) ve kullar (erkek
hizmetkarlar) satın alınabilir. Yahudi, onları miras olarak çocuklarına bırakabilir. Yabancılar
sürekli olarak kul kalabilirler, çünkü onların kulluk edecekleri yılları
kısıtlayan bir madde de yoktur. (Levililer, 25:44-46)
c- Savaş Esiri Kullar: Normalde
savaşın galipleri, esirleri tasfiye ederken mübadele ve fidyenin dışında,
müracaat edilen yöntemlerin başında da öldürme gelmektedir. Bu tasfiyenin bir
başka yolu ise köle statüsüne sokup, öldürülmelerini engellemektir.
Tevrat da bugün
bilinen anlamdaki kölelik sistemini kabul etmemektedir. O
dönemlerde hapis sistemi de olmadığından dolayı
savaş esirleri de cezalarını aynı kulluk (işçilik) sistemiyle
çekiyorlardı. (Sayılar, 31:25, 27). Savaş mahkûmlarının veya suçluların kulluk
yıllarını kısıtlayan bir madde de yoktur. (Levililler, 25:46)
Kulların
(Hizmetkarların) Tevrat’taki haklarından bazıları da şunlardır:
1-
Kim, birini kaçırırsa, onu ister satmış olsun, ister elinde tutsun, kesinlikle
öldürülecektir. (Çıkış, 21:16)
2-
Kullar, efendilerinin ailesinden sayılırlar. Bunun için de Şabatta (cumartesi
günü) çalıştırılmayacak (Çıkış, 20:10, 23:12; Yasanın
Tekrarı, 5:14) ile dini bayramların (Yasanın Tekrarı, 16:11-14, 12:18) hak ve
sorumluluklarını taşırlar.
3-
Efendisi nelerden yiyorsa kulu da o ondan yiyecek. (Levililer 25:6)
4-
Başkasının kuluna kötü davranmak suçtur (Çıkış, 20:17)
5-
Kişi, kendisi ile ters düşen kul ve hizmetkarın hakkını yemeyecek. (Eyüp,
31:13, 14)
“Ey
efendiler, gökte sizin de bir Efendiniz olduğunu bilerek kullarınıza adalet ve
eşitlikle davranın.” (İncil, Koloseliler, 4:1)
6-
Bir kişi erkek ya da kadın kulu değnekle döverken öldürürse, kesinlikle
cezalandırılacaktır. (Çıkış, 21:20)
7-
Efendisi tarafından gözü kör edilen veya dişi kırılan kadın veya erkek kul
artık özgürdür. (Çıkış, 21:26, 27)
8-
Sahiplerinin malı olmalarına rağmen kendileri başka mallara sahip olabilirler.
Bir kul, eğer gücü yeterse, kendisi bedelini
ödeyerek özgür kalabilir. (Levililer, 25/48, 49)
9-
Kulun satın alındığı ücret, 6 yıla göre bölünecek ve kul geri kalan yılların
ücretini ödeyebilirse özgürlüğünü geri alabilecek. (Levililer, 25/50-53)
10-
Kul, özgür bırakırken, eli boş gönderilmeyecek. Efendisi ona davarlarından,
tahıllarından ve şarabınızdan bol bol verecek. (Yasanın Tekrarı, 15:13, 14)
11-
Bekâr geldiyse, yalnız kendisi özgür olacak; evli geldiyse, karısı da özgür
olacak. (Çıkış, 21:3)
12-
Efendisi kendisine bir kadın verir ve o kadından çocukları olursa, kadın ve
çocuklar efendisinde kalacak ve yalnız kendisi gidecek. (Çıkış, 21:4)
13-
Kullardan ergenliğe giren kızlar özgür statüsü kazanır. Ancak özgür kaldığında
gidecek yeri yoksa, erkek kullar gibi özgür bırakılmayacak. Efendisi ya onu
ücretli kul olarak ile çalıştıracak ya da kendi kızı gibi bakacak. (Çıkış,
21:7-9)
14-
Efendisi kızla nikahlanırsa artık özgür sayılır. Ama nişanlanır sonra kızdan
hoşlanmazsa, yabancıya satamaz. Kızın, kendi ailesi tarafından geri alınmasına
izin verir. (Çıkış, 21:8)
15-
Efendisi ikinci bir kadınla evlenirse, ilk karısını nafakadan, giysiden,
karılık haklarından yoksun bırakmamalıdır. (Çıkış, 21:10)
16-
Kul (hizmetkar) bir kızı oğlu ile nişanlarsa, ona kendi kızı gibi
davranmalıdır. (Çıkış, 21:9)
17-
Eğer efendisi ona kızı gibi bakmazsa ve ailesine göndermezse ve nafakasını,
giysilerini karşılamaz, onu karılık haklarından mahrum bırakırsa o kız artık
özgür olur. (Çıkış, 21:11)
18-
Efendisinden kaçıp size sığınan kul, efendisine teslim edilmeyecek ve özgür
bırakılacak. (Yasanın Tekrarı, 23/15, 16)
19-
Çalışma şartlarından memnun olan kullar, borçları bittikten sonra bir maaş
karşılığında aynı sahibin evinde çalışmayı isterlerse yaşamını aynı evde
sürdürebiliyorlardı. Nitekim böyle yapanlar, evin sahibiyle ant içip eve
(“Beyt”e) olan bağlılıklarının bir sembolü olarak kulaklarını delerlerdi
(Çıkış, 21:5-6)
Yemin
eden kullar, ailenin bir parçası sayılır ve belirli koşullara göre
efendilerinin mirasçısı da olabilirler. (Çıkış, 12:45; Başlangıç, 15:3)
20-
İman eden kullar sünnet edilir (Başlangıç, 17:27)
21-
Tevrat’taki “hizmetkarlarınızı çocukları” ve “evinizde doğanlar” ifadesinden
kulların çocuklarının da kul statüsünde olduğu anlaşılmaktadır. Sahibin
çocukları gibi kulların çocuklarına da temel dini bilgiler vermek efendinin
vazifeleri arasındadır. Ancak bu kulun
Museviliği kabul etme şartına bağlıdır (Çıkış, 23:12; Başlangıç, 17:12-13;
Levililer 22:11)
Açıklama:
Tevrat’ta kadın hizmetkarlar için “שִפְחָה” (şifha), “אֲמָת”
(âmât), “פִֽלַגְשִׁ”
(filegeş)
ifadeleri kullanılmaktadır. Gelenekçi Müslüman din adamlarının, Arapça bir
kelime “cariye” sözcüğü Kur’an’da geçmediği hâlde Kur’an’da geçen bazı
kelimelere cariye anlamı verdikleri gibi; Yahudi din amları da bu sözcüklere,
Talmud gibi kitaplarında cariye anlamı da vermiş ve Tevrat’ta kullanıldığından
farklı şekilde anlamlar yüklemişler.
3
Bu ayet her türlü şirkin nikâha engel olduğunun delilidir.
4 İslam
öncesi Arap toplumunda; savaş esirleri, memleketinden veya kervandan kaçırılmış
olanlar, yüksek faiz veya başka bir nedenle borçlu duruma düşmüş kişiler
köleleştirilir; alınıp satılır ve kadın olanları (cariyeler) da her türlü gayri
ahlaki iş için de kullanılırdı. İslam,
ilk yıllarından bu kölelik sitemine ve cariyeliğe karşı çıkmış ve tamamen
kaldırmıştır. Ancak Kur’an’da savaş hukuku gereği savaş esirlerinden söz
edilmektedir. Onların da bedelli (ücret karşılığı) veya bedelsiz bırakılmaları
(47:4), durumu müsait olanlarla özgürlük sözleşmesi yapılması (24:33), bazı
kefaret (günah ve hataları örten, telâfi eden) uygulamalarında bazen ilk
sıradaki seçenek olarak sunulması (4:92; 5:89; 58:3) gibi hususlar, savaş
esirleri için de özgürlük yolları açmıştır. Hatta sadaka verilecek sekiz
gruptan biri olması (9:60), iyilik ve takvada (duyarlılıkta) onlara yardımın
öne çıkartılması (2:177; 4:36; 24:33) ve akabe denen sarp yokuşu aşmanın
boyunduruk altında olanı özgürleştirmek olduğu (90:11-13) gibi ifadeler ile
gayrimüslimlerin elindeki kölelerin ve savaş esirlerinin özgürleştirilmesi için
müminlerin teşvik edildiğini görüyoruz. Ayrıca bu ayet ile de müminlerin müşrik
biriyle evlenmesi yasaklandığını ve müminlerin mümin erkek veya kadın kölelerle
nikah kıyarak evlenmesini, 23:32 ayetinde de maddi durumu olmayan kölelere
maddi destek sağlayarak evlendirilmelerinin ve özgürlüklerine kavuşturulmalarının
teşvik edildiğini görüyoruz.
222. Sana regl dönemini¹
soruyorlar. De ki: ‘O, bir eziyettir. O hâlde, regl döneminde olan kadınlara (cinsel
olarak) uzak durun. Temizleninceye kadar da onlara yaklaşmayın.
Temizlendiklerinde ise Allah’ın size emrettiği yerden (kadının cinsel
organından) onlara yaklaşın. Şüphesiz ki Allah, tevbe edenleri de
temizlenenleri de sever.’2
1 “مَح۪يضِ”
(mehiyd) sözcüğü, genellikle “adet dönemi” veya “adet kanaması” anlamına
gelir. Kadınların üreme döngüsüyle ilgili bir terimdi. Bu ifade Kur’an’da 4 kez
geçer: 2:222 (2 kez); 65:4 (2 kez).
2 Kadınların aybaşı (regl, adet) durumunda
yalnızca cinsel ilişki yasaklanmıştır. Benzer yasak Tevrat’ta da yer alır:
“Âdet hali kirliliğinde olan kadınla ilişkiye
girmek için ona yaklaşmayacaksın.” (Levililer 18:19)
Bu durumdaki kadınların; Kur’an okuması, dua
etmesi, Allah’ı zikretmesi, hac yapması (tavaf dışındaki bütün görevleri
yapması) ve camilere girmesi ise yasaklanmamıştır.
Oysa
bu ayetlerin ilk defa İncil’de anlatılan bir olay ile nesh edildiği
(kaldırıldığı) kanaatindeyiz. Çünkü söz konusu ayette adetli olan kadın İsa’ya
dokunur, ancak İsa Nebi elbisesinin kirlendiğinden söz etmez: “Kendisine (İsa’ya)
tekrar tekrar yalvarıp, “Küçük kızım ölüm döşeğinde. Ne olur gel, ellerini onun
üzerine koy da iyileşsin, yaşasın” diyordu. İsa onunla gitti. Büyük bir
kalabalık da ardından gidiyor ve onu sıkıştırıyordu. Orada, on iki yıldır
kanaması olan bir kadın vardı. Birçok hekimin elinden çok çekmiş, varını yoğunu
harcamış, ama iyileşeceğine daha da kötüleşmişti. Kadın, İsa hakkında
anlatılanları duymuştu. Bu nedenle, kalabalıkta O’nun arkasından gelip
giysisine dokundu. İçinden “Giysilerine bile dokunsam kurtulurum” diyordu. O
anda kanaması kesiliverdi. Kadın, bedeninin derinliğinde acıdan kurtulduğunu
hissetti. İsa ise, kendisinden bir gücün akıp gittiğini hemen anladı.
Kalabalığın ortasında dönüp, “Giysilerime kim dokundu?” diye sordu. Öğrencileri
O’na, “Seni sıkıştıran kalabalığı görüyorsun! Nasıl oluyor da ‘Bana kim dokundu’
diye soruyorsun?” dediler. İsa kendisine dokunanı görmek için çevresine
bakındı. Kadın da kendisindeki değişikliği biliyordu. Korkuyla titreyerek
geldi, İsa’nın ayaklarına kapandı ve O’na bütün gerçeği anlattı. İsa ona, “Kızım”
dedi, “İmanım seni kurtardı. Selametle git, derdinden şifa bul.” (Markos,
5:23-34; Benzer olay Matta 9: 20-22 ve Luka 8: 43-48 ayetlerinde de
anlatılmaktadır.)
Ayrıca
Kur’an’daki bu
ayet de Tevrat’taki bu uygulamaları da nesh etmiş (kaldırmış) olmaktadır.
223. Kadınlarınız sizin
için bir ekinliktir.1 O hâlde ekinliğinize
dilediğiniz şekilde varın; nefsiniz (kendiniz, sizden
olanlar) için de (salih ameller, iyilikler, ahiret azığı) takdim edin
(yapın, hazırlayın). Allah’a karşı da takvalı (sakınan) olun ve
bilin ki şüphesiz Onunla buluşacaksınız.” Müminleri de müjdele!
1
Bu ifadeyle kadın aşağılanmamış, aksine ‘insanın
yaratıldığı öz’ anlamındaki toprak benzetmesiyle yüceltilmiştir. İnsan kadında
yaratılır; dolayısıyla kadın verimin, üretkenliğin ve değerin kaynağıdır. ‘Ekim
yeri’ ifadesi, ürün alınan yer olan rahme işaret eder. Dolayısıyla cinsel
ilişkinin de ancak rahme ulaşan yoldan gerçekleşmesi meşru kılınmıştır.
224. Allah’ın adını anarak
ettiğiniz yeminleri, birr¹ (iyilik, doğruluk, erdem),
takvalı (sakınan) olmanız ve insanların arasını düzeltmeniz için bir
engel yapmayın! Şüphesiz ki Allah, Semi’dir (İşitendir), Alim’dir (Bilendir).
1 “بِرّ”
(birr) Arapçada, “iyilik, doğruluk, erdem” gibi anlamlara gelir.
2 Bu ayet her türlü iyiliği kapsamakta olup,
önceden edilmiş yeminlerin iyilik yapmaya engel olmadığını hükme bağlamaktadır.
Yanlış yeminlerin bozulması gerektiği 66:2’de de yer alır.
225. Allah, yeminlerinizdeki boş sözlerden dolayı sizi sorumlu
tutmaz. Fakat kalplerinizin kazandıklarından (niyetinize
göre) sizi sorumlu tutar. Allah, Gafur’dur (günahları örten ve
bağışlayandır), Halim’dir (Azgın kullarına hemen
ceza vermeyen; sabreden, gözeten ve affı bol olandır).
226. Kadınları üzerine ilâ’da1 bulunan kimseler için dört ay mühlet (bekleme
hakkı) vardır. Eğer (bu hatadan) dönerlerse, şüphesiz
ki Allah, Gafur’dur
(Günahları Örten ve
Bağışlayandır), Rahim’dir (Merhametlidir).
1 “أ ل ي” (ilâ), bir şey üzerine yemin etmek demektir. Bu ifade
Kur’an’da 2 kez geçer: 2:226; 24:22.
Nebî'den sonra uydurulan mezheplerin âlimleri,
kendi hükümleriyle sayısız ailenin dağılmasına sebep olmuşlardır. Bununla da
yetinilmemiş; kızgınlıkla veya kazara sarf edilen bir sözden pişman olan ve
eşiyle yeniden evlenmek isteyen kimseler, din adamlarından fetva almak zorunda
bırakılmıştır. (Bkz. Bakara 2:229).
227. Eğer boşamaya
kararlı iseler, o hâlde şüphesiz ki Allah, Semi’dir (işitendir),
Alim’dir (bilendir).
228. Boşanan kadınlar da
nefisleriyle (kendilerinden olanlarla) üç kur (adet/regl
dönemi) beklerler.1 Eğer Allah ve ahir (son, ahiret)
gün ile iman etmişlerse, o halde rahimlerinde Allah’ın yarattığını gizlemeleri2
onlar için helal değildir. Eğer barışmak isterlerse, kocalarının3
onları geri almada daha çok hakkı vardır. Onların (kadınların) da (kocaları)
üzerinde maruf (vahye uygun, meşru) ve benzeri hakları vardır. Adamların
da onların üzerinde bir derece fazla (hakkı vardır). Allah da
Aziz’dir (mutlak güç ve otorite sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle
hükmedendir).
1 Boşanmanın gerçekleşebilmesi için üç adet/regl döneminin dolması
gerekmektedir. Bu süreyi de kocalarının evlerinde geçirme hakları vardır: “Ey
Nebi! Kadınları boşayacağınız zaman, iddet sürelerini gözeterek boşayın ve
iddetlerini sayın. Rabbiniz Allah’a karşı takvalı olun. Açıkça fahşa (çirkin
bir iş, büyük bir günah) yapmadıkça onları evlerinden çıkarmayın, onlar da
çıkmasınlar.” (Talak, 65:1)
2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak”
anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146,
159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110;
24:29; 40:28.
3 “بَعْل”
(ba’l), “koca, eş (erkek)” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 6 kez geçer:
2:228; 4:128; 11:71; 24:31 (3 kez).
229. Talak (boşama)
iki defadır. O zaman ya maruf ile (meşru, vahye uygun şekilde) barındırmak
ya da güzellikle bırakmaktır. Kadınlara vermiş olduklarınızdan (hakları
olan mehir ve hediyelerden) bir şey almanız da size helal olmaz. Ancak o ikisi Allah’ın koyduğu sınırlarını koruyamamaktan1
korkarlarsa, o zaman sizin de onların bu sınırları koruyamayacaklarından
korkarsanız, kadının fidye (boşanmak için bedel, tazminat) vermesinde
her ikisi için de bir cünah (engel, sakınca) yoktur.2 İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır! O hâlde onları
aşmayın! Kim Allah’ın sınırlarını aşarsa, zalim olanlar
işte onlardır!
1 Bu
kelime “sağlamlık, doğruluk, istikrar ve dik duruş” gibi anlamlara gelen 'ق و
م' (k-v-m) kökünden türemiştir. “أَقِيمُو” (âkîmû) fiili de 'düzgün
şekilde yerine getirin', ‘doğru ve istikrarlı bir şekilde yapın’, 'istikamet
üzere uygulayın' gibi anlamlara gelir.
2 Boşanmada hakem ve şahitlerin gerekliliğiyle
ilgili olarak 4:35, 33:37 ve 65:2’nci ayetlerini de okumak gerekmektedir. Kadın
ayrılmak isterse, biri kadının ailesinden diğeri de erkeğin ailesinden olmak
üzere iki hakem görevlendirilir (4:35).
Hakemler kadının gerçekten birlikte yaşamak istemediği kanaatine
varırlarsa, kadına yetki verirler. Hakemlerin kararına göre kadın eşinden
aldığı mehir ve hediyelerin ya tamamını ya da bir kısmını vererek ayrılır.
230. Eğer (erkek
ikinci kez) onu boşarsa, (boşadığı kadın) başka bir kocayla
nikahlanmadıkça kendisine helal olmaz. Eğer (o koca da) onu boşarsa,
Allah’ın sınırlarını doğru bir şekilde yerine getireceklerine inanırlarsa,
yeniden birbirlerine dönmelerinde bir cünah (engel,
sakınca) yoktur.1
İşte Allah’ın sınırları bunlardır; bilen bir topluluk için de bunları
açıklamaktadır.
1 Yani koca, hanımını üç
defa boşama yetkisine sahiptir. İslam’dan önce Araplar,
karılarını istedikleri kadar boşar, belli bir süre sonra tekrar ona döner, yine
boşar, yine döner, böylece 2:226’ncı ayette açıklanan ila’da olduğu gibi bu
yolla da kadına işkence ederler; ne ona hürriyetini verirler, ne de ona eş
gözüyle bakarlardı.
Ayrıca bu ayet, Tevrat’taki bir hükmü de nesh
etmektedir: “Bir adam evlendiği kadında yakışıksız bir şey bulur ve evden
kovarsa; sonra kadın başka biriyle evlenir, ama ikinci kocası tarafından da
kovulursa veya adam ölürse, kadını boşayan ilk kocası onunla yeniden evlenemez...”
(Yasa’nın Tekrarı 24:1-4)
231. Kadınları
boşadığınızda ve böylece (üç
aylık bekleme) sürelerinin sonuna geldiklerinde, ya maruf ile (meşru bir
şekilde) tutun ya da maruf ile serbest bırakın. Onlara haksızlık edip zarar
vermek için de onları tutmayın. Kim böyle yaparsa, kendi nefsine zulmetmiş
olur. Allah’ın ayetlerini de alay1 konusu edinmeyin. Allah’ın
üzerinizdeki nimetini de zikredin (hatırda tutun, anın). Onunla vaaz
etmeniz (öğüt vermeniz, uyarmanız) için Kitap’tan ve hikmetten2
indirdiklerini de (hatırda tutun). Allah’a karşı da takvalı (sakınan)
olun ve bilin ki şüphesiz Allah, her şeyi bilendir.
1 “هزا” (hâzea), küçümsemek, alay etmek, dalga
geçmek anlamına gelir. Asıl anlamı küçümseyerek alay etmektir. Bu kökten
türemiş kelimeler Kur’an’da 34 kez geçer: 2:14, 15, 67, 231; 4:140; 5:57, 58;
6:5, 10 (2 kez); 9:64, 65; 11:8; 13:32; 15:11, 95; 16:34; 18:56, 106; 21:36, 41
(2 kez); 25:41; 26:6; 30:10; 31:6; 36:30; 39:48; 40:83; 43:7; 45:9, 33, 35;
46:26.
2 Hikmet ile ilgili açıklama 2:129 ayetinde yer
alır.
232. Kadınları
boşadığınızda ve böylece (üç aylık bekleme) sürelerinin sonuna
geldiklerinde, ikisi kendi aralarında maruf bir şekilde anlaşmışlarsa, o halde onların
kocalarıyla (tekrar) nikah yapmalarına engel olmayın.1
İşte bu, aranızdaki Allah ve ahir (sonraki) gün ile iman eden kimselere
bir vaazdır (öğüttür, uyarıdır). İşte bu, sizin için en temiz (ethar)
ve en arı (ezka) olandır. Allah bilir; siz ise bilmezsiniz.
1 Yani, iddet süresinin bitiminden sonra her ikisi
de tekrar evlenmek isterlerse, boşanan kadının akrabaları onu, kendisini iki
kez boşayan eski kocasına dönmekten alıkoymamalıdırlar. Aynı şekilde hiçbir
erkek de boşadığı karısının iddeti dolduktan sonra başka biriyle evlenmesine
engel olmamalıdır.
233. Emzirmeyi
tamamlamak isteyen valideler (doğuran anneler) evlatlarını iki tam yıl emzirirler. Onların
maruf (meşru, uygun) şekilde beslenmesi ve giydirilmesi çocuğun babasına
aittir.1 Bir kişi, gücünün yettiğinden fazlasından sorumlu
tutulmaz. Anne
de çocuğun babası da çocuğundan dolayı zarara uğratılmasın. Eğer (baba ölürse) onun benzeri (sorumluluklar)
de mirasçının üzerinedir. Eğer anne ve baba aralarında rızayla ve
istişareyle (sütten)
ayırmak2 isterlerse, o zaman onlara cünah (engel, sakınca) yoktur.3 Eğer
çocuklarınızı emzirtmek isterseniz, o zaman da maruf
ile (meşru bir şekilde) verdiğiniz
şeyi (ücreti) verdiğiniz sürece size cünah (engel,
sakınca) yoktur. Allah’a karşı da takvalı (sakınan) olun ve bilin ki şüphesiz
Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.
1 Yüce Allah boşanmış olmalarına rağmen çocuklarını
emzirmeye devam eden kadınların hem gıdalarının hem de giyim ihtiyaçlarının
örfe göre karşılanmasının babaların görevi olduğunu ifade etmektedir. Bu
cümleden anlaşılacağı gibi, burada emzirmesinden söz edilen kadınlar boşanmış
eşler olmalıdır. Aksi takdirde, onların gıda ve giyim ihtiyaçlarının
karşılanmasının babalara ait olduğunu belirtmeye gerek yoktur. Söz konusu
ihtiyaç babayı zor duruma düşürecek şekilde değil de hâkim tarafından örfe
göre, babanın ekonomik durumu gözetilerek, mağduriyetlere sebep olmayacak
şekilde ve belli bir standart esas alınarak yerine getirilmelidir. Nitekim 65:7’de
şöyle buyrulmaktadır: “Geniş
imkanı olan, varlığına göre nafaka ödesin. Durumu müsait olmayan da Allah ne
verdiyse ondan versin. Allah, bir kimseyi, kendisine verdiğinden fazlasıyla
sorumlu tutmaz. Allah, zorluğun ardından bir kolaylık yaratacaktır.”
Boşanmış annelerin çocuklarının emzirilmesi sürecinde ihtiyaçlarını karşılamak
çocuğun babasına aittir; ancak bu aidiyette örfe göre hareket etmek gerekmekte,
babanın gücünün yetmeyeceği şeyler babadan istenmemelidir. Çünkü kişi
kaldıramayacağı bir şeyle yükümlü tutulamaz, tutulmamalıdır.
2 Bu
sözcük, “ف-ص-ل” (fa-sa-la) kökünden türetilmiştir. Kök anlamı “ayırmak, açıklamak,
detaylandırmak” demektir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 41 kez geçer:
2:233, 249; 6:55, 57, 97, 98, 114, 119, 126, 154; 7:32, 52, 133, 145, 174;
9:11; 10:5, 24, 37; 11:1; 12:94, 111; 13:2; 17:12 (2 kez); 22:17; 30:28; 32:25;
37:21; 38:20; 41:3, 44; 42:21; 44:40; 46:15; 60:3; 70:13; 77:13, 14, 38; 78:17;
86:13.
3 Benzer mesaj: 65:6.
234. Sizden vefat eden
bir kimsenin bıraktığı karıları da kendilerini dört ay on gün gözetirler (iddet beklerler). Sürelerini (iddetlerini)
bitirdiklerinde, maruf olanı kendileri için yapmalarında size bir cünah
(engel, sakınca) yoktur. Allah da yapıyor
olduklarınızdan haberdardır.
1 Boşanan kadının bekleme süresi 3 ay iken (2:228
ve 65:4), kocası ölen kadının bekleme süresinin 4 ay 10 gün olduğu belirtilmektedir.
Dul kalan hamile ise
bundan istisnadır. Onun iddeti (bekleme süresi) çocuğu doğuncaya kadardır
(2:228).
1 “خِطْبَة”
(khitâbe), evlenme teklifinde bulunmak demektir. Bu ifade Kur’an’da sadece
bu ayette geçmektedir.
2 “كِنَّ” (kinne) sözcüğü, “saklamak”, “perdelemek” anlamlarına
gelir. Bu söz Kur’an’da 12 kez geçer: 2:235; 6:25; 16:81; 17:46; 18:57; 27:74;
28:69; 37:49; 41:5; 52:24; 56:23, 78.
3 Ayette, eşi ölen hanımlar iddet süresi içerisindelerken diğer
erkeklerin onlarla evlenmeye yönelik üstü kapalı sözler söyleyebileceği veya bu
niyeti içlerinde saklayabileceği belirtilmekte, söz konusu kişilerin ilgili
kadınlara yönelik evlilik tekliflerini ileteceklerinin Allah tarafından
bilindiği ifade edilmektedir. Yine ayette, söz konusu kadınlarla gizli gizli
buluşmak ve onlarla gizli şekilde vaatleşmek (sözleşmek, antlaşmak)
yasaklanmakta, evlilik taleplerini meşru yani örfe uygun bir şekilde
kendilerine söyleyip iletebilecekleri hükme bağlanmakta ve gizli saklı
davranmaktan engellenmektedirler.
4 “مَحْذُورٌ” (mahzûr) sözcüğü, “Sakınılan, dikkat edilen,
korkulan şey” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 21 kez geçer: 2:19, 235,
243; 3:28, 30; 4:71, 102 (2 kez); 5:41, 49, 92; 9:64 (2 kez), 122; 15:57;
24:63; 26:56; 28:6; 39:9; 63:4; 64:14.
236. Henüz dokunmadan (Nikahlanan ancak henüz cinsel ilişkiye girmeden) veya ücret miktarını farz etmediğiniz (nikah akdi ile
mehir bedelini belirlemediğiniz) kadınları boşarsanız, size bir cünah
(engel, sakınca) yoktur. Eli geniş olan (zengin), gücü oranında, (geçim) sıkıntısı1
olan da maruf
(meşru,
uygun) bir geçimlikle
onları faydalandırsın2. (Bu) muhsinlerin (Allah rızası için karşılıksız iyilik
yapanların) üzerinde bir haktır.
1 “قَتَرَ” (katârâ) sözcüğü, “karanlık,
duman, sıkıntı, karamsarlık, kasvet” gibi anlamlar gelmektedir. Bu
sözcük, Kur’an’da 5 kez geçer: 2:236; 10:26; 17:100; 25:67; 80:41.
2 “المتعة” (metâ),
faydalanılan şey; yani eş, mal, ürün, sermaye vb anlamlara gelmektedir. “المتعة” (mût’a)
sözcüğü de faydalanma ve menfaat sağlama anlamına gelmektedir.
Mehir, erkeğin kadına ödemesi gereken ekonomik
bir güvencedir. Evlilik anlaşmasının gerekli olan bedelidir. Kadın, evlenmekle
daha büyük bir risk alır. Çocuk sahibi olup da boşanmış kadınlar genelde
boşanmış erkeklerden daha çok sıkıntı çeker. Kur’an, kadının ayrılma veya
boşanma durumunda belli bir süre geçimini sağlayabilecek bir imkana sahip
olmasını ister. Böylece, kadınlar sokakta kalma korkusuyla kocalarının
işkencesine katlanmazlar. Nikahtan önce iki taraf arasında tartışılarak karara
bağlanan mehrin, başlık parası ile hiçbir ilgisi yoktur. Mehir, kadının
hakkıdır.
237. (Nikah akdi ve mehir bedeli) farz kıldıktan sonra,
henüz kendilerine dokunmadan onları boşarsanız, farz kılınan şeyin (mehrin)
yarısını1 (onlara bırakın). Ancak kadın (mehir
hakkından) vazgeçer veya nikah bağı
elinde olan (koca, mehri kadına) bağışlarsa,
o zaman başka. Sizin (kocaların) affetmeniz (mehri kadına bırakmanız)
ise takvaya daha yakındır. Aranızdaki fazlı (lütfu,
cömertliği) da unutmayın.2 Şüphesiz ki Allah, yapmakta
olduklarınızı görendir.
1 Bu cümle 33:49 ile birlikte okunmalıdır. Söz
konusu ayette aynı ifade yer almakla birlikte kadının iddet bekleme
zorunluğunun olmadığını da belirtmektedir.
2 Bu mesaj insanlara, boşansalar bile birbirlerine
saygı çerçevesi içinde davranmaları gerektiğini öğretmektedir.
238. Salavatı (Allah’a yöneliş dualarını, elçiye ve
müminlere yardım ve desteği) ve salatı vustayı1 muhafaza
edin.2 Ve Allah
için kanitin (gönülden itaat edenler,
huşu içinde kulluk edenler) olarak kıyam edin (kalkın, ayakta durun)!
1 Geleneksel
tefsirlerde “salatil-vusta” kelimesi genellikle “orta salat” olarak
yorumlanmakta ve bununla da genellikle “sabah, ikindi veya cuma salatının”
kastedildiği belirtilmektedir.
Ancak, “وسط”
(vesat) kelimesi, aslında “bir şeyin iki ucu arasındaki kendine ait kısmı” ya
da “orta” anlamına gelir. Bu kelime, Arapça’da bazen “hayırlı, yararlı, üstün”
gibi daha geniş anlamlarda da kullanılır. Bu nedenle, “وُسْطٰى” (vusta)
kelimesi sadece “orta” değil, aynı zamanda “en üstün, en yararlı ve en hayırlı”
anlamlarını da içerebilir. Kur’an’da “وسط” (vest) sözcüğünden türemiş 5 sözcük geçmektedir: 2:143, 238; 5:89; 68:28;
100:5.
2 “حَفِظَ”
(hafizu) sözcüğü, “muhafaza edin, koruyun, dikkat edin, özen gösterin” anlamlarına
gelir. Ancak “عَلَى” (alâ) edatı eklendiğinde, “üzerine dikkatle
eğilin, üzerinde titizlikle durun” anlamına gelir. Eğer “حَافِظُوا الصَّلَوَاتِ”
(hafizû’s-salavât) denilmiş olsaydı, o zaman sadece “namazları koruyun” gibi
genel bir anlam taşırdı.
239. Eğer
yaya veya binekli iken1 korkarsanız, o
zaman güvene kavuştuğunuzda,
bilmediklerinizi size öğrettiği şekilde Allah’ı zikredin (hatırda
tutun, anın).
240. Sizden vefat eden
ve geride eşler (dul kadınlar) bırakan kimseler, eşlerinin
evlerinden çıkarılmaksızın bir yıl boyunca metalarını (geçimliklerini)
sağlayacak bir vasiyet bıraksınlar! Eğer evlerinden çıkarılmadıkları hâlde
kendileri çıkarlarsa, o zaman sizin için bir cünah (günah, sakınca) yoktur.
Kendileri hakkında maruf olan bir şey yapmalarından dolayı da (sizin için
bir vebal yoktur). Allah da Aziz’dir (mutlak
güç ve otorite sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle hükmedendir).
1 “المتعة” (metâ), faydalanılan şey; yani eş, mal, ürün,
sermaye vb anlamlara gelmektedir. “المتعة”
(mût’a) sözcüğü de faydalanma ve menfaat sağlama anlamına gelmektedir.
Bu ayet, eşi ölen veya boşanılan bir kadının,
bir yıl süreyle evden zorla çıkarılmaması hükmünü içermektedir. Kadının
kocasının evinde kalma zorunluluğu yoktur, ancak onun kalma hakkı vardır ve o
hakkını kullanıp kullanmamakta özgürdür.
Ayrıca, kadına, ölen kocasının mirasından belli bir pay verilmesini
öngören miras ayetinin (4:11), bu vasiyet zorunluluğunu kaldırdığı
zannedilmemelidir. Miras ayrı bir hak, nafaka ise apayrı bir haktır. Koca,
ölümünden sonra veya boşadığı hanımının bu hakkını garantiye almak üzere
vasiyette bulunmak zorundadır. Ölen erkek vasiyette bulunmamışsa, onun
mirasından nafaka payı alınıp kadına verilmelidir.
241. Boşanmış kadınların maruf ile (uygun biçimde) geçimliklerini sağlamak da muttakilerin (Allah’a karşı sakınanların) üzerinde bir haktır.
242. Allah, aklınızı kullanasınız diye ayetlerini size işte böyle
açıklar.
243. Binlerce (kişi) oldukları hâlde, ölümden korunmak için yurtlarından
çıkan kimseleri görmedin mi? Bunun üzerine Allah, onlara “Ölün!” dedi. Ardından
onları diriltti. Şüphesiz ki Allah, insanlara karşı fazl (lütuf, cömertlik) sahibidir. Ancak insanların çoğu şükretmez.
1 “مَحْذُورٌ” (mahzûr) sözcüğü, “Sakınılan, tehlikeli görülen,
korkulan şey” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 21 kez geçer: 2:19, 235,
243; 3:28, 30; 4:71, 102 (2 kez); 5:41, 49, 92; 9:64 (2 kez), 122; 15:57;
24:63; 26:56; 28:6; 39:9; 63:4; 64:14.
244. Allah yolunda
savaşın ve bilin ki, şüphesiz Allah Semi’dir (İşitendir),
Alim’dir (Bilendir).1
1 Kur’an tüm insanları barışa çağırır (2:208). Nitekim evrensel
parola olarak seçilen ‘Selam’ veya ‘Selamun Aleyküm’ ifadeleri insanları
sürekli barışa çağırır (4:94). Savaşa sadece savunma için izin verilir. Savaşın
temel prensipleri için bkz; 60:8-9. Ayrıca bu ayet; 2:190-193, 4:89-91, 22:39
ve 60:8-9 ayetleriyle birlikte okunmalıdır.
245. Kim, Allah’a güzel
bir borç verirse,1 Allah onu kat kat
fazlasıyla artırır. Allah, rızkı daraltır2 da genişletir3 de! Ve O’na döndürüleceksiniz!
1 Karz-ı hasen kavramı, Yüce Allah’a verilen “güzel
borç” anlamında “karşılığı sadece Allah’tan beklenen yardım” demektir. Bu
kavram için bkz: 2:245; 5:12; 57:11, 18; 64:17; 73:20.
2 “قبض” (kabz) sözcüğü, ““yakalamak”, “tutmak”, “sıkıştırmak”
ve “kapmak” anlamlarına gelir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 8 kelime geçer:
2:245, 283; 9:67; 20:96 (2 kez); 25:46 (2 kez); 39:67; 67:19.
3
“بَسْطَةً” (bâstâtân)
sözcüğü Arapçada “yaymak, genişletmek, açmak” ve “kolaylaştırmak” anlamlarına
gelir. Bu kelime, bir şeyin yayılması, genişletilmesi, ya da bir şeyin daha
geniş bir alanda, rahatlıkla sağlanması anlamında kullanılır. Aynı kökten
türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:245, 247; 5:11, 28 (2 kez), 64;
6:93; 7:69; 13:14, 26; 17:29 (2 kez), 30; 18:18.
246. Musa’dan
sonra İsrailoğullarının ileri gelenlerini (melelerini) görmedin mi? Hani nebilerine:
‘Bize bir melik (kral) tayin et de Allah yolunda savaşalım.’ demişlerdi.2
(Nebileri) dedi ki: ‘Ya savaş size farz kılınır da (sonra)
savaşmazsanız?’ Dediler ki: “Ne diye Allah yolunda savaşmayalım ki? Üstelik
yurtlarımızdan çıkarıldık, çocuklarımızdan da (ayrı bırakıldık)!” Bunun
üzerine kendilerine savaş yazılınca, içlerinden pek azı hariç dönüverdiler.3
Allah da zalimleri iyi bilendir.4
1 Bu olay burada müminlere savaşın zorluklarını
anlatmak için ele alınmıştır. M.Ö. 1000 yıllarında Amalikalılar, İsrailoğullarına
saldırdılar ve Filistin’in birçok bölümünü ele geçirdiler. O dönemde İsrailoğullarının
işlerine bakan nebi Samuel çok yaşlanmıştı. Bu nedenle İsrailoğullarının
büyükleri Samuel’e gittiler ve “Allah yolunda savaşacak bir hükümdar (kral)
tayin et” dediler. Onlar da diğer milletler gibi kendilerini yönetecek bir kral
istiyorlardı.
Böyle
bir istekte bulunmuşlardı, çünkü dine bağlı olmayan yabancı yöneticilerin
etkisi ile ilâhî kanun yönetimi arasındaki farkı unutmuşlardı. Bu nedenle bu
istek “Samuel’i kızdırdı” ve Rabbin gazabına neden oldu. Burada 1. Samuel
Kitabının 7, 8, 12. bölümlerinden bazı ayrıntıları sunuyoruz: “Ve Samuel bütün
hayatı boyunca İsrail’e hükmetti... Samuel çok yaşlanınca tüm İsrail uluları
toplandı, Rama’ya, Samuel’in yanına geldiler ve şöyle dediler: Bak, sen
yaşlısın, oğulların da senin yolundan gitmiyorlar. Diğer ülkelerdeki gibi bize
hükmedecek bir kral tayin et. Fakat onlar bize hükmedecek bir kral tayin et
deyince, bu söz Samuel’in hoşuna gitmedi. Samuel de Yahve’ye dua etti. Yahve,
Samuel’e seslendi: Kavminin sana söylediklerini tut. Onlar seni değil, beni
reddediyorlar. Benim onları yönetmemi reddediyorlar... Daha sonra Samuel, Yahve’nin
söylediklerini kendisinden bir kral isteyen kimselere tekrarladı. Size
hükmedecek olan kral şöyle olacak dedi: Sizin oğullarınızı alacak ve kendi
atları arabaları için kendisine hizmet ettirecek. Oğullarınızdan bazıları
arabaların önüne koşulacak. Onları binlerce, yüzlerce kişiye kumandan yapacak,
onlara kendi toprağına baktıracak, harmanını dövdürecek savaş araçlarını
arabalarını yaptıracak. Kızlarınızı da terzi, aşçı ve ekmekçi olarak alacak.
Sizin tarlalarınızı ve bahçelerinizi ellerinizden alacak ve kendi kölelerine
verecek... Sizin ürününüzün ve bahçenizin onda birini alacak ve kendi
memurlarına, hizmetçilerine verecek. Sizin erkek hizmetçilerinizi, kadın
hizmetçilerinizi, en iyi gençlerinizi ve merkeplerinizi kendi hizmetine alacak.
İşte o gün siz kendi seçtiğiniz kralınız nedeniyle ağlayacaksınız ve o gün Rab
sizi duymayacak. Buna rağmen kimse Samuel’in sözlerine aldırmadı. Hayır,
dediler, bizim de bir kralımız olacak. Biz de diğer milletler gibi olacağız.
Kralımız bizi yönetecek, önümüzden gidecek ve bizim savaşlarımızda savaşacak. Yahve
de Samuel’e onları dinle ve onlara bir kral tayin et dedi...”
“Ve
Samuel tüm İsrail’e şöyle dedi: Sizin sözünüzü dinledim... Size de bir kral
tayin ettim... Siz Amun Oğulları soyundan gelenlerin kralı Nahash’ın üzerinize
saldırdığını gördüğünüzde, Yüceniz olan Yahve sizin melikiniz iken, bize bir
kral gerek dediniz. O hâlde şimdi istediğiniz ve seçtiğiniz kralı alın! İşte Yahve’nin
seçtiği kral. Eğer Yahve’den korkar, O’na hizmet eder, O’nun sözüne itaat eder
ve O’nun emrine isyan etmezseniz, o zaman siz ve sizi yöneten kral, Yüceniz
olan Yahve’nin yolundan gitmeye devam edersiniz.
Fakat,
Yahve’nin sözüne itaat etmez ve onun emrine isyan ederseniz o zaman Yahve’nin
kudreti aynen babalarınız gibi, sizin de aleyhinize olacaktır. Bana gelince, Yahve
sizin için dua etmeyi terk etme günahından beni korusun. Bilakis ben size iyiyi
ve doğru yolu öğreteceğim... Fakat siz günah işlemeye devam ederseniz, o zaman
siz ve kralınız mahvolursunuz.”
3 Burada, insanların nankörlüğü ve sözlerinde
durmamaları anlatılmakta, verilen sözde durmamanın sebep olacağı sıkıntılara
dikkat çekilmektedir.
4 Bu kişilere “zalim” denmesinin sebebi, yapılması
gerekeni yapmamalarıdır. Çünkü “adalet”, bir şeyi yerli yerince yapmak; “zulüm”
ise bir şeyi yerinden etmek, yapılması gerekeni yapmamak, yapılmaması gerekeni
yapmaktır.
247. Nebileri onlara dedi ki: “Şüphesiz Allah size melik (kral)
olarak Talut’u gönderdi.”1 Dediler ki: “Nasıl olur da ona bizim
üzerimizde bir mülk (krallık) verilir? Oysa biz mülke (krallığa)
ondan daha layığız! Üstelik ona maldan (servetten)
da bol verilmemiş!” Dedi ki: “Şüphesiz ki Allah, onu sizin için (kral) seçti;
ona ilimde ve bedende de genişlik verdi!2 Şüphesiz Allah, mülkünü
(krallığını) istediğine verir. Allah Vâsi’dir (Nimeti, rahmeti ve ilmi) sınırsız
olandır), Alim’dir (Bilendir).
1 Tevrat şöyle der: “Benjaminli adı Kiş olan bir adam vardı....
Onun da Saul (Talut) adında seçkin genç ve iyi bir oğlu vardı. İsrailoğulları
arasında ondan iyisi yoktu. O herkesten uzundu ve Talut’un (Saul) babasının
merkepleri kayboldu. Kiş, oğlu Talut’a şöyle dedi: Hizmetçilerden birisini yanına
al ve merkepleri aramaya git... Onlar şehre girdiklerinde, Samuel onların
ardından geldi... Samuel Talut’u gördüğünde Rabb ona: İşte sana bahsettiğim
adam! dedi. Halkı bu yönetecek... Samuel Talut’u ve hizmetçisini aldı ve onları
misafir odasına götürdü. Orada en önemli otuz kişi için ayrılan yerlerden en
iyisine onları oturttu. Daha sonra Samuel ufak bir şişe yağ aldı ve onun başına
boşalttı... Rabb de seni mülküne varis kıldı, dedi... Samuel de diğer
insanlara, Rabbin sizin için seçtiği adamı görün dedi... (I Samuel, 9-10
bölüm).
Talut da aynen elçiler gibi Allah tarafından
İsrailoğullarına lider olarak seçilmiştir. Fakat O’nun aynı zamanda elçi
seçilip seçilmediği hakkında bir bilgi yoktur.
2
“بَسْطَةً” (bâstâtân)
sözcüğü Arapçada “yaymak, genişletmek, açmak” ve “kolaylaştırmak” anlamlarına
gelir. Bu kelime, bir şeyin yayılması, genişletilmesi, ya da bir şeyin daha
geniş bir alanda, rahatlıkla sağlanması anlamında kullanılır. Aynı kökten
türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:245, 247; 5:11, 28 (2 kez), 64;
6:93; 7:69; 13:14, 26; 17:29 (2 kez), 30; 18:18.
248. Nebileri de onlara dedi
ki: “Şüphesiz ki onun hükümdarlığının ayeti (kanıtı), tabutun size gelmesidir. Onda Rabbinizden bir
sekine (teskin eden, huzur veren) ve Musa’nın
ailesinden1 ve Harun’un ailesinden1 geride bıraktıklarından
bir kalıntı vardır. Onu melekler taşır. Eğer müminler iseniz, şüphesiz sizin
için bunda bir ayet vardır.”2
1 “اٰل”
(âl) ifadesi bir kişinin “ailesi, halkı, takipçileri, yandaşları, onun
yolunu benimseyenler” anlamlarına gelir. Bu ifade Kur’an’da 25 kez geçer: 2:49,
50, 248 (2 kez); 3:11, 33 (2 kez); 4:54; 7:130, 141; 8:52, 54 (2 kez); 12:6;
14:6; 15:59, 61; 19:6; 27:56; 28:8; 34:13; 40:28, 46; 54:34, 41.
Bu konu Tevrat’ın, I
Samuel’in 4, 5, 6. bölümlerinde şöyle anlatılır: “Rabbin Tabut’u İsrailoğullarının yaptığı bir
savaşta Filistilerin eline geçti. İsrailoğulları cesaretlerini kaybetmişlerdi: “Tabut’un
elden çıkmasıyla İsrailoğullarının şerefi kayboldu” diye bağırıyorlardı. Tabut
yedi ay boyunca Filistîlerin elinde kaldı; fakat, “Allah onlara büyük bir yük
yüklediği” için Filistî şehirlerinde büyük bir panik başladı. Öyle ki: “İsrail İlahının
Tabut’u (sandık) bizde kalmamalı, çünkü O bize karşı çok acımasız” diye
bağırmaya başladılar. Daha sonra Tabut’u İsrail’e geri göndermeye karar
verdiler. “İki tane sığır alıp bir arabaya koştular. Sığırlar da Beyt-Şemes
yönüne doğru yol aldı.” Arabada sürücü olmadığına göre, araba Allah tarafından
tayin edilen melekler vasıtasıyla İsrail’e doğru götürülüyordu.
249. Talut, askerleriyle
(yurdundan) ayrıldığında dedi ki: “Şüphesiz Allah, sizi bir
nehirle sınayacak! O hâlde Kim ondan içerse, bilsin ki artık benden değildir! Kim
de ondan tatmazsa şüphesiz ki o bendendir; eliyle bir avuç alan hariç!” Böylece
onlardan pek azı hariç ondan (doyasıya) içtiler.1 O ve
onunla iman eden kimseler (nehri) geçtikleri zaman ise (sudan fazla
içenler) dediler ki: “Bugün bizim Calut’a ve askerlerine karşı savaşacak takatimiz
yok.”2 Allah ile buluşacaklarına kesin inanan3
kimseler ise dedi ki: “Nice az topluluk, Allah’ın izni ile çok sayıdaki nice
topluluğa galip geldi. Allah da sabredenlerle beraberdir.”4
1 Bu nehir, Talut’un İsrail ordusu ile geçmek
zorunda olduğu Ürdün nehri veya başka bir nehir olmalıdır. Talut toplulukta
disiplin eksikliği olduğunu bildiğinden dolayı, korkağı cesurdan, yetenekliyi
yeteneksizden ayırt etmek için bu sınavı uygulamıştır. Bir müddet için
susuzluklarını kontrol edemeyen kişilere, bir süre önce yenildikleri düşmanla
karşılaştıklarında disiplini korumaları konusunda güvenilemeyeceği açıktır.
Aynı sınamayı Talut’tan önce Gideon da yaptığı için Palmer ve Rodwell burada
(249’uncu ayet) Saul (Talut) ile Gideon’un karıştırılmış olduğu sonucuna
varmışlardır. Bununla, aslında Kur’an’ın vahyî bir kitap değil Muhammed’in bir
eseri olduğunu göstermek istiyorlardı. Bu iddia kendi kendisini çürütmektedir. İki
benzer olaydan sadece biri Tevrat’ta yer almışsa, bu kitapta yer almadığı için
diğer olayın olmadığı anlamına gelmez. Bundan başka Tevrat’in İsrailoğullarının
tüm tarihini eksiksiz bir şekilde ele aldığı da söylenemez. Tevrat’ta
değinilmeyen birçok olayın Talmud’da yer alması bunu ispatlamaktadır.
2 Calut, Talut’un savaştığı ve sonunda mağlup
ettiği düşman ordusunun liderinin ismidir. Bunu söyleyenler, büyük bir ihtimalle bunlar bir avuçtan fazla su
içen ve nehir kıyısında sabredemeyen kimselerdi.
3 “Zan” ile
ilgili açıklama 49:12 ayetinde yer alır.
4 İsrailoğullarının su ile sınanmaları, Tevrat, I.
Samuel 14:24-28 ayetlerinde, şöyle yazılıdır: “İsrailoğulları, o gün
tükenmişti. Çünkü Saul ‘Ben düşmanlarımdan öç alıncaya değin, akşama dek, kim
yemek yerse, lanetli olsun!’ diye yemin ettirmişti. Bu yüzden kimse bir şey
yememişti. Askerler, her yanı bal dolu bir ormana girince, toprakta akan
balları gördüler. Ama ettikleri yeminden korktukları için hiçbiri bala
dokunmadı. Saul’un oğlu, babasının halka yemin ettirdiğini duymamıştı. Elindeki
değneği uzatıp, ucunu bal gümecine batırdı; biraz bal tadar tatmaz gözleri
parladı. Bunun üzerine, oradakilerden birisi, şöyle dedi: ‘Baban, ‘bugün kim
yemek yerse, lanetli olsun!’ diye askerlere yemin ettirdi; askerlerin güçsüz
düşmesi bundandır.”
250. Calut ve askerleri göründüğü1 zaman da dediler ki: “Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır,2 ayaklarımızı da sabit kıl. Kafirler topluluğuna karşı da bize yardım et!”3
1 “بَرَزُو” (barazu) sözcüğü, “açığa çıkmak, görünmek, ortaya
çıkmak” anlamına gelen “بَرَزَ” (bereze) kökünden türemiştir ve “göründüler,
ortaya çıktılar” anlamlarına gelir.
2 “فَرَغَ” (fereğ)
sözcüğü “boşalmak”, “boşaltmak” ve “işi bitirmek” anlamlarına gelir. Bu sözcük
Kur’an’da 5 kez geçer: 2:250; 7:126; 18:96; 28:10; 55:31; 94:7.
3 Yüce Allah, Talut’un ordusunun, Calut ve
askerleriyle savaşmak üzere savaş meydanına çıktıklarında ve muhtemelen savaşa
tutuştuklarında, savaşın ancak ve ancak sabırla ve Allah’ın yardımıyla
kazanılacağını bildikleri için Allah’a dua ettiklerini haber vermektedir.
251. Böylece Allah’ın izniyle onları yenilgiye
uğrattılar. Davud da Calut’u katletti.1 Allah da ona (Davud’a) mülk (krallık) ve hikmet
verdi2 ve ona dilediği şeyleri öğretti. Allah, insanların bir
kısmını bir kısmıyla defetmeseydi, arḍı (egemenliğindeki yeri) bozguna uğrardı.3 Allah ise
bütün alemlere karşı fazl (lütuf, cömertlik) sahibidir.
1 Calut’u öldüren Davud, Süleyman’ın babası olan
hükümdar Nebi Davud’dur. Yüce Allah ona mülk yani hükümdarlık vermiş, ayrıca
hikmet denen “kararlarında isabet edebilecek muhakeme gücü” kendisine ihsan
etmiştir. Bu özellikler Davud’a Nebilik verildiğinin ifadesidir. 21:79’da Davud’a
“hüküm ve ilim”, 27:15’te de “ilim” verildiği ifade edilmektedir ki burada sözü
edilen ilmin kaynağı, yorumunu yapmakta olduğumuz ayette geçen “dilediğinden
ona öğretmişti” şeklinde ifade edilmektedir. 38:20’de ise ona hikmetle beraber
çok güzel konuşabilme özelliğinin de verildiği bildirilmektedir.
Tevrat’a göre Davud o zaman genç bir
delikanlıydı. Şans eseri olarak Filistilerin şampiyonu olan Calut İsrailoğullarını
tehdit ettiğinde Talut’un ordusu içindeydi. Calut şöyle diyordu. “İsrail
kuvvetlerine meydan okuyorum. Bir adam çıkarın karşıma da onunla dövüşeyim.”
Bunu duyan İsrailoğullarının cesareti kırılmıştı; fakat Davud, Talut’a: “Onun
böyle dik başlılık etmesine izin vermeyin, bırakın hizmetkârınız gitsin ve
Filistilerle savaşsın” dedi. Talut izin vermedi, fakat Davud ısrar edince kabul
etti. Calut onu görünce gençliğiyle alay etti ve: “Gel de senin etini gökteki
kuşlara ve dağlardaki hayvanlara yedireyim” dedi. Buna cevap olarak Davud şöyle
dedi: “Allah seni benim ellerime teslim edecek ve bütün dünya İsrail’in bir
Allah’ı olduğunu anlayacak. Hatta bütün buradakiler Allah’ın kılıç ve mızrakla
korunmadığını öğrenecekler... Savaş O’nun elindedir; O, seni bize teslim
edecek.” Daha sonra Davud onu öldürdü ve İsrailoğulları arasında çok meşhur
oldu. Talut kendi kızını onunla evlendirdi. Davud da Talut’tan sonra İsrail’in
meliki (kral) oldu. (1. Samuel, 17 ve 18. bölüm)
Kur’an’da Davud Nebi’den
6 surede söz edilmekte, adı da 16 kez geçer: Elçi Samuel zamanında yaşanan
Talut-Calut savaşında küçük yaştaki Davud, düşman ordusunun hükümdarı ve
komutanı olan Calut’u öldürdüğü (2:251); Kendisine hidayet edildiği (yol
gösterildi) ve vahyedildiği (6:84) ve
Zebur’un verildiği (4:163, 17:55); Kendisine mülk (hükümranlık ve hikmet verildiği (2:251); kendisine hüküm
(egemenlik) ve ilim verildiği (21:79; 27:15) Başkasının
ekinini bozan koyun sürüsü ve tarla davası ile ilgili hüküm verdiği (21:78,79);
Davud’a Allah tarafından ilim verildiği ve Davud’un Allah’a hamd ettiği
(27:15); Davud’la beraber
tesbih etsinler diye dağların ve kuşların buyruk altına alındığı (21:79;
27:16-17; 34:10; 38:18-20); demiri işlediği (34:10); Ona, savaşta koruyacak
zırhlı giysi yapımının öğretildiği (21:80; 34:11); Koyun davası kendisinin
sınandığı (38:17-30) muhsinlerden (6:84), salihlerden (6:85), alemlere
faziletli (üstün,
ayrıcalıklı) kılınanlardan olduğu (6:86; 27:15; 34:10) ve kendisine
kitap ve hüküm verildiği (6:84,89) belirtilen bir nebidir (4:163; 6:89).
Tevrat ve İncil’deki Davud Nebi ile ilgili
bölümler: 28 ayrı kitapta yer
alır. Ancak en çok 1 ve 2. Samuel, 1 ve 2. Krallar, 1 ve 2. Tarihler kitaplarında
anılmaktadır. Söz edilen başlıca konular şunlardır; Davud’un, Golyat’ı
öldürmesi ve Filistliler’i yenmeleri (2.
Samuel 5:17-25, Tarihler 14:8-16); İsrail’e kral oluşu (2. Samuel 5:1-5, 1.
Tarihler 11:1-3); Allah’ın Davud’a söz vermesi (2. Samuel 7:2-17, 1. Tarihler
17:2-15); Duası (2. Samuel 7:18-29, 1. Tarihler 17:16-27); Başarıları (2.
Samuel 8:1-14, 1. Tarihler 18:1-13); Görevlileri (2. Samuel 8:15-18, 1.
Tarihler 18:14-17); Ammonlular ile Aramlıları yenilgiye uğratması (2. Samuel 10:1-19,
1. Tarihler 19:1-19); Filistlilere karşı yapılan savaş (2. Samuel 21:15-22, 1.
Tarihler 20:4-8); Davud’un yaptığı sayım (2. Samuel 24:1-25, 1. Tarihler 21:1-26).
2 Hikmet ile ilgili açıklama 2:129 ayetinde yer
alır.
3 Yeryüzünde barış ve düzeni korumak amacıyla
Allah farklı grup, millet ve partilerin belli bir sınıra kadar güç
kazanmalarına izin verir. Fakat onlar bu sınırları aşarlarsa, o zaman onların
gücünü kırar ve yerlerine yenilerini getirir. Allah, bir milletin veya bir
grubun sonsuza dek hakimiyette kalmasına izin verseydi, o zaman yeryüzü karışıklık
ve düzensizliklerle dolardı.
252. İşte bunlar,
sana hak olarak tilavet ettiğimiz (okuyup aktardığımız) Allah’ın
ayetleridir. Ve şüphesiz ki sen, elçilerdensin.
253. İşte bu resullerin
bir kısmını, bir kısmına (farklı
yönleriyle) faziletli kıldık.1 Allah, onlardan bazılarıyla
konuştu, bazılarının ise derecelerini yükseltti. Meryem
oğlu İsa’ya da apaçık kanıtlar (beyyineler) verdik ve onu Rûhu’l-kuds (Kutsal
Ruh)2 ile destekledik. Eğer Allah isteseydi, onlardan sonraki
kimseler, kendilerine apaçık kanıtlar geldikten sonra birbirlerini öldürmezlerdi.
Fakat onlar ayrılığa düştüler; böylece onlardan kimisi iman etti, kimisi ise küfretti.
Eğer Allah isteseydi, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat Allah istediği şeyi
yapar.3
1 Birçok Kur’an çevirisinde, faziletli” kelimesi “üstün”
anlamında tercüme edilmiştir. Oysa resuller arasında ayırım yapılmadığı
ayetlerde belirtilmektedir (2:285, 4:152 ve 13:4). Buradaki belirtilen husus;
resuller belirli hususlarda birbirlerinden farklı oldukları ve farklı oldukları
bu hususlarda birbirlerinden faziletli olduklarıdır.
2 Kutsal Ruh ile ilgili açıklama 2:87 ayetinde yer
alır.
3 Allah, kullarını imtihandan geçirmektir. Benzer
mesajlar: 3:40, 47; 5:1; 11:107; 14:27; 22:14, 18; 85:16.
254. Ey iman edenler! Ne
bir satımın,1 ne bir dostluğun,2
ne de bir şefaatin3 olmadığı gün gelmeden önce, size
verdiğimiz rızıktan infak edin (karşılıksız destek verin)! Küfredenler (hakkın
üstünü örtenler) de zalimlerin ta kendileridir.”
1 “بَيْع” (bey‘) kelimesi kök
itibariyle satmak anlamına gelir. Bazı çevirilerde “bey’” sözcüğü “alışveriş”
veya “ticaret” şeklinde çevrilmiştir. Bunun doğru bir çeviri olmadığı
kanaatindeyiz. Çünkü “bey” sözcüğü ile “ticaret” yani alışveriş sözcükleri 24:37
ayetinde ayrı ayrı belirtilmektedir.
2 Hullet; dostluk, arkadaşlık demektir.
3
Şefaat ile ilgili açıklama, 2:48
ayetinde yer alır.
255. Allah
(Yüce
olan Yüce), O’ndan başka ilah (yüce olan) yoktur. O, Hâyyr (hayatın kaynağı ve diri olan) ve Kayyum’dur (varlıkları
ayakta tutan, yönetendir). O’nu ne uyuklama tutar ne de uyku.1
Semalarda (7 evrende, göklerde) ve arḍda (yeryüzünde, egemen olduğu alanlarda)
ne varsa O’nundur. O’nun izni olmadan yanında kim şefaat edebilir ki? Onların
önlerinde olanı da arkalarında olanı da bilir. İstediği hariç, kimse O’nun ilminden
bir şeyi kavrayamaz.2 Onun kürsüsü3 (tahtı, otoritesi) semaları ve arḍı kuşatmıştır;4
onların koruması da O’na ağır gelmez!5 Ve O, Aliyyul-Azim’dir (Yüce olan mutlak güç ve otorite sahibidir).6
1 Bu, eksik ve muhtaç insanoğlu gibi bazı zayıflık
ve sınırlılıklara sahip bir Allah fikrini reddetmektedir. Örneğin Tevrat’ta
şöyle der: “Ve yüceler, yapmakta oldukları tüm işi yedinci
günde tamamladı ve yedinci günde yapmış oldukları tüm işleri bıraktı.” (Tekvin, 2:2), “Rab sanki uykudan uyanır gibi
ve güçlü bir adamın şarap nedeniyle nara atması gibi uyandı.” (Psalms 78:65.)
Elbette Allah tüm bu zayıflıklardan uzaktır.
2 “يُحِيطُ” (yuhit) sözcüğü, “kuşatmak, çevrelemek, sarıp
sarmalamak, bilgisine tamamen sahip olmak, kavramak” anlamlarına gelir. Aynı
kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 15 kez geçer: 2:19, 81, 255; 3:120; 4:108,
126; 8:47; 9:49; 10:22, 39; 11:84, 92; 12:66; 17:60; 18:29, 42, 68, 91; 20:110;
27:22 (2 defa), 84; 29:54; 41:54; 48:21; 65:12; 72:28; 85:20.
3 Arapça “kürsî” (sandalye) kelimesi burada
iktidar ve otorite olarak çevrilmiştir; çünkü kürsî burada iktidarın sembolü
olarak kullanılmıştır. Dilimizdeki koltuk kelimesi bile iktidar yerine
kullanılmaktadır.
4 “وَسِعَ” (vasi’a) sözcüğü, “Kapsamak, içine almak, kuşatmak,
yetmek, yeterli olmak” anlamlarına gelir. Aynı kökten türemiş kelimeler
Kur’an’da 32 kez geçer: 2:115, 233, 236, 247 (2 kez), 255, 261, 268, 286; 3:73;
4:97, 100, 130 (2 kez); 5:54; 6:80, 147, 152; 7:42, 89, 156; 20:98; 23:62;
24:22, 32; 29:56; 39:10; 40:7; 51:47; 53:32; 65:7 (2 kez).
5 “يَـُٔودُهُ” (yeuduhu), “O'na ağır gelmez, O'nu yormaz” gibi
anlamlara gelir. Bu ifade Kur’n’da sadece bu ayette geçer.
6 Bu
ayet, “ayet’el-kürsî” olarak bilinir. Bu ayet Allah hakkında öyle yetkin
bir bilgi verir ki, buna başka hiçbir yerde rastlanmaz.
256. Dinde
zorlama yoktur.1
Artık rüşd (doğruluk,
hidayet) ğayydan2 (sapıklıktan, batıldan) kesin
olarak ayrılmıştır. Artık kim tağutu3 (yanlış otoriteyi,
putları) küfreder (örter, reddeder) ve Allah ile iman ederse, işte o
sağlam bir kulpa tutunmuştur. Allah, Semi’dir (İşitendir), Alim’dir (Bilendir).
1 Arapça “din” kelimesi hem inancı hem de bu inanç
üzerine kurulan hayat tArḍını ifade eder. Burada, önceki ayetlerde ortaya
konulan inanç ifade edilmektedir. Bu ayete göre İslâm, iman ve onun hayat tarzı
hiç kimseye zorla kabul ettirilemez demektir. Ancak bu gerçek, dinde yerine
getirilmesi gereken zorunlulukların olmadığı anlamına da gelmemektedir. Bu
mesaj, 10:85 ve 60:5 ayetleriyle okunmalıdır.
2 “غَىِّ” (ğayy) sözcüğü, “boş ve anlamsız şeyler” anlamlarına
gelir. Bu sözcük Kur’an’da 4 kez geçer: 2:256; 7:146, 202; 19:59.
3 Tağut ve tuğyan ile ilgili açıklama 2:15’te yer
alır.
257. Allah, iman eden
kimselerin velisidir (yoldaşı, rehberi, koruyucusudur). Onları
karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır. Küfreden kimselerin evliyaları (yoldaşları,
gözeticileri, kılavuzları) ise tağuttur; onlar da insanları nurdan
karanlıklara götürür. Ateş halkı işte onlardır; orada ebedi kalacaklardır.1
1 Benzer mesajlar: 5:16; 14:1; 33:43; 57:9; 65:11
258. Allah, kendisine mülk1 (yetki, krallık) verdi diye, İbrahim ile Rabbi hakkında delil sunarak iddialaşanı2
görmedin mi?3 İbrahim, “Benim Rabbim hem yaşatır hem de
öldürür” deyince, “Ben de yaşatır ve öldürürüm!” dedi. Bunun üzerine İbrahim,
“Bil ki Allah, Güneş’i doğudan getirir; öyleyse sen de onu batıdan getir!”
deyince, o küfre sapan kişi donakaldı.4 Allah da zalim kavme
hidayet (kılavuzluk) etmez.
1 Burada değinilen kimse İbrahim’in doğduğu ülke olan
Irak’ın kralı Nemrut’tur. Tevrat bu iddialaşmadan bahsetmez; fakat Talmud,
ayrıntılarıyla ele alır ve özde Kur’an’daki pasaja çok benzemektedir. Talmud,
İbrahim’in babasının Nemrut’un baş memurlarından biri ve efendisinin gözde kulu
olduğunu bildirmektedir. Oğlu İbrahim ise çok küçük yaşından beri derin bir
Allah sevgisi taşımaktaydı. Büyüdüğünde açıktan Allah’ın “Birliğini” ilân
etmeye ve Allah’a koşulan ortak ve eşleri kötülemeye başladı. Bu inancını
göstermek amacıyla putları kırdı. Babası aceleyle kralın huzuruna çıktı ve
İbrahim’i ihbar etti. Böylece İbrahim, kralın huzuruna çıkarıldı ve aralarında
burada bahsedilen iddialaşma geçti.
2 “حاجّ” (hâcce) kelimesi “delil sunarak iddialaşmak”
veya “delille karşılık vermek” anlamına gelir. Bu ifade Kur’an’da 13 kez geçer:
2:76, 139, 258; 3:20, 61, 65, 66, 73; 6:80 (2 kez); 40:47; 42:15, 16.
3 Müşrikler, Allah’ı ilâhların en yücesi ve rablerin
rabbi olarak görürlerdi, ama O’nu tek Rab ve ibadet edilecek tek ilâh olarak
kabul etmezlerdi. Başka ilâhlar ve rableri Allah’a ortak koşmak, hemen tüm
müşrik toplumlarda yaygındı.
Onlar
ilâhlığı ikiye ayırmışlardı: tabiatüstü ilâhlık ve hükümde ilâhlık. Her türlü
sonucu etkileyen tabiatüstü güçleri Allah’a atfeder, zorluk anında O’ndan
yardım isterlerdi. Ancak melekler, cinler, yıldızlar gibi varlıklara da dua
eder, onlara ibadet eder ve adaklar sunarlardı.
Sadece
Allah’a ait olan, yani hayatın kurallarını koyma ve dünyadaki tüm işlerde
mutlak yetkiye sahip olma hakkı, müşrik toplumlarda çoğu zaman iktidardaki
kişilere veya gruplara devredilir. Hükümdarlar, otoritelerini ilâhi bir yetkiye
dayandırarak güçlendirir. Din adamları da bu iddiayı savunur.
Nemrut,
kendisini Irak’ın ve halkının mutlak hâkimi olarak görüyordu. Allah’ın
varlığını veya evrenin yöneticisi olduğunu iddia etmedi. Onun anlayışı şuydu:
“Ben ne dersem kanundur ve söylediklerimden başka kimseye hesap vermem.” Bu
yüzden onu efendi olarak kabul etmeyenler asi sayılırdı.
İbrahim’in
“Alemlerin Rabbini tek Rab olarak kabul ediyorum; O’ndan başka her şeyin
rabliğini ve ilâhlığını reddediyorum” demesi, Nemrut’un bu iddiasını doğrudan
tehdit ediyordu. Bu yüzden İbrahim, Nemrut’un önünde sorguya çekildi.
4 İbrahim ilk cümlesinden itibaren Allah’tan başka Rab
olamayacağını apaçık ortaya koyduysa da, Nemrut yine de O’nun iddiasını
çürütmeye çalıştı. Fakat ikinci delilden sonra Nemrut o denli köşeye
sıkıştırılmıştı ki, başka bir sebep öne sürecek gücü kalmamıştı. Çünkü kendisi de
güneşin İbrahim’in Rab olarak kabul ettiği Allah’ın emrinde olduğunu biliyordu.
Fakat buna rağmen O, bu apaçık gerçeği kabul edemezdi; çünkü bunu kabul etmesi,
despotluk yönetiminden vazgeçmesi demek olurdu. İçindeki isyan buna hazır
olmadığı için, apaçık farkına vardığı hâlde Nemrut, nefse tapınmanın
karanlığından Hakk’ın aydınlığına çıkmadı. Eğer nefsi yerine, Allah’ı ilâh
olarak kabul etseydi, İbrahim’in davetiyle doğru yolu bulurdu.
Talmud’da
bu tartışmadan sonra Nemrut’un İbrahim’i hapse gönderdiği ve İbrahim’in orada
on gün kaldığı yazılıdır. Daha sonra kral ve adamları O’na canlı canlı yanma
cezası verdiler. Bu olaya Kur’an’da da değinilmektedir. (21:51-74, 29:16-24, 37:85-98).
259. Veya o kimse gibi temelleri
üzerine yıkılmış ve terk edilmiş1 beldeye uğrayanı (görmedin
mi?) Dedi ki: “Ölümünden sonra Allah bunu nasıl diriltecek?”2 Bunun
üzerine Allah, onu öldürüp 100 yıl3 sonra diriltti. (Allah
ona) dedi ki: “Ne kadar süre ölü kaldın?” Dedi ki: “1 gün veya 1 günden daha
az.” (Allah) dedi ki: “Hayır! 100 yıl3 kaldın! Buna rağmen
yiyeceğine ve içeceğine bak; henüz bozulmamış. Bir de eşeğine bak! (Bu),
seni insanlara ayet (işaret, kanıt) kılmamız içindir. Şu kemiklere de bir
bak! Onları nasıl ayaklandırıyoruz,4 sonra da et
giydiriyoruz.”5 Durum kendisine apaçık belli olunca dedi ki: “Biliyorum!
Şüphesiz ki Allah, her şeye Kadir’dir (her şeye gücü yetendir).”
1 “خَاوِيَةً” (khaviye) sözcüğü, “boş, terk edilmiş,
harabe, yıkılmış” gibi anlamlar. Bu sözcük Kur’an’da 5 kez geçer: 2:259; 18:42; 22:45; 27:52;
69:7.
2 Bu kişinin kim olduğu ve şehrin hangi şehir olduğu konusunda net
bir bilgi mevcut değildir. Ancak olayın geçtiği yerin adı (Kudüs veya başka bir
yer) veya olayın kahramanının adının Ezra, Hezekiel veya Nehemya olduğuna dair
iddialar vardır.
Yahudi kaynaklarına göre; Yeruşalim’deki (Kudüs’teki)
Mescidin (Beyt-i Makdis’in) ilk yıkılışından sonra (İsra 17:5) Buhtunnasr
(Nabukadnessar) Yahudileri Babil’e sürgün etti. M.Ö. 539’da Babil’i fetheden
Pers kralı Koreş, Üzeyir (Ezra), Nehemya ve diğerlerini, Mescidi yeniden inşa
etmeleri için geri gönderdi (Tevrat, Ezra 1:1-3). Üzeyir Yeruşalim’i görünce: “Allah
bu kenti ölümünden sonra nasıl canlandıracak?” dedi. “Allah da onu öldürdü ve
yüz yıl sonra tekrar diriltti.” Bu arada Mescit, Darius’un krallığının ikinci
yılında inşa edilmişti. (Ezra 4:11-24) Üzeyir, 2. Artahşasta’nın krallığının
yedinci yılının beşinci ayında yani M.Ö. 437’de Yeruşalim’e vardı (Ezra 7:8).
Bu, onun Yeruşalim’e ikinci varışıydı. İlk varışı ile ikincisi arasındaki 100
yıllık sürede Allah “Onu insanlara bir mucize yapmak için” öldürmüş ve tekrar
diriltmişti.
Bu kaynaklara göre “Ölümünden sonra Allah bunu nasıl
diriltecek?” sorusunu soran kişinin bir elçi olduğu görülmektedir. Bu soru, bir
resulün tekrar dirilişe inanmadığı veya bu konuda şüphe duyduğu anlamına
gelmez. Bu sadece O’nun da diğer nebiler gibi, gerçekliği kendi gözleriyle
görmek istediği anlamına gelir.
3 “عوم” (ââm) ve “سنو”
(sene) sözcükleri eş anlamlıdır. Ancak “عوم” (ââm) sözcüğü mecazen
bir dönemi, çağı ya da belirli bir zaman aralığını da ifade edebiliyor. Ancak,
huruf-u mukatta (başlangıç harfleri) ile oluşturulmuş olan Kur’an’daki
matematiksel sayı sistemi doğrultusunda bu ayette “سنو” (sene) yerine eş
anlamlısı olan “عوم” (ââm) sözcüğünün kullanıldığı kanaati oluşmaktadır.
Çünkü “عوم” (ââm) sözcüğü yerine iki yerde de “sene” sözcüğü kullanılmış
olsaydı ‘Elif, Lam, Mim’ Başlangıç harfleri ile başlayan bu surede 2 tane “mim”
harfi eksik olacaktı.
4 “nüşuz” ile ilgili açıklama 4:34 ayetinde yer alır.
5 Ölülere yeniden yaşam verilmesinin örneklerle insana
gösterilmesi, Tevrat, Hezekiel 37:1-13 ayetlerinde, özetle, şöyle yazılıdır: “Rabbin
eli üzerimdeydi. Beni dışarı çıkardı; kurumuş kemiklerin her yere yayılmış
olduğu bir ovanın ortasına koydu. ‘İnsanoğlu! Bu kemikler canlanabilir mi?’
diye sordu. ‘Sen bilirsin, ey Egemen Rab!’ diye yanıtladım. ‘Bu kemikler
üzerine nübüvvet (nebilik) et!’ dedi. ‘Onlara, de ki: ‘Kuru kemikler; Rabbin
sözünü dinleyin: Size kaslar vereceğim, üzerinizde et oluşturacağım; sizi
deriyle kaplayacağım, içinize ruh koyacağım ve canlanacaksınız. O zaman, Benim
Rab olduğumu anlayacaksınız.’ Bir takırtı duyuldu; kemikler birleşiyordu.
Kaslar, etler oluşuyor, üstlerini deri kaplıyordu; ama onlarda ruh yoktu.
Sonra, bana, şöyle dedi: ‘İnsanoğlu! Rüzgâra nübüvvet et ve şunu söyle: ‘Egemen
Rab, diyor ki: Ey rüzgar! Gel, dört yandan es! Bu öldürülmüş olanların üzerine
üfle ki, canlansınlar.’”
260. İbrahim
de demişti ki: “Rabbim! Ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster.” Dedi ki: “Yoksa
iman etmiyor (inanıp
güvenmiyor) musun?” Dedi ki: “Hayır! Fakat kalbimin mutmain olması (kalbimin
yatışması, emin olması) için.” Dedi ki: “Öyleyse kuşlardan dördünü
tut ve onları kendine alıştır. Sonra her dağın1 üzerine
onlardan birer parça koy. Sonra onları çağır; sana hızlıca hareket2
edip gelecekler.”3 Ve bil ki şüphesiz ki Allah Aziz’dir (mutlak güç ve otorite
sahibidir), Hakîm’dir (hikmetle hükmedendir).
1 “جَبَلٍ” “cebel” sözcüğü “dağ” demektir. Bu
sözcük Kur’an’da 39 kez geçer: 2:260; 7:74, 143 (2), 171; 11:42, 43; 13:31;
14:46; 15:82; 16:68, 81; 17:37; 18:47; 19:90; 20:105; 21:79; 22:18; 24:43;
26:149; 27:88; 33:72; 34:10; 35:27; 36:62; 38:18; 52:10; 56:5; 59:21; 70:9;
73:14 (2 (kez); 77:10; 78:7, 20; 79:32; 81:3; 88:19; 101:5.
2 “سَعْي”
(sa’y), “çaba, gayret, çalışma, koşmak, hızla hareket etme” anlamlarına gelir.
3 Burada diriltilmenin nasıl olduğuyla ilgili İbrahim’in merakı,
dört kuşun evcilleştirilmesiyle yani insana alıştırılmasıyla ilişkilendirilerek
cevaplandırılmaktadır. Bir süreliğine sahibine alıştırılan kuşların bir müddet
sonra uzak bir yere bırakılmaları halinde bile sahibinin sesini tanıyıp ona
koşmaları (uçmaları) ile aslında insan ruhunun da sahibi olan Yüce Allah’ın
mahşer için diriltilme çağrısına koşarak geleceği hakkında bir mesaj verilmek
istenmektedir. Kuşun kesilip parçalanması, sonrasında da canlandırılmasından
söz edilmemektedir.
261. Mallarını
Allah yolunda infak eden
kimselerin (karşılık beklemeden harcayanların) misali, yedi başak bitiren ve her bir
başakta yüz dane (habbe,
tahıl tanesi) olan bir danenin misali gibidir. Allah da istediğine kat kat
verir.1 Ve Allah Vâsi’dir (sınırsız ilim, nimet ve rahmet
sahibidir), Alim’dir (Bilendir).
1 Yüce Allah, surenin başından itibaren çeşitli
ayetlerde infaktan söz ederek, din adına kurtuluşun ekonomik ve diğer alanlarda
yapılan infakla yakından ilişkili olduğunu ortaya koymak istemiştir. Bu
bağlamda bu surenin 2:3, 177, 195, 215, 219, 245, 254 gibi ayetlerinde ele
aldığı infak konusuna tekrar bir başlık açmakta ve bir çeşit cihad demek olan
Allah yolunda infakta bulunanların alacağı ödülle ilgili olarak sıra dışı bir
ifadede bulunarak müminlere moral vermeyi amaçlamaktadır. Bu ayette Allah
yolunda infaka verilecek ödülün kat kat olacağı müjdelenmektedir. Bu mesaj 6:160,
10:26, 27:89, 39:20 ve 78:36’ncı ayetlerle birlikte okunmalıdır.
262. Mallarını Allah
yolunda infak eden, ardından da infak ettiklerini başa
kakmayanlar ve (yardım ettiklerini) incitmeyen kimseler için
Rableri yanında ecirleri (yaptıklarının karşılığı) vardır. Onlar için
korku yoktur ve onlar hüzünlenmeyecekler!
263. Maruf (vahye
uygun, meşru)
söz söylemek ve bağışlayıcı olmak, ardından eziyet edilen sadakadan daha
hayırlıdır. Ve Allah Gani’dir
(Zengin,
her şeyin sahibidir), Halim’dir (Azgın kullarına hemen ceza vermeyen;
sabreden, gözeten ve affı bol olandır).
264. Ey
iman edenler! Allah ve ahir (sonraki)
günü ile iman etmeyen, malını da insanlara gösteriş için1
infak eden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve inciterek iptal etmeyin! Böylesinin misali, üzerinde toprak bulunan kayanın
misalidir. Ona bir sağanak (yağmur)2 isabet ederse, o zaman (toprağı) onu
terk eder ve çorak kalır; (böyleleri de) kazandıklarından hiçbir şey
elde edemezler.3 Allah da kâfirler topluluğuna hidayet (kılavuzluk)
etmez.
1 “riya yapmak, gösteriş yapmak,
başkalarına gösteriş olsun diye bir işi yapmak” gibi anlamlara gelen “رَاءَى” (râ-â) sözcüğünden türemiş
olan “رِئَآءَ” (ri’ae) sözcüğü, “riyakar olanlar, gösteriş yapanlar” anlamlarına
gelir. Bu ifade Kur’an’da 6 yerde geçer: 2:264; 4:38, 142; 8:47; 19:74; 107:6.
2 “وبل” (vebil) sözcüğü “sağanak” yani “sürekli
ve bol gelen” demektir. Bu sözcük kullanıldığı cümledeki bağlama göre, 2:265
ayetinde olduğu gibi bazen “yağmur ve bereket” anlamı kazanırken; 73:16 ve
2:264 ayetinde olduğu gibi bazen de “azap” anlamı kazanmaktadır.
3 Kaya üzerindeki toprak benzetmesi, İncil, Markos
4:3-9 ayetlerinde, şöyle yazılıdır: İsa, ‘Şunu dinleyin!’ dedi. ‘Ekincinin biri
tohum ekmeye çıktı. Tohumlardan kimi yol kenarına düştü; kuşlar gelip bunları
yedi. Kimi toprağı az kayalık yerlere düştü; toprak derin olmadığından hemen
filizlendi. Fakat güneş doğunca kavruldular; kök salamadıkları için kuruyup
gittiler. Kimi dikenler arasına düştü; dikenler büyüdü, filizleri boğdu. Kimi
ise iyi toprağa düştü; ürün verdi. Bir bölümü otuz, bir bölümü altmış, bir
bölümü de yüz kat ürün verdi.’ Sonra, İsa, şunu ekledi: ‘İşitecek kulağı olan
işitsin!’
265. Allah’ın rızasını
kazanmak ve kendi nefislerini (benliklerini) güçlendirmek için mallarını
infak edenlerin misali de, bir sağanak (yağmur) isabet ettiğinde kat kat
ürün veren, sağanak (yağmur) isabet etmese de çisentisinin dahi yeterli
olduğu yükseltideki1 bir cennetin (bahçenin)
misalidir.2 Ve Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.
1 Bu kelime, “artmak,
fazlalaşmak, kabarmak, yükselmek” gibi anlamlara gelen “رَبَا”
(râba) kelimesinden türemiştir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 18 kez
geçer: 2:265, 275 (3 kez), 276 (2 kez), 278; 3:130; 4:161; 13:17; 16:92; 22:5;
23:50; 30:39 (3 kez); 41:39; 69:10.
2 Verimli bahçe benzetmesi, İncil, Markos 4:13-20
ayetlerinde, şöyle yazılıdır: İsa, şöyle dedi: ‘Ekincinin ektiği, Allah
sözüdür. Kimi insanlar, yol kenarına düşen tohumlara benzer. Bunlar sözü işitir
işitmez, şeytan gelir; yüreklerine ekilen sözü alır götürür. Kayalık yerlere
ekilenler ise sözü hemen sevinçle kabul eden, ama kök salamadıklarından dolayı
sadece bir süre dayanabilen kişilerdir. Böyleleri, Allah sözünden dolayı
sıkıntıya uğrayınca, hemen sendeleyip düşerler. Diğer kimi insanlar, dikenler
arasında ekilen tohumlara benzerler. Sözü işitirler; ama dünya kaygıları,
zenginliğin aldatıcılığı ve daha başka tutkular araya girip sözü boğar ve ürün
vermesini engeller. İyi toprağa ekilenler ise sözü işiten, onu benimseyen; kimi
otuz, kimi altmış, kimi de yüz kat ürün veren kişilerdir.’
266. Sizden
kimse altında nehirler akan, içinde hurma ve üzüm ağaçları bulunan bir cenneti (bahçesi) olsun ister mi? İçinde her türlü
meyveden de bulunan (bir bahçe). Kendisi ise yaşlanmış ve zayıf (bakıma
muhtaç) çocukları var. O haldeyken, içinde ateş bulunan bir kasırga o
bahçeye isabet etsin de her şeyi yakıp yok etsin. Allah, ayetleri size işte böyle
açıklar; belki tefekkür edersiniz.
267. Ey
iman edenler! Kazandığınız şeylerin tayyib (iyi, güzel, hoş) olanlarından ve sizin için yerden
çıkardıklarımızdan infak
edin.
Kendiniz için göz yummadan almayacağınız habis (pis, çirkin, kötü) şeylere de yönelerek1
onlardan infak etmeyin. Ve bilin ki şüphesiz Allah Gani’dir
(Zengin olandır), Hamid’dir (Övülen
ve şükredilendir).
1 Sözlükte “pis, çirkin, kötü” anlamlarına
gelen “habis” kelimesi, Kur’an’ da türevleri ile birlikte 10 ayette 16
defa (2:267; 3:179; 4:2; 5:100 (2); 7:58, 157; 8:37 (2); 14:26 (2); 21:74;
24:26 (4)) geçmektedir.
2 “تَيَمَّمُوا”
(teyemmemû) ifadesi, kök olarak” “ي م م” (ymm)'den gelir ve genel
anlamıyla “bir şeyi kastetmek, yönelmek, amaçlamak” demektir. Bu, bağlamına
göre farklı anlamlar kazanabilir. Kur'an'da yer alan “fakat su bulamamışsanız,
o zaman tayyib (iyi, güzel, hoş) bir toprağa teyemmüm edin (yönelin)
ve onunla (toprakla) yüzünüzü ve ellerinizi mesh edin (silin)” şeklindeki
ifade ile de su ile temizlenme
(yıkanma, arınma) imkanı yoksa toprağa yönelerek onunla temizlenmeyi (arınmayı)
ifade etmektedir. Bu ifade Kur’an’da 3 kez geçer: 2:267; 4:43; 5:6.
268. Şeytan (aldatan,
saptıran) size fakirliği vadeder (muhtaç olmakla korkutur) ve fahşayı
(çirkin işi, büyük günahları) size emreder.1 Allah ise katından size
mağfiret (af) ve fazl (lütuf, cömertlik)
vadeder. Ve
Allah Vâsi’dir (Sınırsız
ilim, nimet ve rahmet sahibidir), Alim’dir (Bilendir).
1 Yüce Allah önceki ayette kazançların en
iyilerinden infak edilmesini ve kişiye verilmesi durumunda almak istemeyeceği
şeyi başkalarına vermemesi gerektiğini ifade ettikten sonra, bu ayette şeytanın
olaya müdahalesinden söz etmektedir. İnfak, bir iman kurumu olduğundan dolayı
şeytan bu kurumu zedelemek veya mümkünse ortadan kaldırıp insanların Allah
yolundan uzaklaşmalarını sağlamak için çaba sarf edecektir. Ayette sözü edilen
şeytan, öncelikle cinlerden olan ve Allah’tan ümidini kesmiş bulunan “şeytan”
olabileceği gibi, insanlar içinden şeytanlaşmış olanlar da olabilir; hatta
insanı kötülüklere sevk eden nefsi de olabilir. İnsana kötülükler telkin eden
her bir şey burada sözü edilen “şeytan” kavramının kapsamında kabul
edilmelidir.
269. (Allah) hikmeti (yargıda
bulunma kabiliyetini, bilgeliği) istediğine
verir. Kime hikmet verilmişse, elbette ki çok hayır verilmiştir. Bunu da ulü’l-elbabtan
(duruşu sağlam olanlardan) başkası zikretmez (hatırında
tutmaz, anmaz).
270. O hâlde bilin ki Allah,
nafaka (geçim için verilen) olarak neyi infak
ettiğinizi yada adak1
olarak neyi adadığınızı1 bilir. Zalimler için de
yardımcı yoktur.
1 “نَذْر”
(nezr) kelimesi, bir şeyi yapmayı “taahhüt etmek” “söz vermek” ve “adamak”
anlamına gelir. Bu kelime Kur’an’da 6 kez geçer: 2:270 (2 kez); 3:35;
19:26; 22:29; 76:7.
271. Eğer sadakaları
açıktan verirseniz, ne güzel bir şeydir.1
Fakat onları gizler2 ve fakirlere
verirseniz, o zaman bu sizin için daha hayırlıdır. Ve (Allah),
seyyielerinizden3 bir kısmını küfreder (örter). Ve Allah,
yapmakta olduklarınızdan haberdardır.
1 “فَنِعِمَّا”
(Feni‘imme) kelimesi, “ne güzel” veya “Ne güzel bir şey” demektir. “نِعْمَ”
kelimesi de, “güzel” veya “iyi” anlamına gelir. Kur'an'da bu kökten türeyen
farklı kelimeler de bulunmaktadır. Örneğin: “نِعْمَ” (ni’me), güzel
veya iyi bir durumu ifade eder. “نَعِيم” (nâ’îm), bolluk, mutluluk veya
nimet anlamına gelir. “أَنْعَام” (en’âm) ise, “hoş ve faydalı varlıklar”
demektir ve bu da genellikle “sürü hayvanları” için kullanılır. “نِعْمَ” (ni’me)
kelimesi Kur’an’da 18 kez geçer: 2:271; 3:136, 173; 4:58; 8:40 (2 kez); 13:24; 16:30;
18:31; 22:78 (2 kez); 29:58; 37:75; 38:30, 44; 39:74; 51:48; 77:23.
2 “خَفَى” (khafa) “gizli, saklı, örtülü” anlamlarına gelir. Bu
ifade Kur’an’da 34 kez geçer: 2:271, 284; 3:5, 29, 118, 154; 4:108 (2 kez),
149; 5:15; 6:28, 63, 91; 7:55; 11:5; 13:10; 14:38 (2 kez); 19:3; 20:7, 15;
24:31; 27:25; 32:17; 33:37, 54; 40:16, 19; 41:40; 42:45; 60:1; 69:18 (2 kez)
87:7.
Karşılıksız yardımların gizli yapılması, İncil, Matta 6:2-4
ayetlerinde, şöyle yazılıdır: “Birisine sadaka verirken, bunu borazan
çaldırarak ilan etmeyin. İkiyüzlüler, insanların övgüsünü kazanmak için
havralarda ve sokaklarda böyle yaparlar. Sadaka verirken, sol eliniz, sağ
elinizin ne yaptığını bilmesin; verdiğiniz sadaka gizli kalsın.”
3 Bu sözcük, “سُوء” (sû’) kökünden türetilmiştir. Kök anlamı da “kötü”, “zarar”,
“rahatsızlık”, “kötülük”, “çirkinlik” demektir. Aynı kökten türetilmiş olan “سَيِّـَٔا”
(seyyie) sözcüğü ise, genellikle bir kötü eylem veya yasaklanmış bir
davranışı ifade eder.
272. Onlara hidayet (kılavuzluk)
etmek sana ait değildir. Ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir. Hayır için infak
ettikleriniz (yaptığınız harcamalar) kendiniz içindir. Sadece Allah’ın
rızasını kazanmak için infak edersiniz ve hayırdan ne harcarsanız, karşılığı
size eksiksiz olarak verilir. Sizler asla haksızlığa da uğratılmazsınız.
273. (İnfak), Allah yolunda mahsur bırakılmış (engellenmiş)
fakir1 kimseler içindir. (Onlar) arḍda (bulundukları
bölgelerde) dolaşmaya güç yetiremezler. Bilmeyenler,
iffetlerinden (istememelerinde) dolayı onları zengin sanır. Onları simalarından tanırsın! Israrla
insanlardan istemezler.2
Hayırdan ne infak ederseniz, bilin ki Allah onu bilir!
1 Miskin: Temel ihtiyaçlarını
(beslenme, barınma, sağlık vb.) dahi karşılayamayan veya büyük zorluk çeken
kişidir. Fakir ise; Temel ihtiyaçlarını karşılamakta
zorlanan ancak miskine göre daha az muhtaç olan kişidir. Dolayısıyla
miskinlere zekat, fakirlere de sadaka verilir. Fakir
Kelimesi Kur’an’da 15 kez geçer: 2:268, 271, 273; 3:181; 4:6, 135; 9:60; 22:28;
24:32; 28:24; 35:15; 47:38; 59:8; 72:25.
ı- Allah yolundaki gayretlerinden dolayı mahsur
kalmış (iaşesi için çalışmaya zaman bulamayan)
ıı- Yeryüzünde dolaşıp iş aramaya güç yetiremeyen
veya yoksun bırakıldıkları veya engellendikleri için iş bulamayan,
ııı- Onurlu tavırlarından dolayı onları zengin sanır,
ıv- Simalarından anlarsın,
v- Kimseden ısrarla bir şey istemezler.
274. Mallarını gece ve
gündüz, gizli ve açık infak eden kimselerin ecirleri (yaptıklarının karşılığı) Rablerinin
yanındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar hüzünlenmeyecekler!
275. Riba1 (yüksek
faiz) yiyen kimseler, şeytan çarpmış kimselerin
kalktığı gibi kalkarlar.2 Bu, onların “şüphesiz satış yapmak da riba
gibidir.”3 demelerinden dolayıdır. Allah, satış yapmayı helal kılmış,
ribayı ise haram kılmıştır. O hâlde Rabbinden bir vaaz (öğüt,
uyarı) geldiğinde, kim (ribadan) vazgeçerse, o zaman geçmişte yaptığı4
onundur. İşi (yapmış olduklarının hükmü) ise Allah’a kalır! Kim
de (tefeciliğe) dönerse, işte onlar ateş halkıdır; onlar orada
kalıcıdır.
1 Bu
kelime, “artmak, fazlalaşmak, kabarmak, yükselmek” gibi anlamlara gelen “رَبَا” (râba) kelimesinden
türemiştir. Aynı kökten türemiş kelimeler Kur’an’da 18 kez geçer: 2:265, 275 (3
kez), 276 (2 kez), 278; 3:130; 4:161; 13:17; 16:92; 22:5; 23:50; 30:39 (3 kez);
41:39; 69:10.
Bu
ifade İbranice’de de “תַּרְבִּית”
(rabah) şeklinde geçmektedir ve yüksek olan, artırılmış, yükseltilmiş faiz ile borç vermek, yani tefecilik faizi
uygulamak demektir. Kredilerdeki aşırı faizin bütün bir
ülkeyi tamamen yok edebileceği yerleşmiş ekonomik bir ilkedir. Son birkaç yılda
aşırı faiz uygulanan birçok ülke ekonomisinin mahvoluşuna tanık olduk. Kimsenin
mağdur edilmediği ve herkesin tatmin olduğu normal faiz (% 20’den az) tefecilik
değildir. (Bu ifadelerin söylendiği 1980’li yıllarda ABD’de yıllık enflasyon %
1 civarındaydı. (Kur’an-Son Ahit, s:26)
Tevrat’ta ayrıca faiz kelimesi de נֶשֶׁךְ (nashak) şeklinde geçmektedir.
“Faiz ile ve tefecilik
ile malına mal katan, onu yoksullara acıyan (yoksulları kayıran) için
biriktirir.” (Özdeyişler 28:8)
“hiçbir
şeyini faiz ile vermedi ve tefecilik yapmadıysa, haksızlıktan da
elini çektiyse ve iki kişi arasında adaleti yerine getirdiyse; kanunlarıma
uyduysa ve hakikate uygun yaşamak için hükümlerime bağlı kaldıysa, o gerçekten
doğru biridir. Mutlaka yaşayacaktır.’ Adonay (Rab, efendi) Yahve’nin sözü.”
(Hezekiel 18:8, 9)
“Tefecilik yaparak yüksek faiz almıştır. O
kesinlikle yaşamayacaktır.” (Hezekiel 18:13)
“Mazluma
sıkıntı vermedi, tefecilik yaparak faiz almadı, hükümlerime ve
kanunlarıma uydu…” (Hezekiel 18:17)
“Senin
içinde kan dökmek için rüşvet aldılar. Tefecilik yaparak faiz
aldın, komşularını dolandırarak zorbalıkla kazanç edindin ve Beni unuttun.’ Adonay (Rab, efendi) Yahve’nin sözü.” (Hezekiel 22:12)
Ayrıca: Tevrat ve İncil’de, ticaret gibi işler nedeniyle verilen yüksek
olmayan faiz yasaklanmadığını görüyoruz. Buna rağmen ihtiyaç sahibi mümin bir
fakire düşük faizli borç verilmesinin de menedildiği hususunda Hıristiyan ve
Yahudi çevrelerde münazaraların olduğu da unutulmamalıdır.
Kredilerdeki
aşırı faizin bütün bir ülkeyi tamamen yok edebileceği yerleşmiş ekonomik bir
ilkedir. Son birkaç yılda aşırı faiz uygulanan birçok ülke ekonomisinin
mahvoluşuna tanık olduk. Kimsenin mağdur edilmediği ve herkesin tatmin olduğu
normal faiz (% 20’den az) tefecilik değildir. (Kur’an-Son Ahit, s:26) Bu ifadelerin yayınlandığı 1989 yılında ABD’nin yıllık
enflasyonu % 4,8 civarındaydı. Dolayısıyla enflasyonun en fazla % 15
üzerinde olan kredi tefecilik kapsamına girmediği değerlendirmesi yapılmıştır.
3 “بيع“ “bey’” satım demektir. Yani,
bir malı bir değer karşılığında başkasına satma işidir.
Bazı
çevirilerde “bey’” sözcüğü “alış-veriş” veya “ticaret” şeklinde çevrilmiştir.
Bunun doğru bir çeviri olmadığı kanaatindeyiz. Çünkü “bey” sözcüğü ile “ticaret”
yani alışveriş sözcükleri 27:37 ayetinde birlikte kullanılmış olduğunu
görüyoruz.
4 “سلف” (selefe),
“(önceden) gönderilen, yapılan” anlamına gelir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 8
kelime geçer: 2:275; 4:22, 23; 5:95; 8:38; 10:30; 43:56; 69:24.
276. Allah, ribayı (yüksek
faizi) siler (yok eder). Sadakaları ise artırır. Allah, âsiym1
(suçlu,
günahkar ve kabahatli) olan kafirlerin tümünü de
sevmez.2
1 İsm (إِثْم)
kelimesi Arapçada 'günah', 'suç', 'kötülük' ve 'ahlaki sapma' gibi
anlamlara gelir. İbranice’deki אַשָּׁם (asham) kelimesi de benzer şekilde 'suç',
'günah' ve 'kabahat' anlamlarını taşır. Bunu fiilleri sürekli işleyenlere
de “âsiym” denilmektedir. “âsiym” ifadesi, Kur’an’da 10 kez geçer:
2:276, 283; 4:107; 5:106; 26:222; 44:44; 45:7; 68:12; 76:24; 83:12.
2 Bu ayet, 30:39 ayetiyle
birlikte okunmalıdır. Yüce Allah faize dair gerçekleşen artışın aslında
hakikatte bulunmadığını, çünkü kendisinin onu sileceğini ifade etmekte, buna
karşılık malın azalmasına sebep olan sadakaları ise bereketlendirerek
artırdığını bildirmektedir.
277. Şüphesiz ki iman eden, salih ameller (doğru,
yapıcı, erdemli fiiller) işleyen, salatı (Allah’a yöneliş duasını, elçiye ve
müminlere yardımı, onlara destek olmayı) doğru
ve istikrarlı bir şekilde yerine getiren ve zekât veren kimseler, işte onlar
için Rablerinin yanında ecirleri (yaptıklarının
karşılığı) vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar hüzünlenmeyecekler!
278. Ey iman edenler! Allah’a karşı takvalı (sakınan) olun. Müminler iseniz, ribadan kalan kısmını da bırakın (almayın)!
279. Eğer
böyle yapmazsanız, o zaman Allah ve resulü tarafından (tefecilere
karşı açılan)
savaşı bilin!1 Eğer tevbe ederseniz, malınızın aslı (anaparanız) sizindir. (Böylece) ne zulmedersiniz
ne de zulme uğrarsınız.2
1 Bu suredeki beş ayetten (2:275-279) başka, 3:130,
4:161 ve 30:39 ayetlerinde de tefeciliğin yani yüksek faizle borç vermenin kesin
olarak yasaklandığı bildirilmiştir.
2 “Haksızlık etmemek ve haksızlığa uğratılmamak”
cümlesi, Kur’an’ın en önemli prensiplerinden bir tanesidir.
280. Eğer (borçlu)
dardaysa, o zaman bir kolaylığa kadar bekleyin. Bilin ki, tasadduk etmeniz (alacağınızı
bağışlamanız) sizin için daha hayırlıdır.
281. Allah’a döndürüleceğiniz gün için de takvalı (sakınan) olun. Sonra her nefse kazandığının
karşılığı tam verilecek, onlara
haksızlık da edilmeyecek!1
1 Bu cümle, aynı sözcüklerle 3:161’de de
tekrarlanmaktadır.
282. Ey iman edenler!
Belirlenmiş bir ecele1
(süreye,
vakte) kadar birbirinize borçlandığınız zaman, onu yazın.2 Kâtip
onu aranızda adaletle yazsın. Kâtip, Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmayı
reddetmesin3 ve (gerçeği olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu)
kişi de yazdırsın ve Rabbi olan Allah’a karşı takvalı olsun; borcundan da hiçbir
şey eksiltmesin (eksik yazdırmasın). Üzerinde hak olan (borçlu)
kişi, eğer sefih (beceriksiz, aklı kıt, bunamış) veya zayıf (aciz, hasta
vb) ya da yazdırmaya gücü yetmeyen kimse ise, o zaman velisi (yoldaşı,
rehberi, gözeticisi) adaletle yazdırsın. Adamlarınızdan4
da iki tanık tutun. Eğer iki adam yoksa, o zaman tanıklıklarından razı
olacağınız bir adam ve iki kadın; kadınlardan biri yanılırsa, diğeri ona hatırlatsın.5
Tanıklar çağrıldıkları zaman da (tanıklık etmeyi) reddetmesinler!3
Küçük veya büyük hiçbir şeyi, eceline (belirlenmiş tarihine) kadar yazmaktan
üşenmeyin. Böyle yapmanız, Allah katında en adaletli, tanıklık için de en
sağlam, şüpheye düşmemeniz için de en uygun olandır. Ancak aranızda hemen alıp
vereceğiniz peşin bir ticaret olursa bu hariç; o zaman onu yazmamanızda sizin
için bir cünah (engel, sakınca) yoktur. Karşılıklı (yüz yüze) satış yaptığınızda
da tanık tutun; yazana da tanıklık edene de zarar verilmesin.6 Eğer yaparsanız
(zarar verirseniz) bilin ki o fasıklıktır (haktan sapmaktır). Allah’a
karşı da takvalı olun. Size öğreten Allah’tır.7 Ve Allah, her şeyi bilendir.
1 “ecel-i
müsemmâ”yı kıyamet günü olarak yorumlayarak, insan ecelinin tek olduğunu iddia
edenler vardır. Bununla birlikte insanlar için belirlenen hayat süresi, takdir
edilmiş bir süre, belirlenmiş olan ömrün sonu olarak yorumlayanlar da vardır. “Ecel-i müsemma” ifadesi Kur’an’da 21 kez
geçer: (2:282; 6:2,60; 11:3; 13:2; 14:10; 16:61; 20:129; 22:5, 33; 29:53; 30:8;
31:29; 35:13,45; 39:5,42; 40:67; 42:14; 46:3; 71:4)
2 Bu ayet, Kur’an’ın en uzun ayetidir ve “borçlanma
ayeti” olarak anılır. Bu ayet; vadeli alışverişlerin
yazılması, yazdırılması ve tanıkların bulunmasının gerekliliğini hükme
bağlamaktadır.
3 “اَبٰٓى” (ebâ) sözcüğü, “reddetmek, istememek, karşı çıkmak” anlamlarına
gelir. Bu ifade Kur’an’da 11 ayette 12 kez geçer: 2:34, 282 (2 kez); 9:8, 32;
15:31; 17:89, 99; 18:77; 20:56, 116; 25:50; 33:72.
4 “Erkeklerinizden” ifadesi, şahidin Müslim olması
gerektiğini bildirmektedir. Zımmiler ise zımmileri şahit tutabilirler.
5 Finansal işlemler, iki kadının şahit olarak bir
erkeğin yerini alabileceği tek durumdur. Bu ifade ile “iki kadının bir erkeğe
denk olduğu” sonucuna varılamaz. Aksine, alışverişle ilgili konularda şahitlik
edebilecek bir erkek ile meşguliyeti ve konuya dair yeterince bilgi ve
tecrübesi olmaması nedeniyle şaşırma ihtimaline karşı iki kadının şahitliğinden
söz edilmektedir. Birinin şaşırması durumunda diğerinin hatırlatması ile zaten
birebir eşitlik durumu sağlanmaktadır. Ayetteki “şaşırma ve hatırlatma”
gerekçesine göre, birinci kadın şaşırmazsa zaten ikinci kadının şahitliğine
gerek kalmamaktadır. Bu ayetin mesajı 24:6-9 ayetleriyle birlikte okunmalıdır
ki bu ayetlerde şahitliğin eşitliğinden, hatta kadının şahitliğinin erkeğinkine
göre daha etkin oluşundan söz edilmektedir.
6 Satış işinde kimse kâtip veya şahit olmaya ya da
bir tarafın aleyhine tanıklığa zorlanamaz.
7 Yüce Allah, yapmış olduğu uyarıları ile sosyal
ve ekonomik hayata dair kullarına verdiği görevlerin nelerden oluştuğunu bu
şekilde öğretmekte, bu bilgilendirmeyi de her şeyi biliyor oluşu nedeniyle
gerçekleştirdiğini ifade etmektedir.
283. Eğer seferde (yolculukta)
iseniz ve yazacak birini de bulamazsanız, o zaman tutulan1 rehinler (ipotekler
yeterlidir). Eğer birbirinize güvenmişseniz, o zaman kendisine güvenilen,
üzerindeki emaneti ödesin ve Rabbi olan Allah’a karşı
takvalı (sakınan) olsun.
Tanık olduğunuz şeyi de gizlemeyin.2 Kim onu izlerse, bilsin ki
artık onu gizleyenin kalbi âsiymdir (suçtur, günahtır ve kabahattir).
Allah da yaptıklarınızı Bilendir.
1 “قبض” (kabz) sözcüğü, ““yakalamak”, “tutmak”, “sıkıştırmak”
ve “kapmak” anlamlarına gelir. Kur’an’da aynı kökten türemiş 8 kelime geçer:
2:245, 283; 9:67; 20:96 (2 kez); 25:46 (2 kez); 39:67; 67:19.
2 “كَتَمَ” (keteme) sözcüğü, “gizlemek” ve “saklamak”
anlamlarına gelir. Bu kelime Kur’an’da 21 kez geçer: 2:33, 42, 72, 140, 146,
159, 174, 228, 283 (2 kez); 3:71, 167, 187; 4:37, 42; 5:61, 99, 106; 21:110;
24:29; 40:28.
284. Semalarda (7
evrende, göklerde) ve arḍda (yerde, egemen olunan yerlerde) ne varsa
Allah’ındır. İçinizdekini açığa vursanız da gizleseniz de, Allah sizi onunla
hesaba çeker.1 İstediği
kimseye mağfiret eder, istediği kimseye de azap eder. Ve Allah, her şeye Kadirdir
(her
şeye gücü yetendir).
1 Burada ve 2:225, 16:22 ve 16:106’ncı ayetlerde
kişilerin tasarladıkları düşüncelerin de hesaba konu olduğuna dikkat
çekilmektedir.
285. Resul,
Rabbinden kendisine indirilen şey ile iman etti; müminler de! Hepsi, Allah,
melekleri, kitapları ve resulleri ile iman etti. (Dediler
ki:) “O’nun resullerinden kimseye ayırım yapmayız”1 ve
dediler ki: “(Çağrıyı)
İşittik ve itaat ettik. Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz! Dönüşümüz de
Sanadır.”2
1 Büyük emirlerden biri
şudur: “Allah’ın elçileri arasında hiçbir ayrım yapmayın” (2:136, 3:84, 4:150,152).
İmanlılar “İşitiyoruz ve itaat ediyoruz” diyerek tepki verirken,
puta tapanlar diğer tüm elçileri hariç tutarak, Yüce Allah’ın adının yanında
Muhammed’in adını anmaktaki ısrarlarını haklı çıkarmak için tepki gösterirler. Gelenekçi
Müslümanlar, inancın beyanı olan şehadet kelimesinde de sadece Allah’ın
anılması gereken salatlarda da Muhammed’i anarlar. (72:18).
1 Kur’an’da
ismi verilen elçilerden söz edilirken, bazen onların nebi (kitap verilen elçi),
bazen de resul (elçi) olarak söz edilmektedir. Hatta bazı ayetlerde hem nebi
hem de resul oldukları belirtilmektedir.
1- “Nebi” ve “resul” iki ayrı kavramdır. (19:51,54; 33:40)
2-
Nebilere kitap (ayetler, sahifeler) verilmiştir. (6:83-89; 3:79; 45:16)
3-
Nebiler, Allah adına hüküm veren ve Allah’ın vekili değil; Allah’ın emir ve
nehiylerini duyuran elçilerdir. (7:203; 10:15; 46:9)
4-
Nebiler, kendilerine emredilen şeylerin üstünde değildirler; yani kendileri de
okudukları vahyin muhataplarıdırlar. (7:203; 46:9)
5-
Nebilerin, vahye herhangi bir şey eklemesi veya bir şeyi çıkarması (veya
gizlemesi) mümkün değildir. (10:15)
6-
Kur’an’da 22 kişi için “Nebi” ifadesi kullanılmıştır. Bunlar; Adem, İdris, Nuh,
İbrahim, İshak, İsmail, Yakub, Eyyub, Musa, Harun, Davud, Süleyman, Yusuf’,
Zekeriya, Yahya, İsa, İlyas, Elyesa, Yunus, Lut, Zülkifl ve Muhammed. (3:3; 6:83-89; 7:157; 16:44,64)
7-
Kur’an’da ‘Nebi’ ifadesi kullanılmayan ve sadece ‘Resul’ oldukları
belirtilenler; Hud, Şuayb ve Salih’tir (26:124, 125; 142, 143; 177,178).
8-
Allah katında resuller ve nebiler arasında bir derecenin olduğu; ancak
insanların, onların arasında hiçbir ayırım yapmamaları gerektiği
belirtilmektedir. (2:253; 17:55)
9- Muhammed, bütün insanlığa gönderilen hem bir
resul hem de bir nebidir. Nebilerin de mührüdür (sonuncusudur), ondan sonra
nebi gelmeyecektir. (33:40)
10-
Resuller, kendilerine bildirilen vahyi ulaştırmakla görevlendirilen elçilerdir.
(5:67,99;7:68; 33:39; 36:17; 72:23)
11-
İnsanlar dışında, melek ve cinlerden de resuller (elçiler) bulunmaktadır. (22:75; 3:179; 42:13; 6:130,131)
12-
Allah’ın dinini insanlara ulaştırma görevi insanlar arasından seçilen nebi ve
resullere verilmiştir. (16:43; 25:20)
13-
Bütün nebilere aynı zamanda risâlet, yani resullük (elçilik) görevi de
verilmiştir. (7:94; 19:51,54) Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere her nebi bir
resuldür; ancak her resul, nebi değildir.
14-
Nebi ve resullere gönderilen vahyin, görevli melekler tarafından gözetlendiği;
gönderilen vahyin hiçbir değişikliğe uğramadan, olduğu gibi ulaştırıldığı, bu
işlemlerin de kayıt altına alındığı belirtilmektedir. (72:26-28)
15-
Kur’an’da, isimleri geçen resuller dışında da bir çok resulün gönderilmiş
olduğu belirtilmiştir. Kur’an ayetlerine göre 22 nebi ve sayıları bilinmeyecek
kadar insanlar ve cinlerden resuller vardır. (4:164)
16- 12:109 ayetinde elçilerin
ricalden seçildiği belirtilmektedir.
Rical
sözcüğünün Türkçe karşılığı ‘adamlar’ ifadesidir. Rical kelimesi
“olgunlaşmış, yiğit, cesur, adam” demektir. Rical kelimesi cinsiyet belirtmez.
Yani kadın elçiler de olabilir. Bu nedenle Kur’an’da 66:11,12 ayetlerinde mümin
kadınlara örnek olarak verilen firavunun karısı ile İsa Nebi’nin annesi
Meryem’in elçi olduğu kanaatine varılmaktadır.
17-
7:35 ayetinde; Nebimiz Muhammed’den sonra Allah’ın ayetlerini anlatacak ve
açıklayacak resullerin geleceği belirtilmektedir.
Bu
ayet ile bir çok ayetten
(3:179; 6:130,131; 22:75; 33:40; 42:13 vb) anlaşıldığı gibi nebiler, yeni bir
kitap ve hüküm (şeriat) getirmişler. Resuller ise kendilerinden önceki nebinin
şeriatı ve kitabını insanlara hatırlatmakta ve bu konuda onları
uyarmaktadırlar.
18-
72:26-28 ayetlerinde, Allah isterse, elçilerden istediğine, gaybtan istediği
kadarını bildireceğini belirtmektedir.
19- Yüce Allah’ın, resulü bir konuda uyarmak istediğinde
kendisine “nebi” diye hitap ettiği görülmektedir. (3:161; 66:1; 3:79,80)
20-
Resul’e itaat edilmesi istendiğinde ise, vahyi ulaştırmakla görevlendirilmiş
kişi olan “resul” ifadesi kullanılmaktadır. (3:32,33, 132, 172; 4:59,
69, 80; 5:92; 7:24; 8:1, 20, 46; 20:90; 24:52, 54, 56; 33:33,71; 47:33; 48:17; 58:13; 64:12)
21-
Kur’an’da, hiçbir elçiye özel bir şefaat yetkisi verilmediği görülmektedir.
Ancak, Allah’ın istediği kişilere şefaat etme izni verileceği, o kişilerin de
Allah’ın istediği kişilere şefaat iznini kullanabileceği, Allah’ın izin
vermediği kişilere şefaat edilmeyeceği belirtilmektedir. Şefaat ile ilgili açıklama, 2:48 ayetinde yer alır.
22-
Nebi ve resul dışındaki insanlara da vahyedilmektedir. (28:7)
2 Benzer mesajlar: 2:285; 4:152.
286. Allah, bir nefse
gücünün yettiğinden fazlasını yüklemez.1
Her ne elde ettiyse kendisinindir; her ne elde ettiyse onadır. “Rabbimiz! Unutursak veya hata edersek (suç işlersek)2 bizi sorumlu tutma.
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi, bize de yük3 yükleme.
Rabbimiz! Takatimizin4 yetmeyeceği şeyleri de bize yükleme. Bizi affet, bize mağfiret
et ve bize merhamet et. Mevla’mız (Efendimiz,
koruyucumuz, nimet verenimiz)5 Sensin. O hâlde kâfirler topluluğuna karşı da bize
yardım et.”
1 5:48,
6:165 ve 65:7 ayetinde yer alan bilgiye göre “Yüce Allah insanlara ne kadar
imkân vermişse herkesi verdiği imkân kadar imtihana tabi tutacaktır.” Esasında
bu tür ifadelerin hepsi devam eden cümledeki şu duanın da kabul edildiğinin bir
delilidir: “Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği şeyleri yükleme; bizi onlarla
sorumlu tutma!” Bazılarının sandığı veya iddia ettiği gibi mahşerdeki sorgulama
standart değildir; herkese aynı sorular da sorulmayacaktır. Aksi takdirde tam
bir adaletsizlik söz konusu olur ki Rabbimiz hem adaletsizlikten hem de haksızlıktan
uzaktır. Benzer mesajlar: 2:233; 5:48;
6:152, 165; 7:42; 23:62; 65:7.
2 Arapça’da “suç” anlamına gelen خطأ “hata” sözcüğünün İbranice’deki karşılığı da “חֵטְא”
(Het-Hata)’dır ve “suç” anlamına gelmektedir. “hata” sözcüğü, Kur’an’da 19
ayette geçmektedir. (2:58, 81, 286; 4:92, 112; 7:161; 12:29, 91, 97; 17:31;
20:73; 26:51; 28:8; 29:12; 33:5; 69:9,37; 71:25; 96:16)
3 “اِصْرَ” (‘isr) sözcüğü “yük” demektir. Bağlama göre bu yük,
hem fiziksel hem de manevi anlamda bir sorumluluk veya zorluk olabilir. Bu
sözcük Kur’an’da 3 kez geçer: 2:286; 3:81; 7:157.
4 “طَاقَة” (takât) sözcüğü “güç”, “kuvvet”, “kapasite” anlamlarına
gelir. Bu sözcük Kur’an’da 3 kez geçer: 2:184, 249, 286.
5 Mevlâ ifadesi ile ilgili açıklama 120’nci
ayette yer alır.